İçimizde Yaşayan Ortaçağ Keşişi ve Bir Türlü Bitmeyen Buhranımız

Bundan tam 65 sene önce, 1950’de çok partili hayata adımımızı attık. Ömrünü tamamlayıp çöken bir medeniyetin varisleriydik. Yegâne çıkışı reddi miras ve batı medeniyetine kayıtsız şartsız teslimiyette arayanlardan medeniyetimizi yeniden üretecek, onu küllerinden bir kez daha doğuracak kıvılcımlar beklemek abes olurdu. Ama artık geçen karanlık yıllara nispetle daha hür bir ortam vardı ve müsademe-i efkârımızdan çıkacak bârikalarla(*) külleri yeniden tutuşturmanın hayallerini kurabilirdik. Üstüne üstlük galiplerin medeniyeti de artık inkıraz devresine girmiş, derin buhranlar geçiriyordu. Zorla batı medeniyeti trenine bindirilmiş milletimize de ister istemez tesir eden buhranlar…

Hür tefekkürün ve inançların yakasını, devletin yirmi beş senelik ağır ideolojik baskısından azıcık kurtarır gibi olduğu o günlerde, Peyami Safa şöyle yazıyordu:

p-safaMobilyalara bakınız, kübikle stil arasında sallanır; kadının saçlarına ve eteklerine bakınız, ikide bir kısalır ve uzar; edebî cümleye bakınız, bazan demiryolu kadar uzun, bazan da telgraf ibaresi kadar kısadır; şiire bakınız, şuur ve hezeyan arasında gidip gelir; dansa bakınız, tangoda ağır bir dalgalanış, sambada histerik bir çırpınıştır; sofrada oturulur, kokteylde ayakta durulur; babasının önünde sigara içmeyen erkeklere, hoşlandığı adamla kucaklaşan kızlara rastlarsınız; flört kimine göre meşru bir anlaşma denemesi, kimine göre bir zina stajıdır.

Görünüşle oluş arasındaki münasebet yakalanınca, bütün bu üslûp tezat ve buhranlarının, insanın her şeye ve kendi kendisine ait telâkkilerinde bir şaşkınlık ve bocalama ifade ettiği anlaşılır. Ekonomiden ahlâka ve muaşerete kadar buhran geçirmeyen hiçbir müessese yoktur. İçinde yaşadığımız bu tezatları iyice fark edemiyoruz, günlük hadiselerin seline kapılmış gidiyoruz; biraz geri çekilip de, zekâmızın realiteyi toptan kavramasına gelince anlıyoruz ki, henüz yoklama ve araştırma çırpınışları içindeyiz.

OBJEKTİF:8 – 20. Asır Avrupa ve Biz, s.22

Safa’nın tüm insanlık için bahsettiği “yoklama ve araştırma çırpınışları”, takip eden senelerde yoğunlaşarak ama bir neticeye varmadan sürdü gitti. Ülkemizde ise bu çırpınışlar yavaş yavaş tehlikeli,  bizi içten içe tüketen ve kardeşi kardeşe kırdıran çatışmalara doğru evrildi.

Peyami Safa’dan yaklaşık yirmi beş sene sonraki vaziyetimizi, Cemil Meriç’in fiziksel gerçekliğe kapalı olduğu kadar hakikate açık gözlerinden seyredelim:

cemil-meric-294180Üzerinde anlaştığımız hiçbir ilke yok. Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz. Politikanın çığlıkları yanında şiirin ve düşüncenin sesi boğuk bir inilti. Hıristiyanlaşmadık ama içimizde bir ortaçağ keşişi yaşıyor. Elbirliğiyle sarıldığımız tek müessese: Aforoz. Sevginin, anlayışın dayanışmanın kaybolduğu karanlık devirlerde tenkit susar, hiciv konuşur. Sağ uykuda, sol şuursuz. Her iki cephenin ortak vasfı; Kadirnaşinaslık. İnsanla insanı birbirinden ayıran duvarları hicvin dinamiti yıkar ancak. Silahların konuştuğu yerde şarkı söylenmez.”

