Martıdan Mürşid Olur Mu?

Martı romanı 1970 yılında yazılmış, daha piyasaya çıktığı sene bir milyon nüshası satılarak Rüzgar Gibi Geçti” romanının satış rekorunu kırmış, gördüğü ilgiyle 13 kasım 1972 tarihli Time dergisine kapak olmuş kısacık bir “best seller”. Yazarı, Richard Bach isimli Amerikalı bir emekli asker. Amerikan ordusunda pilotluk yapan 1936 doğumlu Bach halen hayatta. Uçmaya ve yazmaya devam ediyor.

Bach’ın ülkemizde de büyük ilgi gören “Martı” isimli eserinde, Jonathan Livingstone isimli “uyumsuz” bir martının hikayesi anlatılıyor. Yıllardır gördüğüm işittiğim ama okuma fırsatı bulamadığım bu meşhur kitabı okurken zihnimin bir köşesinde hep “bu romanı böylesine popüler, böylesine ilgi çekici yapan nedir acaba” sorusu vardı.

Bu soruya kendimce bir cevap bulduğumu söyleyebilirim.

“Kişisel gelişim” modern nesillerin hayli ilgisini çeken bir konu. Pek çok modern insan, doğuştan getirdiği sonsuz(!) potansiyelin bir takım pratiklerle ortaya çıkarılmayı beklediği fikrine bayılıyor. Bu insanlar, hızlı okuma kurslarından vücut geliştirme merkezlerine, konferans salonlarından estetik cerrahların ameliyat masalarına kadar uzanan bir yelpazede, içlerindeki “muhteşem” potansiyeli açığa çıkartmanın peşinde koşuyorlar.

resim_2023-09-04_234505341

Bu perspektiften bakıldığında Richard Bach’ın martısı Jonathan Livingstone, “kişisel gelişim dininin” müntesipleri için kurgusal bir “aziz”.

Anlatılan hikâyede martı Jonathan Livingstone, önce potansiyelini keşfetmek üzere sürüsünden ayrılır. Bütün dikkatini ve enerjisini uçma kabiliyetini geliştirmeye tahsis ettiği için aç kalır. Bu şuurlu “riyazet” onu daha da olgunlaştırır. Adım adım yükseldiği çeşitli aşamalardan (makamlardan) geçerek nihayet “seyr-i süluk‘unu” tamamlar ve müthiş sırrı kavrayarak “aydınlanır”. O artık bir “martı-ı kâmil” olarak bulduğu “ışıkla” zulmeti boğmak için bir mürşid sıfatıyla halkının arasına döner.

Hikâye tanıdık değil mi? Popüler new age inançların, tanıdık sûfî hayat kavrayışıyla buluştuğu bu hikâyenin hususen ülkemizde “tutmaması” garip olurdu doğrusu.

Nakşibendi tarikatının meşhur:

“Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk”

formülünde salık verilen dört terk edişin dördünü de kitapta tespit etmek mümkün.

Martı Jonathan, ilk olarak yiyecek uğruna birbirleriyle didişerek, anlamsız çığlıklarla boşa zaman öldüren martıların benimsediği hayatı yani “dünyayı” terkediyor.

Uzlette yeni ufuklar keşfettikten sonra cennete giden martı kahramanımız, bir müddet sonra cennet diye bir şey olmadığının anlayarak öteki dünyayı yani “ukbayı” terkediyor.

Sıra hayat ve ölümün, cennet ve cehennemin, nihayet zaman ve mekanın inkârına gelince üçüncü aşama olan terk-i hestî gerçekleşmiş oluyor. Kahramanımız fiziksel varlık kanunlarını reddediyor.

Tüm bu aşamalardan sonra Martı Jonathan terk edişlerini terk ederek, onun irşadını bekleyen sıradan martıların arasına dönüyor.

Gnostisizmde, Yeni Eflatunculuk’da, İbn-i Arabi’nin vahdet-i vücut teorisinde, Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin İşrakiyye’sinde ve sufi geleneğimizde kaynaklarını bulabileceğimiz heteredoks inançları kucaklayan ve estetize eden bu hikayeden, düşüncemizi destekleyen bir kaç cümleye işaret edelim.

Gnostisizmin, İşrakiyyun felsefesinin vazgeçilmezi, karanlık-aydınlık dikotomisini, akılla, düşünceyle elde edilen bilgiye karşı mistik tecrübe ve sezgiyle elde edilen bilgiyi (gnosis) öne çıkartan anlayışı şu satırlarda yakalıyoruz:

“Ne hoştu, düşünmemek ve kıyıdaki ışıklara doğru karanlıkta uçmak ne hoştu! Karanlık! İçindeki garip ses dehşetle haykırdı. Martılar asla karanlıkta uçmaz!”

“Zavallı Fletch! Gözlerinle gördüğüne inanma, gördüklerin yalnızca sınırlı olandır. Sezginle bak, öğrendiklerinin bilincine varmaya çalış. Böylece uçuşun yolunu da öğreneceksin.”

resim_2023-09-04_234712134Fiziksel varlığın inkârı, tüm varlıkların aslında tanrının suretlerinden ibaret olduğu, “gönül aynasındaki isi pası silebilen” insanlara doğrudan tanrının tecelli edeceği inancı:

“Üzgündü, ama yalnızlık değildi bunun kaynağı. Onu asıl üzen şey, öteki martıların Tanrısal bir uçuş gücüne inanmayı yadsımış olmalarıydı. Onlar bakmaktan ürkmüşler, ileriyi görmekten kaçınmışlardı.”

“Tüylerinden yansıyan güneş, kumsalda gizlice onu izleyen ve sayıları hiç de az olmayan martıların gözünü aldı.”

“Herşeyden önce şunu unutmayın ki” dedi hüzünle, “bir martı sınırsız bir özgürlük kavramıdır. Yüce Martının bir görüntüsüdür. Ve bir kanadından öbürüne, tüm bedeniniz düşüncenizin ta kendisinden başka bir şey değildir.”

Cennetin ilahi kitaplarda tarif edilen şeyden farklı olduğu, arınma/olgunlaşma sürecinin tamamlanmasının (fenafillah) asıl amaç olduğu inancı:

“Yetkin hıza ulaştığında, cennete ulaşmış sayılırsın Jonathan. Ve bu, ne saatte bin mildir, ne milyon mil, ne de ışık hızı. Çünkü herhangi bir sayı sınırdır daima, oysa yetkinlik sınır tanımaz. Yetkin hız cennettir yavrum.”

Belli bir makama erişen ermişlerin zamanda yolculuk yapabileceklerine, kendilerini ışınlayabileceklerine dair inanç (tayy-i mekân, bast-ı zaman), zaman ve mekan birliği:

resim_2023-09-04_234836777Chiang apansız gözden kayboluverdi ve aynı anda onbeş metre kadar ötede, su kıyısında belirdi.Yeniden kayboldu ve saniyenin bindebirinden önce Jonathan’ın omuz başındaydı. “Hoş bir oyun”, dedi.

Şaşırmıştı Jonathan. Cennet hakkında sormak istediklerini unuttu. “Nasıl yapıyorsun bunu? Nasıl bir duygu veriyor? Ne kadar uzağa gidebilirsin böyle?”

“İstediğin herhangi bir yere ya da zamana gidebilirsin. Ben, düşünebildiğim her yere ve her zamana gittim. “Denizin ötelerine baktı. “Ne garip! Yolculuk uğruna yetkinliği yadsıyan martılar, o yavaşlıkla hiçbir yere ulaşamıyorlar. Yetkinlik uğruna yolculuktan cayanlarsa, anında her yere gidebiliyorlar. Unutma Jonathan, cennet bir mekan ya da zaman değildir, anlamsızdır mekan ve zaman. Cennet…”

“Dilersen, geçmişe ve geleceğe uçmanı sağlayacak olan zaman denemelerine geçebiliriz”, dedi.

