Çocukluktan kokular, hatıralar

Hatıralar biriktiririz zihinlerimizde hayat boyu. Varlığımız hatıralarımızdan ibaret değil midir aslında? Biz hafızamızı kaybetsek, etrafımızdaki insanların zihinlerinden bize ait hatıralar silinse, geçen zamanlarda yaşadığımızı, var olduğumuzu ispat etmemiz imkansız hâle gelmez mi?

Leylaklar Hatıralarımız hayat maceramızın kendi zihinlerimizdeki kayıtlarıdır. Bu kayıtlar sadece diğer insanlarla münasebetlerimizden, başımıza gelenlerden, düşmelerimiz kalkmalarımızdan, his buhranlarımızdan, heyecanlarımızdan, saadetlerimizden, hüzünlerimizden ibâret değildir. Bütün bunlara arka plan teşkil eden renkler, sesler ve kokular da kaydedilir hafıza defterimize. Herkesin paylaşacağı bir his midir bilemiyorum ama zaman zaman “kokular” tecessüm etmiş birer hatıra olarak karışır benim hayatıma. Bir bakarım zamanlara ait ifade edilir-edilemez ne varsa bir kokunun bohçasına sığıvermiş.

Okula henüz başladığım sıralardı. Bir kokulu silgi geçmişti elime. Bütün bir okul hayatı, sıra arkadaşlıkları, yetmiş seksen kişilik bir sınıfın uğultusu, öğretmenime karşı hissettiğim korku ile hayranlık arasında gidip gelen hisler, saatler için de olsa evimden, ailemden tek başıma ayrılıp uzak kalışımın ilk endişe verici tecrübeleri, nasıl olmuşsa hep o silginin kokusuna sığmıştı. Silginin güzel koktuğunu düşünüyordum. Aslında kokladığım, körpe zihnimin ifadelere dökemediği bir demet garip histi. Bazen büyüklere koklatıyordum kokulu silgimi. Kimisi silgiyi koklayıp ifadesizce dudağını büküyor, kimisi yüzünde derin bir tiksinti ifadesiyle lastik parçasını bana geri uzatıyordu. Silgim ancak benim burnumun anladığı bir lisanda anlatıyordu hikâyesini anlaşılan. Ben de onu avuçlarıma alıp, küçük çocuklara mahsus, tamamen kendine ait esrarlı bir şeye sahip olma sevincini de onun kokusuna katarak küçük pantolon cebime yerleştiriyordum.

Kelimelerden mamul kalıplara dökmeyi başaramadığım için mânâsını tıpkı böyle, esrarengiz bir kokunun sırtına yüklediğim yaz sabahları vardı bir de. Bazı sabahların erken saatlerinde, yâd etmesi şu an bile içimi tarifsiz bir saadet hissiyle dolduran bir serin seher esintisi, beni çocuk uykumdan müşfik okşayışlara uyandırırdı. O esintinin isli, keskin kokusunun belki görülebilecek en mavi göklerin müjdecisi olduğunu, yayla güneşiyle kavrulmuş otların sabah serinliğinde salınarak raks edişlerinden haber getirdiğini bilirdim. Yaz günü is kokusu nasıl tutunurdu yayla rüzgârına hâlâ bilemem ama o esrarlı rüzgâr yaz olmasına rağmen hâlâ karlı tepelerden koparılmış bir garip yücelik hissi taşırdı göğsüme. Küçük kalbimin sıkıştığını, daha hızlı atmaya başladığını hissederdim. Hayat çocukların ayağı altına serdiği sayısız imkanlarıyla ürpertirdi beni. Sabah gökleri mavi avuçlarına alırdı minik kalbimi, nefesim kesilirdi.

Yeni boyanmış bir evin, kapağı ilk defa açılan bir kitabın, yeni mobilyaların, yeni yapıştırılmış halıflekslerin kokuları da, zihnimin garip hatıralar şubesine kayıtlıdır. Bu şubenin en ihtiyar mensuplarından biri de leylak kokusudur. Rahmetli dedemin evinin arka tarafında, yüksek duvarlarla çevrilmiş, insana her köşesinde bir sır sakladığı hissini veren şark bahçesinin leylaklarının kokusu. Nazariyat ile ameliyatın uyuşmadığı noktada imdadıma yetişen leylakların… Çocuk aklıma çiçeklerin güzel koktuğu sokulmuştu zorla. Bunu öğrenene kadar hiç çiçek koklamamışım gibi önüme gelen her çiçeği koklamıştım. Bir gariplik vardı: Kokladığım çiçekler ya kokmuyorlardı ya da kötü kokuyorlardı. İşte bu bir ayağı topal nazariyatı leylaklar kurtarmıştı. Allah’ım o ne hoş bir kokuydu! O ne güzel renkti. Bugün bile ne zaman leylak kokusu duysam, adeta dünya birkaç saniyeliğine çekilir ayaklarımın altından, dedemin bahçesinden başlayan, çocukluğumun bütün baharlarının içinden geçen ve nihayet cennet bahçelerinde leylaklar içinde oturduğunu hayal ettiğim dedeme bir Fatiha ile son bulan bir seyahate çıkarım.