Mağaradakiler, s.249

Meriç’ten sonra soğuk savaş yılları da nihayet bulunca sırtımızdaki kat kat deli gömleklerinden bir tanesinden daha kurtulmuş olduk. Artık iki melanet kutbundan birisi tarafında saf tutmaya zorlanmayacaktık. İkibinli yıllardan itibaren maddi imkânlarımızla beraber hürriyetlerimiz de tedricen genişledi. Ama George Orwell’in tasavvur ettiği distopyadan adım adım uzaklaşırken bu sefer de Aldus Huxley’in tasavvur ettiği distopyada bulduk kendimizi. Evet, insanın yüzünü sürekli çiğneyen bir çizme yoktu (**) artık hayatımızda ama bu sefer de zihin dünyamızı temelsiz, devamsız ve bağlantısız bir sürü “çöp fikir kırıntısı” kirletir olmuştu. Tenkit giderek daha da imkânsızlaştı zira üzerinde anlaştığımızı sandığımız en temel ilkeler bile havaya karışıp kaybolan sigara dumanları misali kaybolmaya başladı.

Meriç’in haber verdiği “içimizdeki ortaçağ keşişi”, fikirlerin kıymetsizleştiği, sıradanlaştığı günümüzde sessizce kaybolup gideceği yerde, her geçen gün biraz daha kuvvetleniyor. Çünkü fikrin zevali putlaştırdığımız nefislerimizin aforoz arzuları önünde mâni değil. Her insanın tanrı, her zırvanın ideoloji, her safsatanın felsefe, her gevezeliğin edebiyat, her hezeyanın şiir kabul edildiği bir ortamda tenkitçi, tekfircilerin baş hedefi oluyor. Çünkü fikir gibi görünen şey artık maalesef çoğu zaman nefis denen ejderhayı örten ince bir kumaştan fazlası değil. O yüzden fikre yöneltilen her itiraz, şahsiyete yöneltilmiş sayılıyor. Böyle olunca alınan tutum itiraza cevap vermek değil, doğrudan itiraz edenin şahsına taarruz etmek oluyor.

Önümüzdeki günlerde bu taarruzların fikir planından fiil planına geçme tehlikesi bulunuyor. Bir türlü bitmeyen buhranımız kendine yeniden kanlı sofralar kuracak gibi. Üstelik bu sefer suçu üzerine atacağımız karanlık ve ceberrut bir derin devletimiz yahut “harici bedhahlarımız” da olmayacak elimizde.

(*) “Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat doğar” sözü Namık Kemal’e aittir ve “Fikirlerin çarpışmasından hakikat kıvılcımları doğar” anlamına gelir.

(**) George Orwell’in 1984 romanında, işkenceci O’Brien şunları söyler:

2415-30“Partiye karşı olandan başka bağlılık bulunmayacak. Büyük Biradere karşı duyulandan başka sevgi duyulmayacak. Bir düşmanın yenilgisine gülmekten başka kahkaha olmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey kalmayacak. Her şeye egemen olduğumuzda, bilime gerek kalmayacak. Güzellikle çirkinlik arasında bir ayrım bulunmayacak. Merak ve yaşama sevinci ortadan kalkacak. Tüm zevkler parçalanacak. Ama şunu hiçbir zaman unutma ki Winston, günden güne büyüyen ve kurnazlaşan, kendinden geçmiş iktidar, hep var olacak. Her an, zafer coşkunluğu ve zayıf bir düşmanın ezilmesi duyguları taşınacak. Geleceğin nasıl olacağını bilmek istiyorsan, bir insanın yüzünü aralıksız çiğneyen bir çizme düşle…”

twitter:@salihcenap

Efendilerin Şarkıları

Efendilerin Şarkıları

Bugünkü anlamlarıyla psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin tarihleri hiç eskilere gitmez. İnsanın zihnî yapısı, şahsî ve toplumsal öğrenme süreçleri, beynin nasıl çalıştığı gibi konularda yapılan araştırmalar, batı dünyasında kabul edilmiş ilmî disiplinler arasına ancak son 100-150 yılda girebilmiştir. Bu yeni araştırmalar hakettikleri saygıyı ve ilgiyi elde etmekle beraber, diğer disiplinlerdeki bir çok araştırmanın kaderini de paylaşmıştır. Kuantum çalışmalarından, gen incelemelerine kadar, insanlığın hayrı için girişilmiş hemen her bilimsel çalışma nasıl yeni ve korkutucu bir silaha dönüştürüldüyse, psikoloji ve sosyoloji alanında edinilen bilgiler de hem fertleri hem cemiyeti yönlendirmek, motive etmek yahut sindirmek gibi gayeler için kullanılır hâle gelmiştir.

zamyatin-bizYevgeni Zamyatin ve George Orwell, meşhur romanlarında, toplumu şekillendirmek ve yönlendirmek maksadıyla vatandaşların zihni süreçlerini kontrol etmeye çalışan zorba diktatörlerin hikâyelerini anlatırlar. Diktatörler, bu hikâyelerde “konvansiyonel” sayılabilecek metotlarla çalışırken Kurt Vonnegut’un, kısa hikâyesi “Harrison Bergeron”da insanları (aptallıkta da olsa) eşitlemek uğruna aptallaştıran elektronik cihazlarla tanışırız. “Distopya” olarak  tasnif edilen bu kurgu romanlar, elbette günümüzün toplum mühendislerine ilham vermek için değil, bizleri, kibirli efendilerin girişebilecekleri çok tehlikeli oyunlara karşı ikâz etmek, uyandırmak için yazılmıştır.