“Aptallık etme! Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Eğer dostluğumuz zaman ve mekan gibi şeylere bağlıysa, sonunda zamanı ve mekanı yendiğimizde, kendi dostluğumuzu da yıkmış oluruz! Ama mekanı yendiğimizde, geriye yalnızca Burası kalır. Zamanı yendiğimizde, bize kalan yalnızca Şimdi’dir. Burayı ve Şimdiyi paylaşacağımıza göre, nasıl düşünemezsin sık sık birlikte olacağımızı?”

“Chiang’a göre bu işin sırrı, Jonathan’ın kendini bir metrelik kanat açıklığı olan bir bedenle ve harita üzerinde izlenebilecek bir uçuş rotasıyla sınırlı görmemesiydi. Sır, gerçek özünün, henüz sözlenmemiş bir sayı mükemmeliyetiyle, zaman ve mekanın her yerinde aynı anda yaşadığını bilmekti.

Richard Bach’ın “Christian Science” kilisesine bağlı olduğu biliniyor. Bu dini grup, baba-oğul-kutsal ruh üçlemesinin aslında hayat-hakikat ve sevgi üçlemesine tekabül ettiğine, Hz. İsa’nın tanrı değil bir elçi olduğuna, hastalık diye birşeyin olmadığına, “doğru düşünce” ile sağlığa kavuşmanın mümkün olduğuna, cennet ve cehennemin sadece zihnin birer halinden ibaret olduğuna inanıyor.

Matrix filminde “kaşık yok” repliğini mırıldanan budist rahibi kılığındaki çocukla, kanatlarının fiziksel varlığını reddeden martı Livingstone arasındaki benzerlikler dikkat çekici. Martısına bu sözleri söyleten Richard Bach da “hastalık diye birşey yok” bunların hepsi düşüncelerden ibaret diyen ve tüm hastalıkların telkin ve sezgisel aydınlanma yollarıyla tedavi edilebileceğine inanılan bir dini akımın müntesibi.

Pozitivizmin bunalttığı insanlık öylesine çaresiz bir çırpınışla bir çıkış noktası arıyor ki bu arayış bazılarını objektif gerçekliği inkâr etmeye kadar götürebiliyor. Modernizmin gözden düşürdüğü semavi dinlere yönelmekte tereddüt yaşayan kitleler, post modernizmin şemsiyesinde hayat bulan new-age inançların ve eskiden bu kadar rahat hareket ve ifade alanı bulamayan kadim ezoterik, mistik öğretilerin kucağına koşuşuyorlar.

Halbuki bize gönderilen din, bu ifrat-tefrit tehlikesine karşı bize bir selamet sahili sunuyor.

Bakara suresinin 143. ayetinde Allah “Sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet (ummeten vasaten) yaptık.” buyuruyor.

Müslümanlar olarak aşırılıklardan arındırılmış orta yolu yeniden üretmekte ciddi güçlükler yaşıyoruz.

Halbuki bir tarafta gaybı yahut metafiziği inkâr edip agnostisizmin bilinmezliklerine düşmeden, öte tarafta Allah’ın sözlerini “batınî tevillerle” çarpıtarak subjektif mistik tecrübelerimizi kendimize din edinmeden bir orta yol tutturmamız mümkün.

Rol model olarak ışınlanmayı öğrenmiş martı mürşidlere değil günlük hayatını aşırılıklardan uzak bir şekilde sürdürebilen bilge müslümanlara ihtiyacımız var.


* Bu yazı ilk olarak Fikir Coğrafyası sitesinde yayınlanmıştır.

Maturid’den çıkıp The 99’a uzanan yol

Son yazılarımda, bizdeki bazı tabiatüstü, harikulade menkıbeleri anlatılan evliyalarla, batı zihninin ürettiği Superman, Batman, Spiderman gibi süper kahramanlar arasında bir benzerlik olduğu üzerinde durmaya çalıştım.

Nasıl oluyor da “Tanrısal” güçlere sahip, (mesela depremlere sebep olabilen ya da tabi afetleri durdurabilen) insanların inanılmaz hikâyeleri, tevhidi her şeyin önüne koyan İslam inancının içinde kendisine yer bulabiliyor sualine cevap arıyorum.

Bu basit gibi görünen meselenin kaynağı, aslında İslam dünyasındaki kadim kelam tartışmalardan birine gidip dayanıyor.

Pek çoğumuz bize daha çocukken ezberletilen “itikatta imamız İmam Maturidir” sözünü ya hayal meyal hatırlarız ya hiç hatırlamayız. İmam Maturidi’nin kim olduğu ve neden itikat konusunda onun takipçisi olduğumuzu kimseler pek merak etmez. Onu tercih ettiğimizi söylediğimize göre İmam Maturidi ile aynı görüşte olmayan başka kimselerin de olması gerektiğini çıkarabiliriz ama ne o kimselerin kimler olduğunu ne de hangi noktalarda Maturidi’den ayrıldıklarını merak ederiz.

Kabul etmek gerekir ki bu kelam tartışmaları çok derin felsefi tartışmalardır ve avamın, sıradan hak kitlelerinin bu derin meselelere ilgi duymaması ve onları anlayamaması normaldir. Öte yandan ta dokuzuncu asırda tartışılmış derin mevzuların bugün “havas” arasında hak ettiği şekilde tanınıp bilinmediği, yeterince tartışılmadığı da bir gerçektir.

Her ne kadar çetin meseleler de olsa bu teorik tartışmaların doğrudan pratik hayatımıza tekabül eden, gayet can yakıcı sonuçları bulunmaktadır.

Allah’ın zatı ile sıfatlarının birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı konusu bunlardan birisidir.

Esma-ül Hüsna olarak günlük hayatımızın içinde yer eden, Allah’ın güzel isimleri diye bildiğimiz, ezberlememiz, her gün belli sayılarda tekrar etmemiz öğütlenen isimler aslında Allah’ın sıfatlarıdır.

Tartışma şudur: Allah’ın zatı ile sıfatları birbirinden ayrılabilir mi?

Eğer ayrılamaz diyorsanız zaten bunları sıfat değil, “isim” olarak tanımanız gerekiyor. Mesela ikram eden, nimet veren anlamındaki “kerim” sıfatının sadece Allah’ı tanımlayan ve ondan ayrılamayacak isimlerinden birisi olduğunu benimsiyorsunuz.

Peki, bunun pratik hayatımızda karşılığı ne? Bu hassasiyeti taşıyan ve bu meseleden haberdar olan Müslümanlar, çocuklarına nasıl asla “Allah” ismini vermiyorlar, ama kolayca “Abdullah” (Allah’ın kulu) ismini veriyorlarsa, aynı sebepten “Kerim” yerine de “Abdülkerim” yani (Kerim’in kulu) ismini verirler. Çünkü Kerim olan sadece Allah’tır ve çocuğu o isimle çağırmak, Allah diye çağırmak gibi yanlış görülür.

Ama Allah’ın bazı sıfatlarının bazı insanlarda olduğu gerçeğini ne yapacaksınız? Mesela bolca ikram eden, “kerim” kullar vardır dünyada. Kendisine kolayca “çok kuvvetli, çok dayanıklı, âcizliği, za’fiyeti ve gevşekliği olmayan” anlamında hakikaten “metin” veya çok çok zengin anlamında “gani” diyebileceğiniz kişiler tanırsınız. Çok affedici anlamında “gaffar”, sıfatını hak eden dostlarınız olur.

