Çoğunlukçuluk

Çoğunlukçuluk

Çoğunluğun kararlarının uygulandığı ve bu kararların mutlak olduğu, insan hakları, yasalar, kuvvetler ayrılığı ilkesi gibi ilkeler tarafından sınırlanmadığı demokrasilere “çoğunlukçu demokrasi” veya “mutlak demokrasi” deniliyor.

Demokrasilerde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi benimsenirken, egemenlik haklarını doğrudan halk oyuna değil de soylarına dayandıran kralların, halkın inançlarına dayandıran dini önderlerin yahut zorbalığa, kaba kuvvete dayandıran tiranların egemenlik iddiaları reddedilmiş oluyor. Fakat çoğunluğun, yani seçmenlerin yarısından fazlasının desteğinin siyasilere egemenlik hakkını kullanma yetkisini mutlak olarak sağlaması da başka türlü zorbalıklara kapı açıyor. Siyasi liderlerin elde ettikleri gücü mutlaklaştırmaları, insanların bir kısmından aldıkları yetkiyi, tüm vatandaşlara ait egemenlik hakkının kullanımı yetkisine teşmil etmeleri, başka bir ifadeyle “milli iradeyi” tek başlarına temsil etme iddiasına soyunmaları başka komplikasyonlar yaratıyor.

Her şeyden evvel, seçimlerde çoğunluk içerisinde olmayan fertlerin iradelerinin tamamen yok sayılması tehlikesi ortaya çıkıyor. Eğer egemenlik hakkı milletin ise, çoğunlukçu demokrasilerde milletin hatırı sayılır bir kesiminin, bazı durumlarda neredeyse yarısının bu hakkı hiçe sayılmış, hatta neredeyse gasp edilmiş oluyor. Halbuki demokratik seçimler, halkın iradesinin büyük bir kısmının yönetime yansıması için bulunmuş araçlardan sadece bir tanesi. Milli iradenin, bu araç vasıtasıyla yönetime yansıtılamayan kısmı için devreye mutlaka başka araçların da sokulması gerekiyor.

silahlarÇoğunluğun desteğini arkalarına almayı başaran siyasi liderlerin kendilerini, sadece o çoğunluğu yönetsin, sadece kendisini seçenleri memnun etsin diye seçilmiş kişiler gibi görmeleri başka bir problem. Bu anlayış toplumdaki gerilimleri arttırıyor, çatışmaları körüklüyor. Artan gerilim, siyaseten işe yaradığı için siyasilerce bir enstrüman olarak bile kullanılabiliyor ama bu neticeleri düşünülmeden, sorumsuzca kullanılan enstrüman toplumsal barışın altını oydukça oyuyor, zorbalıklara zemin sağlıyor.

Kur’an-ı Kerim’deki yüz ikinci, iniş sırasına göre on altıncı sûre olan “Tekâsur” sûresi, “çoğunlukçuluk” meselesi açısından dikkate alınması gereken bir sûre. Diyanet İşleri Başkanlığı “tekâsur” kelimesini “çoğaltma yarışı” diye çeviriyor. Diyanet bu kelimeye özellikle “yüksek bir amaç gütmeden, neden niçin demeden mal, evlât, yardımcı ve hizmetçi gibi her devrin telakkisine göre çokluğuyla övünülen şeyleri büyük bir tutkuyla durmadan çoğaltma yarışına girişmek, mânevî ve ahlâkî sorumluluğunu düşünmeden alabildiğine kazanma hırsına kendini kaptırmak” anlamını veriyor.

Çoğunlukçu demokrasi devrinin telakkisine göre, siyaseten çokluğuyla övünülen en önemli şey “oy yahut taraftar sayısıdır” diyebiliriz. Bu “oy çoğaltma yarışını” yüksek bir gaye gütmeden, mânevî ve ahlâkî sorumlulukları göz ardı ederek, sadece daha çok hakimiyet sağlayıp güçlenmek için sürdürmenin yanlış olduğu aşikâr. Bizce burada güdülecek “yüksek gaye”, yönetilen tüm kitlenin mutlu, huzurlu, barışçıl bir ortamda, haksızlığa uğramadan, zorbalığa maruz kalmadan varlığını sürdürebileceği vasatı oluşturmak olarak tanımlanabilir.

Tekâsur suresi “çoğaltma yarışı sizi oyaladı” diye başlıyor. Sonraki ayet çok ilginç:

“Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.”