Hemen hemen sözünü ettiğimiz eserlerin yazıldığı tarihlerde, insan zihninin nasıl çalıştığını anlamak için yapılan çok derin ve çeşitli bilimsel çalışmalar yoğunlaştırılmıştır. Eğitim psikolojisi alanında faaliyet gösteren Amerika’lı bilim adamları, 1950’li yıllarda, bugün hâlâ geçerliliğini muhafaza eden bir teori ile zihnî faaliyetleri kabaca üç temel bölgede incelemeye almışlardır. Bunlardan birincisine düşünme, kavramlaştırma, anlama, ispat etme ve benzeri zihnî faaliyetleri ihtiva eden “bilgi bölgesi” (“cognitive domain”), ikincisine, hissetme, sevme, nefret etme, kin duyma, korkma ve benzeri hisleri barındıran “his bölgesi” (“affective domain”) ve sonuncusuna da fiziksel hareketlerimizi idâre eden “hareket bölgesi” (“psycho-motor domain”) isimini vermişlerdir.

bilissel-duyussal-piskomotor2Blooms-Taxonomy-domains

bilissel-duyussal-piskomotor

Biz, yapılan tasnifi biraz derinleştirmek ve şemaya eklemeler yapmak istiyoruz. İlk iki ana kategoriye ait yapıların, yani hislerin ve zihnî süreçlerin, hem kendi içlerinde, hem de birbirleriyle sayısız etkileşime girererek anlaşılması çok daha zor, mücerret bir üst yapı olan “inancı” oluşturacaklarını düşünüyoruz. Ve inançların da üstünde, insanları inançları istikametinde hareket etme, tavır alabilme noktasına taşıyan ihlaslı duruşu, yani “îmânı” buluyoruz. Eğer bilgiyi güfteye benzetirsek, hisler besteye, inanç ise bunların meczolması neticesi vücud bulan şarkıya benzer. Orwell’in, Zamyatin’in, Vonnegut’un resmettiği ve bizim içine doğduğumuz distopyalarda mesele şudur: Kendilerini tanrının yerine koymaktan çekinmeyen, toplum mühendisi-efendiler, kendi güftelerini, bestelerini, şarkılarını idâre ettikleri milyonlara söyletirken, insanların sadece kendi şarkılarını söylediklerinden şüphe duymamalarını sağlamayı başarmaktadırlar. Böylece bu efendiler, insanları hürriyetlerinden şüpheye düşürmeden mükemmel köleler haline getirmek üzeredirler. Peki bunu nasıl yapmaktadırlar?

2017-11-17_08-25-58

Kendimizi bir efendi-mühendisin yerine koyarak önce problemi tanımlayalım: İnsanlara, bestesi de güftesi de bize ait şarkıları söyletmek istiyoruz. Üstelik bunu söyletirken, zor kullanmaksızın, aslında herkesin kendi şarkısını söylediğine inanmasını arzuluyoruz.

Şimdi problemi çözme konusunda yardım için, yeniden başta sözünü ettiğimiz eserlere baş vurarak hislerin ve zihnî süreçlerin değişik kurgularda nasıl ele alındığını inceleyelim.

zamyatin
Yevgeny Zamyatin

Zamyatin’in kurgusunda insanların isimleri yoktur. Bunun yerine harfler ve sayılar kullanılır. Romanın kahramanı olan matematikçi D-503 diye anılır. İnsanlar düşünme, fikir geliştirme işini, adeta tapar hale geldikleri “tek devlet’e” terketmişlerdir. Tek devlet, meşruiyetini ideal doğru olduğu kabul edilen matematiksel kesinlikleri esas almasına borçludur. Romanın isminde de vurgulandığı gibi şahsî olan hemen her şey sıfırlanmış, herşey “biz”e göre ayarlanmıştır. Meselâ, sistemin sadık bir mensubu olan D-503, şahsî saatlerin devlete karşı işlenen suçların kaynaklarından sayılması gerektiğini düşünmektedir. Kusursuz işleyen devlete, yani “biz”e ait, umumî saatler dururken başkasına ihtiyaç yoktur! (Burada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” isimli şaheseri gelir aklımıza.) İnsanların mahremiyetleri asgarî seviyeye çekilmiştir. Sürekli gözetim ve kontrol vardır. “Tek devlet” marşı herkes tarafından coşkuyla söylenmek zorundadır. Gülüşlerin ve iç çekişlerin artması “tek devlete” ve onu yöneten “Velinimet’e” tehdit teşkil ettiğinden “hayal gücü” operasyonu (yahut kampanyası) başlatılır. İnsanlar bu kampanyaya katılarak hayal güçlerini “aldırmaya” davet edilirler.