İşte burada Allah’ın zatı ile sıfatları birbirlerinden ayrılmaz diyenlerin iddiaları “vahdet-i vücud” düşüncesine doğru evirilmeye başlıyor. Allah’ın sıfatı kendisinden ayrılamayacağına göre –haşa- yeryüzünde yürüyen sayısız Allah fikrinden kaçınmanın tek yolu olarak, Allah’ın sıfatlarını yeryüzünde sergileyen kimselerin aslında Allah’ın yeryüzündeki hayli eksik birer tecellisi/yansıması oldukları düşüncesi ileri sürülüyor. Bu düşüncenin sahipleri, nihayet her varlık kategorisi, her sıfat bir şekilde Allah’a nispet edilebileceği için “la mevcude illallah” yani aslında Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur diyerek kendi varlıklarını bile inkâr etme noktasına ulaşıyorlar.

Hilmi-YavuzHilmi Yavuz “İslam’ın Zihin Tarihi” isimli eserinde, aslında Maturidî ve Eşarî kelamları arasında bu konuda tartışma olmadığını, Allah’ın zatı ve sıfatlarının ayrılamaz oluşu konusunda, “fuzzy-kırçıl” bir noktada konsensus olduğunu iddia ediyor:

Maturidîler fiili sıfatların Allah’ın zatıyla kaim, kadim sıfatlardan olduğunu; Eş’arilerse bu sıfatların (fiili sıfatların) nisbi ve hadis sıfatlar olduğunu ifade ederler. Ebu’I Muin El-Nesefi’nin Tebsiret el-Edille’sinde bu fark, Maturidilik açısından şöyle izah edilmektedir: “Bizce fiili sıfatlar dahi zati sıfatlar gibi kadimdir (…) Eş’arilerce fiili sıfatlar kadim değildir, hadistir. Bizce “Tekvin’ sıfatı kadim olup, hadis olan ‘Mükevven’dir, yani bunların (Eş’arilerin, H.Y.) kail oldukları gibi, “Tekvin’ ile ‘Mükevven’ yekdiğerinin aynı değildir. Binaenaleyh ‘Mükevven’ hadis ise de, ‘Tekvin’ hadis değildir.”

(..) Gazali, El İktisad’da ‘zatî’ sıfatlar ile ‘fiili’ sıfatların, birbirlerine bilkuvve ve bilfiil nisbetleri olduğunu belirtir. Bir başka deyişle zatî ve fiili sıfatlar arasında var olduğu iddia edilen fark, aslında, bilkuvve olan ile bilfiil olan arasındaki farktan öte bir şey değildir. Fark, ilahi bir sıfatın bilkuvve veya bilfiil mevcud oluşuna göre, zati veya fiili sıfat adını almasındadır. Yani, Eş’ari kelamında da zât ile sıfat, tıpkı Maturıdî kelamında olduğu gibi, ne aynıdır, ne gayrı. Kısaca, bir sıfatın bilfiil veya bilkuvve mevcut olması, ‘zatî’ ve ‘fiili’ ayrımını meşru göstermez. El İktisad’da Gazali’nin verdiği örnek yeterince açıklayıcıdır: “Mesela, kılıç daha kınında iken ‘keskin’ dendiği gibi, kılıç ile herhangi bir kesme eylemi hasıl olduğu zaman da, fiile iktiranından dolayı ‘keskin’ denir. (…) Kılıç kınında iken bilkuvve ve kesme eylemi hasıl olduğu zaman da bilfiil keskindir. (…) İşte bunun gibi, daha kınında iken kılıca ‘keskindir’ denmesine sebep olan manaya uygun olarak Yüce Allah da ‘ezelde Halık’dır’ denmesi doğru olur.”

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/esari-maturidi

Günümüzde Müslümanların önemli bir kesimi, bu itikadi çizgiyi benimseyerek, bir mürşid-i kâmil elinde, isleri silip temizlenen bir cam gibi temizlendikçe Allah’ın nurunu daha çok yansıtacaklarına, nihayet bir noktada asıllarına rücu ederek Allah’da yok olacaklarına (fena fillah) inanıyorlar.

Eğer zaten tüm insanların Allah’ın yeryüzündeki eksik yansımaları olduğuna inanıyorsanız, bazı kimselerin “insanüstü” fiiller gerçekleştirmesi sizin için sıradanlaşıyor.

Ağırlaşan yazımın bu noktasına kadar tahammül edebilenler oldu mu bilmiyorum ama bu uzun girizgâhı bağlayacağım bir yer var!

OpenerBahsettiğim düşünce sistemi, çoktan bir “İslami süper kahramanlar” çizgi romanına ilham vermiş!

Naif El Mutava isimli Kuveytli bir psikolog her biri Allah’ın 99 ismine tekabül eden 99 “İslami” süper kahraman karakteri yaratmış. Ürününün ismi “The 99”. Ülkemizde hem çizgi romanı yayınlanıyor hem de çizgi filmi. Mutava’nın karakterlerinden bazılarından örnek verelim:

Alim (herşeyi bilen) sıfatının temsilcisi Nasır Ali. Süper kahraman hüneri: akıl okuma.

Baki (hiç ölmeyen) sıfatının temsilcisi Hatem El Cahari.  Süper kahraman hüneri: hiç bitmeyen enerji, ölümsüzlük potansiyeli

Bari (şifa veren) sıfatının temsilcisi Harun Ahrens. Hüneri: iyileştirme kabiliyeti.

Batın (gizli, saklı) sıfatının temsilcisi Rola Hadrami. Hüneri: kendini ve başkalarını görünmez yapabilme ya da görünmez olanları görünür kılma (gizli bilgisayar dosyaları da dâhil (!))

Fettah (açıcı) sıfatının temsilcisi Toro Rıdvan. Kabiliyeti: ışınlanma.

Hadi (rehber) sıfatının temsilcisi Amire Han. Hüneri: izcilik ve yön buluculuk.

 T99_Jabbar_1920x1200[1]Cabbar (güçlü) sıfatının temsilcisi Navaf el-Bilal. Süper güçlü kasların sahibi.

Nur (ışık) sıfatının temsilcisi Dana İbrahim süper gücüyle her yeri ve herşeyi aydınlatabiliyor.

Rafi (kaldırıcı) sıfatının temsilcisi bir Türk! Adı Murat Uyaroğlu ve yerçekimi üzerinde kontrol sahibi!

Daha böyle çok karakter var ama şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.

Son derece teorik ve soyut bir felsefi tartışma nasıl da insanların hayatlarını şekillendiriyor. Bugün IŞİD böyle düşünen insanları şirke girmekle, Allah’a ortak koşmakla suçlayıp kafalarını kesiyor. Ülkemizde bu anlayış iliklerimize kadar işlediği için biz de özellikle Eşari itikadını benimseyen bazı Arapları Vehhabi falan diyerek aşağılıyor hatta yer yer tekfir ediyoruz.

the-99İnsan düşünmeden edemiyor.

Acaba bu meseleleri ne zaman kafa kesmeden, kavga etmeden tartışabilir hale geleceğiz?

Dokuzuncu, onuncu asırda yakaladığımız entelektüel derinliğe ne zaman tekrar kavuşacağız?