Bu cümleye müfessirler üç türlü mânâ veriyorlar.

İlki, hemen akla gelen bir mânâ: Çoğaltma yarışı peşinde oyalandınız da ne oldu? İşte sonunda ölüp mezara girdiniz; bu anlamsız tutku ve yarış, siz ölünceye kadar sürüp gitti.

Verilen ikinci mânâ şöyle: Bu çoğaltma yarışını o kadar abarttınız ki, dirilerin çokluğuyla övünme size yeterli gelmeyince tuttunuz mezarlıklarda yatan ölülerinizin çokluğuyla övünmeye başladınız.

Üçüncü mânâ: “Doğrudan mezarlarını ziyaret edip ölülerinizle övündünüz.” Tarihçilerden öğrendiğimize göre o devirde yaşayan Araplar, mal, evlât, akraba ve hizmetçilerinin çokluğunu bir gurur ve şeref sebebi sayarlar, hatta bu hususta övünürken yaşayanlarla yetinmeyip kabilelerinin üstünlüğünü geçmişleriyle de ispat etmek için kabirlere gider, ölmüş akrabalarının kabirlerini göstererek onların dahi çokluğuyla övünürlermiş.

Verilen bu mânâların hangisi tercih edilirse edilsin, neticede insan fıtratındaki “taraftarların çokluğu” ile övünme davranışlarının eleştirildiği, gerçek üstünlüğün ahirette ortaya çıkacağının hatırlatıldığı görülüyor.

Sûre şu şekilde devam ediyor:

“Hayır; ileride bileceksiniz! ﴾3﴿ Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz! ﴾4﴿ Hayır, kesin olarak bir bilseniz… ﴾5﴿ Andolsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. ﴾6﴿ Yine andolsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz ﴾7﴿ Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz? ﴾8﴿.”

Diyanet tefsirinden öğrendiğimize göre, takip eden 3, 4 ve 5. âyetlerin başındaki “hayır” anlamına gelen “kellâ” edatı, ebedî olan âhiret hayatını, orada verilecek hesabı ve bu hesap için hazırlık yapmayı unutup da fani olan ve ancak daha yüksek amaçlar için kullanıldığında bir değer ifade eden imkânları bilinçsizce çoğaltma yarışına girişip bunlarla övünmenin korkunç bir gaflet ve yanılgı olduğu gerçeğini vurgulamak maksadıyla üç defa tekrar edilmiş.

Allah’ın bize Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla ilettiği bu mesajdan, “taraftarları, malı, mülkü, dolayısıyla gücü çoğaltmanın ve bununla övünmenin “öte tarafta” hiç de “geçer akçe” sayılmayacağını çıkartmak mümkün görünüyor. Allah bize defalarca “hayır bilmiyorsunuz” diyor ve doğru olanı gösterip bizleri cehennemden de bahsederek ikaz ediyor. Bayıldığımız o çoğaltma yarışı anlamsız. İster oy olsun ister para pul, bize verilen her nimet aynı zamanda omuzlarımıza bir sorumluluk yüklüyor. Keşke bu ağır yükü fark edebilsek. Keşke “bilebilsek” de elde ettiğimiz imkânları hesaba çekileceğimiz günü aklımızdan hiç çıkartmadan, büyük bir ihtimam ve hassasiyetle kullanabilsek.

Keşke…

Gözü Kara Karagözlülerin Devrine Doğru

Gözü Kara Karagözlülerin Devrine Doğru

karagoz-ve-hacivatHacivat: ” Ak akçe kara gün içindir. ”
Karagöz: ” Akçe yok ki kara güne saklasam. ”
Hacivat: ” Bir elin nesi var, iki elin sesi var. ”
Karagöz: ” Kurnada oturanın elinde hamam tası var. ”
Hacivat: ” Söz gümüşse sükût altındır. ”
Karagöz: ” Söz altınsa sükût tenekedir. ”
Hacivat: ” Olur mu Karagözüm, sükût yani susmak altındır. ”
Karagöz: ” İyi, o zaman susalım, konuşmayalım. Buradaki kalabalık hemen dağılır. İnsanlar, işini bırakıp bizi dinlemeye geliyorsa sözüm altın değerinde olduğu içindir. ”

Karagöz kalabalığa dönerek:
“Beni haklı görenler alkışlasın.” diye bağırır.
Bir alkış fırtınası kopar.

Gölge oyunu, bir geçmiş zaman eğlencesi.