 

Zamyatin’in distopyasında insanların hem bilgi, hem his bölgeleri baskı altında tutulmaktadır. Bilgi planında sanki çok bir sıkıntı yok gibi görünür. İnsanlar matematiksel kesinliğin bilgi planında alternatif mütealalara yer vermeyecek şekilde hakim olmasını kabul etmiş gibidirler. Çatışma his bölgesinde yaşanır. Zaten D-503 devlete karşı suç işlemeye, yani bazı şeyleri gizlemeye, yalan söylemeye ve standart dışı hareket etmeye E-330 diye anılan kadına aşık olması akabinde başlar. Hislerin topyekün bastırılması değil yönlendirilmesi mevzu-u bahistir. Halktan “tek devlet” adına bir coşku, sadâkat hatta yerine göre ferâgat beklenir.

George-Orwell
George Orwell

Orwell’in 1984’ünde de çok benzer bir tabloyla  karşılaşırız. En büyük fark Zamyatin’in dünyasında daha önce halledilmiş gibi görünen, “bilgi planındaki operasyonun” 1984’te henüz sürüyor olmasıdır. Düşünce dünyasının kontrolü için, kullanımdaki kelimelerin hızla azaltılması, bir “arı dil” oluşturulması yoluna gidildiği görülür. Kelimeler ve kavramlar asıl ifâde ettikleri mânâlardan koparılarak kullanılmaktadırlar. İşkenceden sorumlu bakanlığın adı sevgi bakanlığı, yalan haberler üreterek ve gerçek haberleri yok ederek toplumu yönlendiren bakanlığın adı “doğruluk” bakanlığıdır. Öte yandan hislerin kontrolü asla ihmal edilmez. Meselâ “iki dakikalık nefret” töreni ve nefret haftası halkın, “iç partinin” ve “ağabeyin” düşmanlarına karşı nefret hislerini sergilemesi (yahut ispat etmesi) için bir zemin oluşturur. Ayrıca “zararlı” fikirler üretmemeleri için insanları porno yayınlarla meşgul etme yönünde bir devlet politikası olması da ilgi çekicidir.

 

Kurt-Vonnegut
Kurt Vonnegut

Vonnegut’un dünyasında hislere ilişen kimse yokmuş gibi görünür. Çünkü hislerin bir işe yaraması için, bir başka değişle tehlikeli olabilmesi için, zekâya ihtiyaç duyacağı varsayılır. Yine de hislerin zekayı tetiklememesi için, zekice olma ihtimali olan eserlerle beraber, güzel, estetik açıdan kıymetli olması muhtemel eserlerin halka ulaşmasına mâni olunur. Herkesin kafasına taktığı bir cihaz, sürekli elektrik şokları vererek normal zekâlıları aptallaştırır ve diğerlerinin seviyesine çeker. Hikâyenin kahramanı Bergeron, fırsatı yakaladığı anda estetik kıymeti haiz eserleri kitlelere ulaştırarak bir uyanış sağlamak peşinde koşar ve kısmen muvaffak da olur.

 

İnsanlık tarihinde tanrılık iddiasında bulunan pek çok kral olmuştur. Şeytanın bugünkü ortakları, son asra damgasını vuran mühendislik metodlarının yardımı ve geçmişlerin tecrübelerinden istifâdeyle, en karanlık, en korkunç oyunlarla karşımıza çıkmaktadırlar. İletişim imkânlarının fazlalaşması da, tarihin gördüğü en dehşet verici zihin manüpülasyonların yapılabilmesini mümkün kılmıştır. İletişim imkânlarının bugün vardığı nokta Zamyatin ve Orwell’in tahminlerinin, projeksiyonlarının çok ötesindedir.