Twitter: @salihcenap

İlahi Hiyerarşinin Gizli Bürokratları: Rical-ül Gayb

Tasavvufun, eskilerin tabiriyle şöyle “efradını câmî, ağyarını mânî” bir tanımı maalesef bulunmuyor. İlgili herkesin kendisine göre tanımladığı, kişiden kişiye göre değişen muğlak bir kavram, ele avuca gelmez bir toz bulutu adeta. Belki bir ilim, belki bir eğitim yöntemi, belki de başlı başına bir inanç… Yine de değişik tasavvufi akımlar ve yapılan tanımlar analitik bir yaklaşımla incelenirse bir takım desenler yakalamak mümkün.

mursidTasavvuf düşüncesinde, bazı “özel” kimselerin kendilerini bir takım mistik süreçlerle olgunlaştırarak Allah’tan doğrudan mesajlar alır hale geldikleri (keşif-ilham) kabul ediliyor. Bu insanların bir şekilde diğer insanlardan, Allah’la iletişim anlamında daha üstün olabileceğine, hatta Allah tarafından bir takım insanüstü güçlerle donatılabileceklerine inanılıyor.

Seyr-i-SülukEzoterik inanışlarda görülen “inisiyasyon”, tasavvuf düşüncesinde “sülûk” ismini alarak, inanışın omurgasını oluşturuyor. İnisiyasyon (sülûk) bir insanın, ruhi tekâmülünü gerçekleştirebilmesi için, sürekli kontrol edilen sıkı bir düzen ve disiplin içinde eğitimi şeklinde tanımlanıyor. Tabi bu eğitimin “ruhi tecrübeyi” “ötelerden” alıp aktarabilen bir üstadın (mürşid-i kâmil) eliyle olması gerekiyor.

Bu “gnostik” inanışta benimsenen sınırları belirsiz hiyerarşide, veli, evliya, mürşid-i kâmil, ebrar, ebdal, mukarrabin, nüceba, nükeba, evtad, gavs, kutub gibi çok sayıda makam tanımlanıyor. Tabi kimin hangi makamda olduğu genelde kendinden veya yakın çevresinden menkul oluyor. Makamlar yükseldikçe insanüstü kabiliyetlerin de geliştiğine inanılıyor. O kadar ki hiyerarşinin en üst basamaklarında “rical-ül gayb” denilen bazı adamların “ufak tefek” yaratma işleri ile görevlendirildiklerine ciddi ciddi inananlar var. Üstelik bunlar, bir iki meczubun hezeyanları falan da değil. Sağlam bir dayanağa istinat etmese de asırlar içerisinde tekrarlana tekrarlana kurumsallaşmış bir inanç sisteminden bahsedebiliriz.

İslam Ansiklopedisi’nin “Tasavvuf” maddesine baktığımızda, bu ezoterik anlayışın tasavvufun merkezine İbn-i Arabi tarafından yerleştirildiğini öğreniyoruz:

Tasavvuf anlayışına göre Allah’ın velîleri (evliyaullah) arasında “ricâlullah, ricâlü’l-gayb” gibi kavramlarla ifade edilen, kendilerine Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve müdebbirât (en-Nâziât 79/5) gibi isimlerle anılan meleklerin görevlerine benzer görevler verilen, âlemdeki mânevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışan kimseler bulunmaktadır. Bağdatlı sûfî Muhammed b. Ali el-Kettânî tarafından dile getirilen (Hatîb, III, 75-76) ve Hakîm et-Tirmizî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Sülemî, Kuşeyrî, Hücvîrî, Gazzâlî gibi sûfîlerce benimsenip eserlerinde yer alan bu anlayış, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’sinde ayırdığı bölümün (II, 2-16 vd.) yanı sıra Risâle fî mağrifeti’l-aķtâb (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 123), Risâletü’l-gavŝiyye (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 6824) ve Menzilü’l-ķutb (Resâilü İbni’l-Arabî içinde, Haydarâbâd 1327 hş./1948) gibi müstakil risâleler kaleme alan Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından tasavvuf anlayışının merkezine yerleştirilmiştir. Kaynaklarda unvanları, yetkileri, sayıları ve bulundukları yerlerle ilgili çeşitli bilgiler bulunan bu velîler arasında belli bir hiyerarşi vardır. En başta olana “kutub, kutbü’l-aktâb, gavs, gavs-ı a‘zam” gibi isimler verilmektedir. Öte yandan kalbini mâsivâdan temizleyip Allah’a bağlayan sûfîlerin birtakım özel bilgilere ve hallere ulaştıklarına inanılır. Herkesin erişemeyeceği bu bilgilere “havas ilmi”, buna sahip olan velîlere “havas”, en üstün olanlarına “hâssü’l-havâs” denilmektedir. Bu hususta Zünnûn el-Mısrî, Gazzâlî, Sühreverdî el-Maktûl, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi sûfîler çeşitli eserler yazmıştır.

http://www.tdvislamansiklopedisi.org/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=tasavvuf&konts=50

Medrese çevrelerinde, ciddi ilim mahfillerinde çok da ciddiye alınmayan bu inançların avam arasında rağbet görmediği söylenemez. Halk arasında yaygınlık kazanmış, o çok tanıdık üçler, beşler, yediler, kırklar vs. hikâyelerinin membaı işte tam da burası.

SIZINTIAslında bahsettiğimiz ezoterik inanışların odağı, “tarikatlar” ama tarikatlar dışında da bu inanışların yaşatıldığını müşahede ediyoruz. Mesela Fethullah Gülen, 2000 yılında Sızıntı dergisinde yayınladığı, daha sonra “Kalbin Zümrüt Tepeleri” ismiyle kitaplaştırılan makalelerinden birisinde, bakın bahsettiğimiz “ilahi bürokrasi hiyerarşisini” kendi penceresinden nasıl anlatıyor:

../ üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere (ebdâl) denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var… Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

../..

Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve vazifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:

Bunların üç yüzü Âdem nebinin kalbi, kırkı Hazreti Musa’nın kalbi, yedisi Hz. İbrahim’in kalbi, beşi Cibril-i Emin’in sînesi, üçü Mikâil Aleyhisselâm’ın sînesi, biri, birincisi ve velâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın kalbi üzerinedir ve O’nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncusu vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur.

Ebdâlın sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirinden farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sınıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmaktadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü’minlere yardım eder.. ve onlardan belaları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir, Allah esbab-ı mânevî plânında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır..

http://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/diger/fethullah-gulen-kalbin-zumrut-tepeleri/1269-Fethullah-Gulen-Veli-ve-Evliyaullah-1

Gülen, yazının devamında, dünyanın yörüngesinde dönmesini sağlamak, kendilerini klonlamak gibi çok acayip süper güçlere sahip gizli adamlarla ilgili olduğunu söylediği yirmi kadar hadisin kaynaklarını vermediği gibi, bunların bazı alimlerce mevzu (yani uydurma) sayıldığını da belirtiyor. Ama kendisi o kanaatte olmadığından olacak, bu mevzuda bize susmak düşer dediği halde, uzun uzun anlatıyor.

dnaCiddi İslam alimleri, ezoterik inanışların İslam’ın temel prensipleriyle çeliştiğini gördükleri için, bu temelsiz hikâyelere itibar etmiyorlar. Allah’ın kendilerine izin verdiği, Allah adına hareket ettikleri söylense de, Allah’tan başka, “yaratma kabiliyetine sahip”, Allah’ın bile “hürmet ettiği” bir takım insanların varlığına inanmak, insanları doğrudan şirk batağına çekecektir. Hadis âlimleri bu konularda dayanak diye ileri sürülen hadislerin uydurma olduklarını tespit ediyorlar. Fıkıh âlimleri Allah’tan doğrudan mesaj alan birinin aldığını iddia ettiği mesajla, peygamberin getirdiği asıl mesaja muhalefet edebileceğini ve buna inanılırsa tüm fıkhi kaidelerin nasıl bir anda anlamlarını yitirebileceğini görüyorlar. Siyer âlimleri peygamberimizin hayatında bu tür “ezoterik” uygulamaların olmadığını, çeşitli makam mevkilere sahip “yarı-tanrı” insanlar fikrinin peygamberimiz zamanına ait olmadığını açıkça ortaya koyuyorlar. Müfessirler batınî ya da hurufî zorlamalar olmadan Kur’an’dan bu inanışlara bir destek bulunamayacağını söylüyorlar.
Bu böyleyken artık neredeyse tamamına yakını sözüm ona okuryazar olan geniş halk kitleleri hâlâ yarı sihir, yarı masal bir din anlayışını benimsemeye devam ediyor.