Karagöz ve Hacivat, hayal perdesinde arz-ı endam edip didişen iki eski dost. Gelin bu iki dostun karakterlerini şöyle bir hatırlayalım:

Karagöz, eğitimsizdir, cahildir, kaba sabadır, kafası ince işlere, planlara çalışmaz, hile yapar ama hilesi çabuk açığa çıkar, kolay aldatılır. Meraklıdır ama merakı hiçbir zaman derinleşip onu bir uzmanlığa taşımaz. Öte yandan içi dışı birdir. Olduğu gibi görünür, dobradır, patavatsızdır tepkilerini saklayamayıp çabucak açığa vuran bir halk adamıdır. Halkın sağduyusunu temsil eder. Güçlüdür, merttir, cesurdur ve biraz da zorbadır. Hacivat’i sürekli döver.

Hacivat, eğitimlidir, kültürlüdür, çelebidir. Oldukça kurnaz, biraz da içten pazarlıklı bir tiptir. Her konuda iyi kötü bilgi sahibidir. Herkese nabzına göre şerbet vermeyi bilir. Aklı başında ve güvenilir bir karakterdir. Lügat paralamayı sever. Bu yüzden Karagöz onun söylediklerini çoğu zaman anlamaz ya da anlamazlıktan gelir. Akılca güçlü olsa da bedenen zayıftır. Himayeye ihtiyaç duyar. O yüzden sürekli dayak yemesine rağmen Karagöz’ünün etrafında bulunmaktan kendini alamaz.

İnsan zihni acayip bir şey! Bir zamandır milli ve beynelmilel siyaset sahnesi ile gölge oyununun hayal perdesi arasında bazı paralellikler bulur oldum.

Sanki tüm dünyada Karagöz’lerin Hacivat’ları dövdüğü bir döneme girmiş gibiyiz.

Etraflıca düşünmeyi, planlamayı, strateji geliştirmeyi, hesabı, kitabı lüzumsuz bulup, “bize plan değil pilav lazım” diyerek ellerinin tersiyle kenara iten Karagözlerin altın çağı yaşanıyor.

Hacivatların senelerce ilmik ilmik dokudukları halılar misali kurumlar, ilkeler, temayüller iskambil kartlarından kuleler gibi birbiri ardına yıkılıyor.

Züccaciye dükkânına giren fil misali Karagözler, yıkıp perdeyi, viran eyliyorlar.

Geçmiş yılların akil yöneticileri olan Hacivatlar, biraz da “yar bana bir eğlence medet” diye beyhude geçirdikleri senelerin sonunda “işte sana eğlence, köşene çekil ve seyreyle” diyen Karagözlerin itmesiyle sahnenin dışında buluyorlar kendilerini.

Hacivatların küçük bir kısmı prensip sahibi olsa da, çoğu pragmatist!

İktidar dengesinin aleyhlerine bozulduğunu anladıkları andan itibaren Karagözlerin himayesi için temennaya başlayanların sayısı hiç de az değil.

Tutarlılığına inandıkları dünya görüşlerinden taviz vermeyen, omurga sahibi Hacivatlar ya köşelerine çekilip sessizliğe büründüler ya huzursuz mızmızlanmalarla bir fon gürültüsü yaratmakla meşguller.

“Plan lazım değilse en iyi pilavı yapmanız konusunda danışmanınız olalım efendim” diyen Hacivatlar ise yeni pozisyonlar kovalıyorlar.

Mesela Brexit’in mağlubu Cameron, bir Hacivat’tı.

Amerikan seçimlerinin galibi Trump tam bir Karagöz.

Rusya’nın mutlak hâkimi Putin de başka bir Karagöz.

Almanya’nın AfD partisinin lideri Frauke Petry, Fransız Milli Cephe Partisinin lideri Marine Le Pen, Avusturya’nın Özgürlük Partisinin lideri Norbert Hofer, Hollanda’nın Özgürlük Partisinin lideri Geert Wilders önümüzdeki yıllarda ipleri ellerine alacak gibi görünen Karagözler.

Ülkemizde ise hem siyasette, hem bürokraside, hem akademide yerlerini Karagözlere bırakıp köşelerine çekilmeye mecbur kalan Hacivatların sayısı o kadar çok ki saymakla bitmez!