Şeytanın en büyük başarısının, insanları, aslında var olmadığına inandırmak olduğunu söylerler. Söylediklerimizi büyük bir komplo teorisi olarak algılamaya temayüllü çok insan çıkacaktır. Halbu ki mesela Orwell’in “arı dil” üzerine kurguladıklarını neredeyse birebir yaşamışlardır bu insanlar. Şuurlu olarak bir kavram kargaşası içine sürüklenmişlerdir. En yakın dostlarıyla bile sıhhatli bir iletişim kurmalarına imkan kalmayacak şekilde, ortak bir kelime-kavram dağarcığından mahrum bırakılmışlardır. Hisleriyle oynanmıştır. Dün nefret ettiklerini bugün sevmeye mecbur edilmişlerdir. Kısacası farkına varmadan, kendi şarkıları yerine ikame ettikleri efendilerin eski şarkılarını unutup, efendilerin yeni şarkılarını söylemeye başlamışlardır.

La-Vefa
La vefâe mi mulûkîn (Kralların vefası olmaz)

Efendilerin kölelerine karşı giriştikleri, artık tamâmen zihnî planda cereyan eden büyük “gayr-i nizâmî harbte” insanlar, “bilgi cephesi” muharebelerini büyük ölçüde kaybetmiş ve daha geride bulunan “his cephesine” çekilmişlerdir. Şu günlerde muharebeler işte bu “his cephesinde” yoğunlaşmaktadır.

Eskinin fikir tartışmaları artık kalmamıştır. Açık oturumlarda, siyâset meydanlarında, sempozyumlarda,  radyolarda, televizyonlarda fikirlerini yarıştıranlar aniden buharlaşıp kaybolmuşlardır. Artık kitleler fikirlerinden değil hislerinden yakalanarak sevk ve idâre edilmeye başlanmıştır. Toplumu meşgûl eden meseleler, artık televizyon şovlarındaki kurgu hayatlara duyulan meraklarla, spor organizasyonlarında peşine düşülen marazî coşkular arasına sıkışmıştır. Bir zamanlar psikolojik harb birliklerin indoktrinasyon üslerine çevrilen televizyon haber bültenleri, artık sadece “üçüncü sayfa haberleri” diye anılan cinayet ve kaza haberlerine hasredilmişlerdir. Bu haberlerin düşünülecek tarafları yoktur. Ekrandan dökülenler insanda sadece acıma, üzülme, merhamet yahut nefret hisleri uyandırır ve birkaç dakîka geçmeden unutulurlar. Karmaşık bilgi bombardımanı nasıl zihnî süreçleri berhavâ ettiyse, bu haberler de insanî hisleri yok etmek üzeredir. Yavrusunun kanlar içindeki cesedini ellerinde taşırken haykırarak ağlayan Filistin’li annenin görüntüleri, tıpkı diğer cinayet görüntüleri gibi herhangi bir düşünme, fikir yürütme süreci başlatmadan acı vererek geçip gitmeye başlar. Hisler her seferinde derinliğini biraz daha kaybeder ve nihâyet bir gün, benzer görüntüler çıktığında “eğlenceli görüntülerin olduğu” başka bir kanal açılıverir. İnsan, efendilerce arzulanan his seviyesine indirilmiştir: zevki arayan ve acıdan kaçan canlılar seviyesine. Tıpkı hayvanlar gibi! Böylece artık sevk ve idâresi bir hayvan sürüsününki gibi kolaylaşacaktır.

Bilgi ile tepki verme iktidarını çoktan kaybetmiş insanlar, artık -en temel (hayvânî) olanlar hariç tutulursa- hissî tepkiler de veremez hale getirilmişlerdir. Böylesi bir his zemini manüpülasyona son derece açıktır. Kamçının yahut ateşin ucunu göstermek bile sürüyü istenen istikamete sevk etmek için kâfi gelebilecektir.

Distopyacılar kurtuluş için çok az ümit verirler ama ümit için çalacağımız kapı onların kapısı değil Mevlana’nın kapısıdır. Hikâyeye göre Mevlana bir gün ney sesinin hatırına şeytanın ağlamasını getirdiğinden bahsetmiş. Çevresindekiler şeytanın neden ağladığını sormuşlar. O da şöyle demiş: “Şeytan binbir emekle kurdurduğu yapıların, hiç yıkılmaz sanılan imparatorlukların, Firavun’ların, Nemrud’ların devletlerinin nasıl zamanla un ufak olup tarihe karıştıklarını görür de çabasının beyhudeliğini fark eder. İşte o zaman oturur ağlar.”

Salih Cenap Baydar

13 Ekim 2004 Çarşamba

Ankara