Bu kısır döngü nasıl kırılır? Dinimiz bunca batıl inançtan nasıl arındırılır? Bizce din konusunda kafa patlatanların en önce meşgul olmaları icap eden husus budur.



Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (5)

Elimde imkân olsa, bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim!

Sinekli Bakkal romanı hakkındaki mütalaalarımızın son bölümüne gelmiş bulunuyoruz.

Sinekli BakkalHalide Edip Adıvar’ın insanı sürükleyen, harikulade bir üslupla anlattığı hikâyede zaman zaman “kültür”, “medeniyet” ve hatta “inanç” gibi “zor” konulara bu kadar mahirane bir şekilde girmesi ve akışı bozmadan, didaktik anlatım tuzaklarına düşmeden bu tür meseleleri, hadiseler örgüsü içinde tartışabilmesi takdire şayan. Mesela avamın, cahil halkın inanışları ile Rabia’nın inanışını inceden inceye mukayese edip aradaki benzerlikleri ve farkları gösterdiği şu satırlar çok dikkat çekici:

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene’nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah’tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah’tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah’a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığını temin ediyor. Penbe’nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu.

Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe’ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar hâlbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkâr, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. “İyi saatte olsunlar” derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede’ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti.

— Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia’yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız.

Penbe’ye göre, Rabia’nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia’nın harekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl “İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver” der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için. (s.229)

Sinekli Bakkal romanından bahsederken unutulmaması gereken hususlardan biri de arz ettiği müthiş edebi lezzet. Halide Edip romanında öylesine tasvirler yapıyor ki adeta sizi koltuğunuzdan havalandırıp muhteşem bir manzaranın karşısına taşıyıveriyor. Bir misal verelim:

Kafes kalkık. Camın ötesi Boğaziçi. Odanın üstünde rüzgâr saçakları, su borularını birbirine katıyor. Siyah bulut yığınları bir karanlık akıntısı gibi havadan geçiyorlar; barut renginde sular azgın azgın akıyor; karşı yakanın zarif kıvrıntıları, nemli ve kurşunî bir duman içinde hayal meyal seçiliyor. Kızın gözleri ve kulakları bunları takip ediyor, fakat kafası başka yerde. (s.247)

Bizi bir öğlen vaktinde İstanbul’da dolaştıran başka bir misal:

Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtiler. Tepelerinde İstanbul’un öz göğü bir Bizans mozaiği, bir tavus gibi mavi, bir tek bulut yok. Gökyüzünde kaynayan sarı ışık kazanı yere altın şua akıtıyor. Her şeyin üstünde bu altın aydınlık. Sol taraflarında Haliç. Üstünde yelkenler, direkler sarı ışıkta titreşiyorlar. Sağ taraflarında Boğaziçi vapurları, kayıklar, salapuryalar yeşil suların üstünde oynaşıyor. Köprü’nün üstünden askerî bir bando geçiyor. Bütün halk ayağını uydurmuş arkasından yürüyor.(s.312)

İstanbul’da, adeta sayfalardan süzülerek yükselen, gümüş sisli bir sabah rüyası:

Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu, uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik. Suların kurşunî yüzü uykuda. İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor.

Galata rıhtımı… Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar. Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarının açtılar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu, çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve Mevlevî dedesi çıkardılar. Arabalardan çıkanlar birbirine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar elele, birbirine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler.

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayıldı, açıldı… Selimiye önünde demirleyen şevket-i derya’ya doğru yol aldılar. (s.204)

Elimde bir imkân olsa bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim. Belki edebiyat derslerinde bir okul dönemi boyunca talebelere romanda tartışılan mevzuları konuşturur, bu meseleler ekseninde münazaralar tertip ederdim.

Ben bahsettiğim işaret fişeğini yolladım. Bu romanı okumadıysanız mutlaka okunacak kitaplar listenize alın. Edebiyatımızın kıymeti yeterince bilinememiş bir şaheserinden habersiz kalmayın.

Twitter: @salihcenap

Ne dalkavuk köpekleriz, Kimi görsek etekleriz!

Ne tuhaf! Zaman içinde her saniye biraz daha hızlanan bir uzay mekiğinin yolcuları gibi hissediyoruz kendimizi. Hadiseler o kadar hızlı meydana geliyor ve akıp geçiyorlar ki etrafımızdan, çoğu zaman ne olup bittiğini anlayamıyoruz bile! Daha tuhaf olanı ise şu: Bir an için dönüp, çoktan geride bıraktığımız, pek uzaklarda kaldı sandığımız ufuklara baktığımızda dehşetle fark ediyoruz ki hiç de öyle uzun mesafeler almış değiliz. Bugün tartıştığımız mevzular bundan bin sene evvel de, beş asır evvel de, elli sene evvel de bugünkü hararetle tartışılıyormuş.

Bizim gibi başka faniler de dünyayı kendi çevrelerinde döner bilmişler bir zamanlar.

O masal cümlesinden daha güzel ne özetler bu vaziyeti bilmem: Az gitmişiz. Uz gitmişiz. Dere tepe düz gitmişiz. Sonra dönüp ardımıza bir bakıyoruz ki ancak bir arpa boyu yol almışız!

Peyami Safa’nın 1960 yılında, Tercüman gazetesinde kaleme aldığı fikirlerini okurken yine yukarıda anlattığım türden hislere kapıldım. Şöyle yazmış çok kıymetli muharririmiz:

Bizde mücerret insanı Tanrılaştıran kozmopolitler, Atatürk’ü Tanrılaştıran devrimbazlar, Said-i Kürdî’i Tanrılaştıran Nurcular, Marx’ı Tanrılaştıran mahutlar, Mevlâna’yı Tanrılaştıran hayranları, Shakespeare’i Tanrılaştıran mütercimler görülmüştür.

Mücerret insanı Tanrılaştıran Tevfik Fikret.

Takdis eden beşer,

Takdise müstahaktır.

Odur rabb-i hayrü şer.

Rabb-i mümkinat.

demiştir. Atatürk için Behçet Kemal, tamamını unuttuğum bir manzumesinde:

Türklüğe Allah olan ölmez.

mısraını söylemiştir.

Marx’ın Kapital adındaki ana eserini Kur’an yerine koyan Nâzım Hikmet, bir şiirinde:

Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum.

demiştir. Dr. Abdullah Cevdet, Jül Sezar tercümesinin önsözünde, Allah’a mahsus vasıfları kullanarak aynen şöyle der:

“Shakespeare’in azamet-i kibriya-yı bi-pâyânı önünde ettiğim secdelerden, ibadetlerden biri de bu Jül Sezar tercümesidir.”

Rahmetli sefir -ediplerimizden biri- bir mecliste, Atatürk tenkid edilirken düşüp bayılmış. Said-i Kürdî’den, önünü ilikleyerek ve gözlerini süzerek “Efendi Hazretleri buyururlar ki…” diye bahsedenler görülür. Mevlâna’yı zikrederken sesleri titreyenlere ve gözleri yaşaranlara şahit oldum.