Yazımızı, hünerin “gölgede solmadan açmak” olduğunu söyleyen bir Hacivat gazeliyle sonlandıralım:

Off hay hak
Gönül verdik perdeye dost, başlayan bir gazeldir
Hüner değilse de dünyaya gelmek ne güzeldir
Ölümlüymüş dünya, neler gelmiş neler geçmiş
Hüner, geçmişi gününde görüp güldürmededir

Gülen pek az, ağlayan ne çok, Tanrıyı saymazsak
Hüner, oynayan kim, oynatan kim, bilmededir
Tanrı gölgesini eksik eylemesin duamız
Hüner, gölgede solmadan açmayı bilmededir.


Bu yazı ilk olarak Fikir Coğrafyası sitesinde yayınlanmıştır.

Metastaz

Metastaz

Sayın Cumhurbaşkanımız Amerika seyahati dönüşü uçaktaki gazetecilere şu beyanatı verdi:

Biliyorsunuz, FETÖ konusunda kanser hücresi benzetmesini yaptım. Metastaz yapmış durumda. Kanserli hücreler tümüyle ortadan kaldırılmadan, bu işin bittiğini söylersek kendimizi aldatırız. FETÖ ile iltisaklı memurları görevden alma işlemi bu mücadele çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Kanserli hücrelere rastlandığı müddetçe de devam edecek.

Teşbihte hata olmaz derler. Bu teşbihte ne yazık ki hata varmış gibi görünüyor.

Kanserin dört evresi var.

Birinci evre: Hastalığın henüz bölgesel olduğu ve herhangi başka bir bölgeye doğru ilerlemesinin, yaklaşmasının söz konusu olmadığı evredir. Hastalık bu evrede teşhis edildiğinde,ameliyatla iyileşme şansı çok yüksektir.

İkinci evre: Hastalığın lenf düğümlerine doğru ilerleyerek yaklaştığı evredir. Bu aşamada hastalığın ameliyatla iyileşme şansı devam etmektedir.

Üçüncü evre: Tümörlü hücrelerin, lenf düğümleri ve etrafında görülmeye başladığı, çevredeki doku veya organlara sıçramaya başladığı evredir.

Dördüncü evre: Tümörlü hücrelerin, çevre doku ve organlara yayıldığı evredir. İşte buna “metastaz” denir. Kanser evreleri arasında en ileri boyuttaki evredir ve iyileşme şansı çok çok düşüktür. Bu evreden sonra hasta mümkün olduğunca uzun süre hayatta tutulmaya çalışılır.

Cumhurbaşkanımızın dediği gibi FETÖ bir tür kanserse bu kanserin hasta ettiği vücut, Türkiyemiz olmalıdır.

Teşbihe göre bu kanser dördüncü evresindeyse, yani metastaz yapmışsa, ülkemizin yaşama ümidi kalmamış demektir.

Alınan tüm tedbirler, bu evrede hastalığı tedavi etmeye yönelik olarak değil “hastayı” birazcık daha hayatta tutmaya yönelik alınıyor demektir.

***

Metastazlı teşbihte hata olsa da hastalık-tedavi metaforunun çağrışımları işimize yarayabilir.

Cemaat 17-25 Aralık sürecinin akabinde çok stratejik bir hata yaptı.

Başta Gülen olmak üzere cemaatin kurmayları zannettiler ki cemaat tabanı ile AK Parti seçmenleri/taraftarları bir anda kolaylıkla ve kesin olarak ayrışabilir. Hükumete ve Cumhurbaşkanına karşı hırsızlık, yolsuzluk iddialarını -kendilerince- inkâr edilemez delillerle ispat ettikleri anda, başta “şakirtler” olmak üzere tüm muhafazakâr kesim onlarla saf tutacak zannına kapıldılar.

Öyle olmadı.

Çünkü hem sıkı cemaatçilerin hem cemaat sempatizanlarının kahir ekseriyeti aynı zaman AK Parti seçmeniydi.

Attıkları her yumruk, vurdukları her darbe aslında kendi bünyelerinde tahribata yol açtı. Çünkü hükûmete, hükûmet taraftarlarına vuruyoruz derken bir yandan da kendi cemaatlerinin mensubu olanlara vurmuş oluyorlardı.

Şimdi maalesef, hemen hemen aynı hatayı hükûmet yapıyor.

Hükumet zannediyor ki kanlı bir darbe yapmaya kalkıp elinde dumanı tüten silahla suç üstü yakalanan cemaatin mensupları başta olmak üzere tüm muhafazakâr kesimler artık “hakikati” tüm çıplaklığıyla görecek ve safını seçecek!

Muhafazakâr taban bir anda terör örgütü olduğu kesinleşen cemaat ile ilgili bütün uygulamalara sonsuz bir destek verecek, bu korkunç darbe girişimi sonrası “olağanüstü dönemlerde olur böyle şeyler” yahut “bu çapta bir operasyonda ufak tefek hatalar mazur görülebilir” gibi argümanları benimseyecek diye düşünülüyor.

Ama yaşadıklarımız bu varsayımın doğru olmadığını gösteriyor.

Bu sefer hükumetin, cemaate vuruyorum diye attığı her yumruk doğrudan kendisine geliyor.

Çünkü muhafazakâr denilen çevrelerde, kendisi değilse bile en azından eşi, dostu, akrabası cemaatle “iltisaklı” olamayan neredeyse kimse yok!

Buna bugünkü uygulamaların en ateşli müdafii görünenler de dâhil.

Yazar çizer takımının yahut siyasetçilerin cemaate daha dün düzdüğü neşideler toplumsal hafızada (ve internette) öylece duruyor.

Son kırk sene içinde cemaatin bir şekilde “dokunmadığı” organ bulmak neredeyse imkânsız.

Radyoterapi, kemoterapi kanser hücrelerinin yanısıra sağlıklı hücreleri de öldürür, bağışıklık sistemini çökertir.

Kendi vücudumuzu, kendi hücrelerimizi yakarak yok ederek bu hastalıktan kurtaramayız.

O zaman bu “teşbihin” yanlışını düzeltelim.

Cemaate kanser değil de bakteriyel enfeksiyon diyelim.

Bakteriyel enfeksiyonla mücadele radyoterapi ile kemoterapi ile yapılmaz.

Bağışıklık sistemi güçlendirilerek yapılır.

Antibiyotiklerle yapılır.

Uzun vadeli, kararlı tedavi programlarıyla, ciddi rehabilitasyon süreçleriyle yapılır.

Doğru tedavi ancak doğru teşhis ile mümkün olabilir.

Sahte Devrimin Şaşkın Kahramanları

Sahte Devrimin Şaşkın Kahramanları

2013’te Güney Kore’li yönetmen Bong Joon Ho’nun çektiği Snowpiercer isimli filmle ilgili analizlerimizi paylaşmaya devam ediyoruz. Filmle ilgili daha önce paylaştığımız notlarımıza buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.

Kayıt tutmak efendilerin işidir

Filmde dikkat çeken önemli bir nokta, “ön vagonlardakilerin” ciddi ve düzenli sayımları, detaylı ve sinsi planları, ince hesapları karşısında arkadaki garibanların kayıt tutma konusundaki acziyetlerinin vurgulanması. Çocukları birer birer ellerinden alınan “fakirlerin” tutabildikleri tek kayıt kötürüm bir ressamın karakalem çizimleri. Onun sayesinde çocuklarının yüzlerini hatırlayabiliyor, ön vagonları ele geçirdiklerinde insanlara onun çizdiği resimleri göstererek çocuklarını arayabiliyorlar. Bu resimler de gerçek hayatta, kabiliyetli çocuklarını kimisi Amerika’da, kimisi Avrupa’da, kimisi de büyük şehirlerdeki dev uluslararası şirketlere “kaptıran” aileleri çağrıştırdı. Bu ailelerin sessiz evlerinde, ihtiyar anne babalarının göz önünde dursun diye vitrine yerleştirdikleri gurbetteki evlat fotoğrafları, kendi hayatlarından kopartılıp alınmış yavrularıyla son bağlarını temsil eder.

Soldan Sağa

snowpiercer7Koreli yönetmen Bong Joon Ho, “İnsanlığın geri kalanı Batının geçtiği yollardan, merhalelerden geçerek ilerlemeye mecburdur” diye şekillenen ve çoğu geri kalmış ülke aydının kafasını dolduran “doğrusal ilerlemeci modeli” çok güzel anlatmış. Batı medeniyetinin üzerine kurulduğu lisanlar soldan sağa yazılıyor. Filmden ilerleme soldan sağa gerçekleşiyor. Kahramanımız ne zaman sola baksa geriye gitmeyi, açlığı, fakirliği, sefaleti görüyor. Ne zaman sağa baksa ilerlemeyi, yeniliği, zenginliği, parlak hedefleri görüyor. Yaşadığı tüm kararsızlıklar bir sağa bir sola bakışlarıyla anlatılmış.