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/insanlari-tanrilastirma-zihniyeti

Yeryüzü TanrılarıOn dört asıl evvel Allah, kendisinden başka tanrılar icat edip yoldan çıkmış insanlığa son ve kesin bir uyarı vermek üzere hazreti peygamberimizi gönderdi. Allah, kendi katında kabul görecek inanç sistemine dâhil olmanın ilk ve en önemli şartının, kendisinden başka ilah tanımamak olduğunu son bir kez daha hatırlatıyordu.

Yedi yüz elli sene önce İbn Teymiyye, gönderilen ilahi mesajı unutup sapıtmaya başlayan, hatta insana tapınmayı İslam içinde bir akım olarak kurumsallaştırmaya kalkan insanlara, Allah’ın peygamberimiz vasıtasıyla gönderdiği, kendisinden başka kimseyi tanrı edinmeme emrini hatırlatmak için çırpınıyordu.

Kanuni devri şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin bundan beş yüz sene önce yazdıklarını okusak, yine benzer tespitlerle karşılaşırız.

Hırsızlık yapmak gibi, adam öldürmek gibi, yalan söylemek gibi, “bir takım insanları tanrılaştırmak” da insan fıtratının derinliklerinde mevcut, sinsi bir dürtü olmalı. Hususi ihtimam gösterilmediğinde derhal baş gösteren genetik bir ruhi maraz!

Bu “hastalığın” kendisine karşı farkındalığı arttırmak için çabalayanlar arasında sık görülmesi de başka bir tuhaflık.

Peyami Safa’nın örneklerini bugün, “pop ilahlarıyla”, nevzuhur “mürşitlerle”, “şeyh efendilerle”, “hocalarla”, “yogilerle” hatta “çok karizmatik siyasi liderlerle” daha da çeşitlendirebiliriz.

Eski “ilahlar” ölmüyorlar, yok olmuyorlar, bilakis mütemadiyen yanlarına yenileri ilave ediliyor.

Sanki insanımız tapınmak için azıcık güçlü, azıcık şöhretli, ağzı azıcık iyi laf yapan, az cerbezeli, az karizmatik birilerini arıyor. Bulunca da hemen tanrılar listesine ilave ediveriyor.

O halde bizim de yazımızı Peyami Safa’nın elli sene önce yazılmış cümleleriyle noktalamamızda bir mahzur olmasa gerek:

Önüne gelene tapma huyuna kadar soysuzlaşan bu zihniyet bir Osmanlı şairine şu beyti söyletmiştir:

Ne dalkavuk köpekleriz

Kimi görsek etekleriz!

Twitter: @salihcenap

“Pi’nin Yaşamı”: Agnostisizmden mistisizme bir yol arayışı ve tasavvufî bir yamyamlık hikâyesi

“Pi’nin Yaşamı”: Agnostisizmden mistisizme bir yol arayışı ve tasavvufî bir yamyamlık hikâyesi

life-of-pi-4

Yönetmen Ang Lee’ye en iyi yönetmen oskarını kazandıran “Pi’nin Yaşamı” isimli 2012 yapımı sinema filmi, gerçeğinden ayırdedilemeyecek kadar başarılı kaplan animasyonlarıyla, adeta birer görsel şölene dönüşen sahneleriyle çok konuşulmuş olsa da, filmin verdiği mesajların ve alegorik senaryosunun yeterince tartışılmadığı kanaatindeyim.

Filmi seyreden edebiyat meraklılarının aklına mutlaka Ernest Hemingway’in Nobel edebiyat ödüllü eseri “İhtiyar Adam ve Deniz” gelmiştir. Bir filikada hayat mücadelesi veren ihtiyar denizcinin hikâyesi ile filmdeki hikâye arasında paralellikler kurmak hayli kolay. Tabi koyu bir Katolik ailede yetiştiği halde dinden uzaklaştığı ve nihayet intihar ederek hayatına son verdiği bilinen Hemingway’in romanında işlediği konunun sembolik olduğunu ve dînî bir mesaj taşıdığını biliyorsanız “başka” paralellikleri yakalamanız da zor olmayacaktır.

life-of-pi-6Aslında film de Yann Martel isimli yazarın çok satan bir romanından sinemaya uyarlanmış. Filmde verilen mesajları daha iyi anlayabilmek için yazar hakkında biraz bilgi sahibi olmanın faydası var. Filmin senaryosuna kaynak teşkil eden meşhur kitabın yazarı Yann Martel aslen Kanadalı. 1963’te İspanya’da doğmuş. Alaska, Kolombiya, Kosta Rica, Fransa, Ontario ve Mexico’da büyümüş, İran, Türkiye ve Hindistan’da zaman geçirmiş ve belli ki bu ülkelerde müşahede ettiği mistik anlayışlardan hayli etkilenmiş. Herhangi bir dine mensup olmadığını söylüyor.

Filmde genel olarak yola agnostisizmden yola çıkıp, panteizme, politeizme hatta monoteist dinler de dâhil olmak üzere tüm inançlara post modern sayılacak bir hoşgörüyle bakan mistik bir kavrayışa varılıyor. Filmde, bu varılan inanışın propagandasını görmek mümkün.

Agnostisizm, bilinmezcilik ya da bilinemezcilik olarak Türkçe ’ye tercüme ediliyor. Rasyonel bakışla Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun ve evrenin nasıl ortaya çıktığının bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akım. Agnostikler Tanrı’nın varlığını reddetmezler ama bu kabul ettikleri anlamına da gelmez. Bunu bilemeyeceğimizi ileri sürerler. Tanrı’nın varlığı konusunda bu şüpheleri taşıyanların tabiatları itibariyle bir dini benimsemeleri beklenemez.

Filmde güya bir ateisti tanrının varlığına ikna edecek hikâye anlatılırken ileri sürülen argüman şu:

Dünyaya nasıl geldiğimiz konusunda ateistlerin ileri sürdükleri teoriler de, bir tanrı (veya tanrılar) tarafından yaratıldığımızı ileri sürenlerin iddiaları da aynı derecede “ispatlanmaz” iddialardır. Yani ne olduğu asla “bilinemez”. Neticede herkes bu iki “hikâye” arasında bir tercihte bulunur ve tanrısız “hikâyeyi” tercih etmek, aynı derecede şüpheli iki hikâyeden kötü ve karanlık olanı tercih etmektir. O yüzden Tanrı’ya inanmak gerekir!

Kendisi de bir dine inanmadığını açıklayan Yann Martel kitabında kahramanı Pi’ye agnostiklerle ilgili olarak şunları söyletiyor:

“Bu konuda dürüst olacağım. Asıl hoşlanmadıklarım Tanrıtanımazlar değil, bilinemezcilerdir. Kuşku bir süre için iyidir. Hepimiz, Gethsemane Bahçesi’nden geçmeliyiz. İsa kuşku duymuşsa eğer, biz de duymalıyız. İsa dualar ederek, acı dolu bir gece geçirdiyse, çarmıha geriliyken, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye yakardıysa eğer, bizim de kuşku duyabileceğimiz bir gerçek. Ama yolumuzda ilerlememiz gerekir. Kuşkuyu bir hayat felsefesi olarak seçmek hareketsizliği bir taşıma biçimi olarak seçmeye benzer.”

Bu satırlardan da açıkça anlaşıldığı gibi yazar, agnostik şüpheden yola çıkmayı makul görmekle beraber sürekli şüphe içinde yaşamayı kabul edilemez buluyor. Ancak yazarın nefesi, “hakikat arayışı” için çıktığı yolda, tanrı tarafından yaratılmış olduğumuz inancını benimsediği noktada kesiliyor, yazar daha ileri gidemiyor. Tanrı fikrini kabul ettiği anda karşılaştığı dinleri lüzumsuz saymakla beraber, reddetmiyor da.