Devrimci kahramanımız Curtis yanındakilerle vagon vagon ilerlerken dışarısının görülebildiği, son derece aydınlık bir vagona geliyorlar. Kahramanımızın, normalde dışarıyı ve günışığını görmeye alışık olmayan “fakirlere”, “buraya pencereden bakmaya gelmedik” demesi filmin en vurucu noktalarından biri. Çünkü aldatılmış liderin yanılgısını vurguluyor. Zira aradıkları çıkış aslında tam da o pencerenin dışında!

Sahte İnancın Sahte Peygamberi

snowpiercer6Filmde Gilliam rolünü oynayan John Hurt’u “1984” filmindeki “Winston” olarak tanıyoruz. 1984 filminde günlüğüne “özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir” yazan Winston’un düzene imansızlığını sezen yöneticiler ona bu “çocukça” fikirlerini geliştirmesi için biraz zaman tanırlar. Sonra onu acımasız biçimde cezalandırırlar. John Hurt, Snowpiercer filminde bu sefer “kurgulanmış sahte bir devrimin” fikir babası, ihtiyar Gilliam rolünü oynuyor. Filmin sonuna gelindiğinde, “devrimden önce” neredeyse bir peygamber gibi saygı gösterilen Gilliam’ın aslında zalim düzenin çarklarının dönmesi için kurgulanan yapının bir parçası olduğu anlaşılıyor.

Suyu Kontrol Edersek Herşeyi Kontrol Ederiz

“Devrimciler” trenin ortasında içme suyunun üretildiği vagonu ele geçirmenin çok stratejik bir hamle olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki bu gerçekleştiğinde buradaki suyu kapatmanın yalnızca arka vagonlardaki alt sınıflara zarar vereceğini anlıyorlar. Çünkü suyun asıl kaynağı trenin burnunda yakalanan kar taneleri. Su vagonunun görevi suyu üretmek değil daha içilebilir hale getirmek sadece.

Su metaforu petrole işaret eden bir metafor olabilir diye düşünüyorum. Dünya için vazgeçilmez olan petrol, İran gibi, Suriye gibi, Azeybaycan gibi ülkelerden çıkartılsa da petrolü değerli kılan tüm teknolojileri geliştiren batı medeniyetinin katkısı olmadan değerli değil. Ayrıca Batı, en kötü senaryolarda bile kendi alternatif enerji kaynaklarını devreye sokabilecek hazırlıklara sahip.

Zihnimize bir sürü çağrışım sunan bu enteresan filmle ilgili notlarımızı paylaşmayı sürdüreceğiz.

Twitter:@salihcenap

Boyumuzun Ölçüsünü Alan Şişman Sarışın Kadın

Boyumuzun Ölçüsünü Alan Şişman Sarışın Kadın

Snowpiercer isimli filmle ilgili analizlerimizi paylaşmaya devam ediyoruz.

Filmde yöneticilerin lokomotifte, zenginlerin ön vagonlarda, fakirlerin ise sefalet içinde arka vagonlarda yaşadıkları bir tren tasavvur edilmiş.

snowpiercer2

Zenginlerin fakir sınıflara iki sebepten ihtiyaçları var. Öncelikle lokomotifin yürümeye devam etmesini sağlayacak “kritik insan kaynağını” bulmak için arka vagon sakinlerini taşımak zorundalar. Kendileri öldükten sonra, kurdukları sistemin yeniden üretimini sağlayacak kitleler de “arka vagondalar”.

Düzenli olarak arka vagonlarda yapılan toplu sayımlar, fakir yolcuları acımasızca terörize etmeler, hatta adeta dini bir hüviyete büründürülen ideolojik diskurlar lokomotifdekilerin alt sınıftakiler üzerindeki ince hesaplarını gösteriyor.

Toplu sayımlar, “öndekilerin”  sadece “arkadakilerin” sayısı ile ilgilendiklerini gösteriyor. O da nüfus planlaması yapılabilmesi için gösterilen bir ilgi. Kendi vagonlarında ihtiyaç duydukları bir hizmet için öne geçmedikleri müddetçe alt sınıfların nitelikleri yönetici sınıfları ilgilendirmiyor. Buna en güzel örnek ihtiyar bir keman virtüözü oluyor. Kemancı karısını da kendisiyle birlikte ön vagonlara aldırmak için ikimiz de mi gelelim dediğinde askerler ikisine de ihtiyacımız var diyorlar ama bunu derken adamın ellerini kastettiklerini anlıyoruz. Aile ilişkileri umurlarında olmadığı gibi aslında kemancının şahsiyeti, duyguları, aklı da umurlarında değil. Sadece kulaklarına hoş melodiler üretecek elleriyle, yani kendilerine sunulacak hizmetle ilgileniyorlar.

snowpiercer3Arada bir ön vagonlardan gelen sarışın ve şişman bir kadının elinde mezurayla çocukların boylarını ölçtüğünü, uygun bulduklarını anne babalarından kopartarak yanında götürdüğünü görüyoruz. Bu sahneler bana kitlesel çapta uygulanan sınavları çağrıştırdı. Bugün yaşadığımız dünyada, geniş –ve fakir- halk kitlelerin çocukları genç yaştan itibaren sayısız sınavlarla “ölçülüyorlar”. Hatta onlara “kefeni yırtmanın” yegâne yolunun bu sınavlardan çok yüksek notlar almak olduğunu anlatıp duruyoruz. Gerçekten bu sınavlarda en parlak sonuçları alanlar kendilerine ya uluslararası ya da ulusal şirketlerde yer buluyor. Bir anlamda “devşirilmiş“, sınıf atlamış oluyorlar.

snowpiercer1Filmin sonunda, devşirilen çocukların en iyilerinin, sıkı bir beyin yıkama sürecinden geçirildikten sonra lokomotifin motoruna yerleştirildiklerini öğreniyoruz. Aklımıza uzun süre Coca Cola’nın kalbinde çalıştıktan sonra CEO’luğa yükselen Türk Muhtar Kent ya da Google’da yıllarca kritik görevler yaptıktan sonra CEO koltuğuna oturan Hintli Sundar Pichai geliyor.

Kaldır Şu İşe Yaramaz Silahını

Arka vagondaki “devrim”, kahramanımızın bir keşfi ile başlıyor: Onları korkutmak için ön vagonlardan gelen askerlerin silahları aslında boş! Kaynakların sınırlı olduğu, sık sık çatışmaların yaşandığı trende “mermiler” çoktan tükenmiş görünüyor. Fakat devrimcilerin kendileri için kurgulanan senaryonun dışına çıkıp “çizmeyi aştıklarında” karşılarında buldukları silahlar gayet gerçek, dolu ve öldürücü oluyor.

snowpiercer5Bu motif bana “arap baharını” çağrıştırdı. Özellikle Mısır’da Hüsnü Mübarek’in senelerce demir yumruğu altında ezdiği halk, bir gün isyan edip meydanları doldurduğunda karşısında yıllardır korktuğu demir yumruğu bulamadı. Şarkılar, türküler eşliğinde diktatörün posterleri yakıldı, heykelleri yıkıldı, kendisi yakalanıp parmaklıklar ardına atıldı. Ama çok kısa süre sonra kendi seçtikleri liderin de tarihin derinliklerine gömdüklerini sandıkları güç tarafından hapse tıkıldığını gören “devrimciler” Tahrir meydanını tekrar doldurduklarında karşılarında “dolu silahlar” buldular. Rejim beşbinin üzerinde insanı göz kırpmadan katletti. Devrim “düdüklü tencerenin sibobu” misali, içerideki basıncı kontrol etmek için kurgulanmış bir araçtı sadece.

Mısır’da insanlar yeni bir doğuşa inandırıldılar. Filmin ilerleyen sahnelerinden birinde yeniden doğuşu, tazeliği, ümidi simgeleyen yumurtaların altından çıkartılan taramalı tüfeklerle öldürülen “fakirler” Tahrir meydanında can veren binlerce insana çok benzemiyor mu?

Filmde birçok sembol var. Analizimize devam edeceğiz inşallah.

Twitter: @salihcenap

Biten Cihad Mı Yoksa Biz Miyiz?

Biten Cihad Mı Yoksa Biz Miyiz?

Yolu bilmek ile o yolda yürümek farklı şeylerdir.
Matrix

Neden böyle oluyor? Neden ahlak, namus, dürüstlük, nezaket, sözünde durma, emanete hıyanet etmeme gibi konularda yüzde yüz hemfikir olduğumuz halde başımızı çevirdiğimiz her tarafta ahlaksızlık, namussuzluk, yalan, hıyanet, kumpas görüyoruz?