BRAY_PI_2702.CR2

Filmin/romanın kahramanı Hristiyanlık, İslam, Yahudilik ve Hinduizm’i aynı anda benimseyen ve her birinin dini ritüellerini yerine getirmeye kalkan bir çocuk. Hinduların milyonlarca tanrısı arasında öne çıkan Krishna’nın bilgeliğini, Vishnu’nun kötülükten kaçıran güç ve okyanustaki hayat enerjisi oluşunu, hıristiyanların acı çekmeyi sonsuz sevgi ve “aşk’la” izah edişlerini ve Müslümanların tek bir tanrı önündeki teslimiyetlerini kafasında “telif” ediyor. Kitabın yazara Yann Martel’e göre “çözüm” mükemmel! Ama bu dinleri bir arada kabul etmek gerçekten mümkün mü?

life-of-pi-8

İslam dinine girebilmenin bir numaralı ve olmazsa olmaz şartı Allah’tan başka ilah olmadığını kabul edip ondan gayrı her türlü “ilahı” reddetmek iken Vishnu’yu, Krishna’yı ve otuz milyon Hint tanrısının yanında Hıristiyanların iddia ettikleri üçlü tanrı tasavvurunu İslam’la nasıl bir araya getirebilirsiniz?

life-of-pi-7

El cevap: mistisizmle!

Belki filmin ülkemizde hüsnükabul görmesinin en temel sebeplerinden birisi de teklif ettiği tasavvufi hayat kavrayışı. Mevlana’nın mıdır yoksa Ebu Said Ebu’l Hayr’a mı aittir tartışıladursun, şu şiiri hepimiz işitmişizdir:

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel, ,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz…
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.

Niyazi-i Mısri’nin şu şiirinde de meyhaneden, hatta put haneden bile Allah’a ulaşan bir yolun varlığını ileri sürülürken, ancak “kafesleri” parçalayan “o” olgunluk seviyesine ulaşanlarca anlaşılabilecek bir “mistik genişlikten” yahut  “tasavvufi hoşgörüden” dem vurulmaktadır:

Derya olunca nefes
Parelenince kafes
Ta kesilince bu ses
Çağırırım: Dost! Dost!

Mescid ü meyhanede
Hanede viranede
Kabede puthanede
Çağırırım: Dost! Dost!

Şeyh-i Ekber diye anılan İbn-i Arabi’nin Kur’an’ın son derece açık bildirimine rağmen Firavun’u mümin sayması, ölürken gusül abdesti alıp cennette gittiğini iddia etmesi de yine bu konuda güzel bir örnek olarak verilebilir.

life-of-pi-3Pi’nin Yaşamı, işte tam da bu mistik kavrayışların tüm kırmızıçizgileri silip, sevgi, aşk gibi “sihirli” kelimelerin buğusu içinde ilahi kuralları, güya yine tanrı adına ve onun isteğiyle ortadan kaldırdığı sisli atmosferin tebcil edildiği bir film.

Görüldüğü üzere aslında agnostik bir anlayıştan yola çıkıp, mistiklerin tüm sınırları, kuralları flulaştıran, tüm inançları bir potada eritip birbirine karıştıran kavrayışına varan bir yol bu.

Bütün bunların yanında filmin, anlatılan alegorik hikâyenin ardına başarıyla sakladığı, iddiasını da kısmen dayandırdığı, iç kaldıran başka bir hikâye var ki onu da fark edememiş olanlar için açıklayalım:

Romanın ve filmin hikâyesi 1884 yılında yaşanmış gerçek bir trajediden hareketle kurgulanmış. O sene Mignonette isimli bir yat, kaptan Dudley, kılavuz Stephens, denizci Brooks ve miço Richard Parker’dan müteşekkil dört kişilik mürettebatı ile Southampton-Avustralya seferini yaparken, Ümit Burnu’na 1600 mil mesafede şiddetli bir fırtınaya tutulmuş ve mürettebat gemi batarken bir sandala sığınmış. Susuz ve geride kalmış bir kaç balık konservesiyle on sekiz gün yaşadıktan sonra 5 Temmuz 1884’te açlık ve susuzluktan ölmek üzere iken miçoyu öldürmeye karar vermişler. Kaptan 17 yaşındaki miço Richard Parker’ı öldürmüş. Diğer üç kişi ölmemek için miçonun etini yiyip, kanını içmişler ve geminin batmasından yirmi dört gün sonra bir Alman gemisi tarafından kurtarılarak İngiltere’ye götürülmüşler. Çıkartıldıkları mahkemede yamyamlık yaptıkları için önce İngiliz jürisince ölüm cezasına çarptırılmışlar. Fakat daha sonra İngiliz kraliçesi cezalarını altı ay hapse çevirmiş. Bu hadise hukukçular arasında zaruretlerin bazı cezaların uygulanmamasının meşru sebebi sayılabileceğine dair tartışmalarda sıkça gönderme yapılan bir hadiseymiş.

Hemen görüldüğü gibi filmdeki kaplanın ismi olan Richard Parker doğrudan bu hadiseden alınmış.  Kurtulan kişi sayısının dört kişi olması da filme aynen yansıtılmış. Kaplan, sırtlan, zebra ve orangutan doğrudan dört kişiyi sembolize ediyor. Aslında çocuk ve kaplan aynı kişi. Kaplan iyi yürekli bir insanı zaruret halinde başka bir insanın etini yiyebilecek hale getiren “nefsini” yahut insanın hayvâni tarafını temsil ediyor.

Filmde daha üstü kapalı geçilse de romanda Pi hikâyenin “gerçek” versiyonunu bütün açıklığıyla anlatıyor. Normal hayatında vejetaryen olmasına rağmen, önce balık ve daha sonra deniz kaplumbağası yemek zorunda kalıyor. Hatta onun tuzsuz kanını içiyor. Yavaş yavaş inandığı tüm kuralları çiğnemeye başlayan Pi daha sonra katil olmakla kalmayacak, insan eti bile yiyecektir.

Fırtınadan sonra hayatta kalanlar arasında sırtlanla sembolize edilen aşçı korkunç birisi. Aslında ihtiyaç olmadığı halde, daha ilk günlerde bulduğu bir fareyi yiyor, filikanın yiyecek ve su erzakını yağmalıyor. Aşçı daha sonra zebra olarak tasavvur edilen ve kırılan bacağı yüzünden enfeksiyon kapan ve öleceği kesinleşen Japon denizciyi biraz da acı çekmesin bahanesiyle öldürüyor, kestiği bacağının etinden balık yemi yapıyor hatta küçük parçalar yiyor. Orangutan olarak sembolize edilen Pi’nin annesini defalarca bıçaklayıp öldürüyor, kafasını kesiyor ve annesinin cesedini yemeye başlamadan önce Pi’ye fırlatıyor. Kısa süre sonra bir kaplumbağa yakalıyor ve Pi’ye en güzel etlerini ve kanını veriyor. Daha sonra Pi ile kavga ediyorlar. Pi aşçıyı öldürüyor ve cesedini ve hayati organlarını yiyor:

“Onu defalarca bıçakladım. Kanı, çatlak ellerimin acısını azalttı. Yüreği tam bir karmaşaydı – ona bağlı onca boru vardı ki. Sonunda onu çıkartmayı başardım. Tadı harikaydı, kaplumbağadan çok daha lezzetliydi. Karaciğerini yedim. Etinden büyük parçalar kestim. Şeytanın ta kendisiydi. İşin kötüsü, beni içimdeki şeytanla -bencillik, hiddet, acımasızlıkla- tanıştırmıştı. Artık bununla yaşamak zorundaydım. Yalnızlık başladı. Tanrı’ya yöneldim. Hayatta kaldım.”