Herkes “doğruyu” biliyorsa neden pratik hayatımız bu kadar çok “yanlışlarla” dolu?

kuranı-kerimAllah’a, onun gönderdiği peygambere ve kitaba inananlar “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd,112) ayetini okuduktan sonra yürekleri sızlamadan nasıl yalan söylemeye, haksızlık ve adaletsizlik etmeye devam edebiliyorlar?

Elbette beşer şaşar. Elbette her insanın zayıf anları vardır. Ama bizimkisi öyle bir şey değil sanki. Bizimkisi anlık bir zaaf, geçici bir aldanıştan ziyade sistematik bir kural ihlali.

Zihinlerimizi hastalık gibi çürüten bu hal, tüm sistemleri, tüm kuralları bir anda hükümsüzleştiriyor. Doğru yanlış birbirine karışıyor.

Yolu biliyoruz ama her zaman bildiğimiz yolda yürümüyoruz.

Hele hele bizi doğru yolda yürümeye mecbur eden kurallar, tedbirler esnemeye başladıysa doğru yol hızla tenhalaşıyor.

Olması gerekenle olan arasında açılan yarık, an be an derinleşip uçuruma dönüşüyor.

***

MorpheusSeçimler yaklaşıyor.

Daha şimdiden çok sayıda insan milletvekili aday adayı olmak için partilerin kapılarını aşındırmaya başladı.

Siyaset heveslilerinden ciddi başvuru paraları isteniyor. Seçim kampanyası için harcayacakları on binler, yüz binler de cabası.

Siyasette var olmak için etek dolusu para dökmeye hazır kimselere motivasyonlarını sorsanız “vatana hizmet”, “halka hizmet” gibi klişeleri işitirsiniz.

Ancak herkes bilir harcanan paraların bir “yatırım” olduğunu.

Siyasetçi adayı bir yalana önce kendini, sonra başkalarını inandırmaya çalışmaktadır.

***

Çoğu aday için milletvekili seçilmek, hatta sadece aday listesine adını yazdırmak bile bir sıçrama tahtası vazifesi görecek.

Siyasette olmanın bir faturasının olduğu yıllar geride kalmış gibi görünüyor.

Artık tehlikesi de riski de yok siyasetin.

Kimse görüşlerinden dolayı suçlanmıyor, hapse atılmıyor, darağacının gölgesinde bir hayata mahkûm edilmiyor.

Ancak bu vaziyet çok ciddi bir nitelik problemini de beraberinde getiriyor.

Eskiden fikrî bir sancısı, hedefleri olan kimseler her türlü riski göze alıp kelle koltukta siyasete atılırlardı. “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” diyerek vatanından ayrı kalmaktansa canını vermeye razı olduğunu ifade eden Mehmet Akif Ersoy, adı konulmamış bir sürgünün yüreğinde açtığı derin yaralara tahammül etmek zorunda bırakılmıştı. Ali Şükrü Bey kahpece katledilmişti. Hüseyin Avni Ulaş senelerce fakr-u zaruret içinde yaşamaya mecbur edilmişti. Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edilmişlerdi. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları işkencelere maruz bırakılmışlardı. Recep Tayyip Erdoğan hapse mahkûm edilmişti.

Hulasa siyasette olmanın ağır bir faturası vardı.

Bugün böyle bir fatura yok artık.

İkbal peşinde, para, mal, mülk peşinde, makam mevki peşinde koşan insanları siyasetin sınırında tutan, onların gözünü korkutan hiçbir şey kalmadı.

Geçtiğimiz yıllarda “mücahitlerin”, “müteahhitlere” dönüştüğü esprisi yapılıyordu.

Sanki gelenler gidenleri aratacak gibi!..

Artık partilerin kapılarını aşındıran yeni politikacı adaylarımız çoğunlukla doğrudan “müteahhit” sınıfından ve maalesef “taahhüt” ettikleri şeyler adalet, demokrasi falan değil.

Peki, bu kimselerin üreteceği siyasetten hayırlı bir netice beklemek gerçekçi mi?

Bu içi çürük, çantasında retorikten başka hiçbir şeyi olmayan insanlarla ilerleme sağlamak mümkün mü?

Korkarım ki çılgın bir şelale misali, bol skandallı, çalmalı çırpmalı, hırsızlığın, yolsuzluğun gündemi belirlediği yıllara doğru kürek çekiyoruz.

Allah sonumuzu hayretsin.

Twitter: @salihcenap