Romanda Pi’nin aşçıya karşı sürekli değişen bakışı dikkat çekiyor:

“İğrenç bir adamdı, Vahşi biriydi” (337-38). Fakat “Bazen… ona sevgiyle baktım. Arkadaş olduğumuzu hayal ettim” (343). “Çok kötü bir adamdı. Daha da kötüsü, benim içindeki kötülüğü ortaya çıkardı – bencillik, öfke, acımasızlık. Bununla yaşamam gerekiyor” (345).

life-of-pi-9 life-of-pi-10

Pi’nin bulduğu, kozmik okyanusta yatan Vishnu görüntüsünde olan ada aslında açlık neticesi görülen bir halüsinasyon ya da yaşanan korkunç travma neticesi beynin uydurduğu bir hayal. Adanın gerçekteki karşılığı aslında aşçının çürüyen cesedi. Pi’nin nefsini, hayvani tarafını temsil eden kaplanın adadaki mirketleri yemesi ve hikâyeyi anlatan Pi’nin “ada etoburdu” lafı aslında adanın aşçının cesedi olduğunu ve Pi’nin hayatta kalmak için cesetten yediğini gösteriyor. Pi’nin karnını doyurduktan sonra adada bulduğu diş, adamı yiyip kendine geldiği anda gördüğü bir azı dişi aslında. O andan sonra adadan ardına bakmadan, kaçarcasına ayrılması ise duyduğu tiksintiden. Adadan ayrılmadan önce bir miktar yiyecek depolaması ise cesedi denize atmadan önce bir kısmını yemek için tutması anlamına geliyor. Kitapta burası şöyle anlatılıyor: “…artık daha fazlasını midem almayana kadar deniz yosunu yedim……ve Richard Parker için kapaklı bölmelere sığdırabildiğim kadar mirket aldım.”

life-of-pi-1“Ve sen, kaplan oluyorsun…” Kaplanın Pi’nin karanlık yanı yahut ‘nefsi’ olduğunu söylemiştik. Filmin kahramanı iyi yürekli, barışçıl, vejetaryen iken, kaplan ise acımasız, vahşi ve etobur. Hayatta kalmasını kaplana borçlu olduğunu bir kaç yerde söylüyor: “Ve sonrasında Richard Parker, yani benim vahşi refakatçim… beni hayatta tutan dehşetli varlık…” Zira eğer nefsi onu zorlamasa hayatta kalmak için mecbur olduğu iğrenç şeyleri yapamayacaktı.

life-of-pi-2Yazar, romanda Pi’ye, yaşadığı bu süreç boyunca Tanrı ile olan ilişkisini şöyle anlattırıyor:

“Tüm koşullara uyarladığım, dini alışkanlıklar geliştirdim. Papazsız ve kendilerini mezheplerine adamış bir cemaat olmadan, tek başına yapılan ayinler, murtisiz darshanlar, tanrılara kaplumbağa eti adamalar, Mekke’nin nerede olduğunu bilmeden Allah’a dua etmeler ve yanlış kullanılan Arapça sözcükler. Beni rahatlattıkları kesindi. Ama zordu, gerçekten çok zordu. Tanrı’ya bağlılık bir açıklık, bir deliliktir, derin bir inançtır, özgür bir sevgi gösterisidir, ama bazen sevmek öyle güçleşir ki. Bazen öyle bir ümitsizlik, terk edilmişlik ve bıkkınlık hissine kapılıyordum ki, yüreğimin Pasifik’in dibine batacağından ve onu geri alamayacağımdan korkuyordum. Böylesi anlarda moralimi yükseltmeye çalışıyordum. Gömleğimden geriye kalanlarla yaptığım sarığı elleyip yüksek sesle, “Bu Tanrı’nın Şapkası” diyordum.”

Aslında yazar bu satırlarıyla kulların, din kurallarını çiğnenmelerinin tanrı ile kurulan irtibatlarını zedelemeyebileceği ima ediyor. Çocuk fiilen kutsal bildiği bazı kesin sınırları ihlâl ederken, başka ritüellere sığınarak “kalben” tanrıya daha çok bağlanabiliyor! Yazar bu metafordan hareketle, dinlerin anlamsız olmakla beraber faydalı olabileceklerine dair fikrine kendince bir delil sunmuş oluyor!

life-of-pi-11Üzerinde durulması gereken başka bir detay da batan geminin adında gizli. Japon gemisinin ismi Tsimtsum. Bu kelime aslında 16. yüzyılda yaşamış bir kabbalist olan Isaac Luria tarafından, Tanrı’nın yaratılışta “sonsuz ışığını” sınırlayarak dünyada görünüşte bağımsız bir varlık alanı oluşturması ve özgür iradeye imkân tanıması anlamında kullanılmış. Romanda Pi yazarla konuşurken üniversitede Luria’nın yaratılış teorileri hakkında bir tez yazdığını söylüyor. Filmde ise Luria’ya değinmiyor ve sadece Kabbala üzerine bir kurs verdiğinden bahsediyor.

Vikipedya “kabbalayı”, “değişmeyen, ebedi, gizemli ve her şeyden önce olan-Tanrı ile ölümlü ve sonlu evren (ve onun yaratılışı) arasındaki ilişkiyi açıklamayı amaçlayan ezoterik Yahudi öğretileri” olarak tanımlıyor. Kabbala Yahudi mistisizmidir ve mistisizm düşüncesi filmde bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.

Mistik öğretiler, Hindistan ve uzak doğunun çok tanrılı dinlerinde akıl almaz çılgınlıklarının çekirdeğini teşkil ederken, ehli kitabın dünyasında bambaşka bir vazife ifa etmektedir. Mistisizm, ehli kitaba ulaşan ilahi mesajda gedikler açarak ilahi dinlerin içinde her türlü batıl inanca, putlara, başka ilahlara farklı kılıflar altında bir hayat alanı sunmaktadır.

Filmde dinlere nasıl bakıldığını anlamak için kullanılan hayvanat bahçesi metaforuna çok dikkat etmek gerekir:

“Hayvanların özgürlüklerini sınırlayan kafesler, onları özgür hayattan alıkoymalarından dolayı “iyi” olmasalar da hayvanları kendi adlarına vahşi doğada avlanma ve hayatta kalmaya çalışma zahmetinden kurtardıkları için büsbütün “kötü” sayılmazlar. Dinler de aslında aynı şekilde lüzumsuz ve sınırlayıcıdırlar ama inanmak isteyip de bunu nasıl yapacağını bilemeyenlere, belli bir olgunluk seviyesine varamamış insanlara çerçevesi çizilmiş kurallar, belli ibadet ritüelleri sağladıkları için büsbütün “kötü” yahut lüzumsuz sayılmazlar!” İşte bu yüzden mistik olgunluğa erişmiş (insan-ı kâmil olmuş) kimseler için kafesler (yani dinler ve dini kurallar) lüzumsuz hale gelir! Geriye kalanların o olgunluk seviyesine erişinceye dek dini pratikleri sürdürmelerinde bir mahsur yoktur!”

Filmin ana mesajı şu cümlelerle veriliyor: “Her iki hikâye de Tsimtsum’un neden battığını açıklamıyor. İşte bu Tanrı için de böyledir”. Filmde anlatılan iki hikâye de, nasıl var olduğumuza dair iki “hikâye” de aklımızı tatmin edemediğine göre bunlardan “güzel” olanı tercih etmenin gerektiği ileri sürülüyor. O zaman bize şu soruyu sormak düşüyor:

“Hakikat arayışı” sadece estetik bir tercih seviyesine indirgenebilir mi? Bu görüş bütün derin görüntüsüne rağmen oldukça sığ bir bakış değil mi?

Twitter: @salihcenap