Karanlık Kurul Komplolarından Kurtulamayacak mıyız?

Karanlık Kurul Komplolarından Kurtulamayacak mıyız?

Hatırlayacaksınız: Bir zamanlar bir TV kanalının dizilerinde karanlık, kasvetli, okült çağrışımlar yapmak üzere tasarlanmış salonlarda, sanki bir satanik ritüel gerçekleştirmek üzere toplanmış, büyük kırmızı koltuklarda oturup, kocaman yüzüklerin süslediği parmaklarını oynatarak kırık bir Türkçe ile konuşan “karanlık kurul” üyeleri olurdu.

Verilmek istenen mesaj belliydi: Çok varlıklı, çok karanlık, şeytani niyetler taşıyan, yüzlerini göstermeyen, Türkiye’ye kötülük yapmayı hayatlarının amacı haline getirmiş “birileri” sürekli hain planlar yapıp uygulamaya koymaktaydı. Bu “gizli” örgütler ülkeyi, dini yok etmeyi hedeflerken onları durdurmak için gece gündüz çabalayan “kahramanların” yanında olmak gerekirdi.

Belki de örgüt içinde dini, ahlaki, hukuki sınırları ihlal edişlerin, psikopatça davranışların rasyonalize edilmesi bu yolla mümkün oluyordu. Mesele hayatta kalma meselesiydi, mesele memleket meselesiydi, din meselesiydi.

Sabah akşam karanlık odalarda plan üstüne plan yapıp bizi yıkmak isteyen hain güçlere karşı bizim adımıza hayatta kalma mücadelesi veren bir gruba/kahramana taraftar olma fikri, insanların beyinlerine ekilmek istenen bir yalan, bir yanılsamaydı.

15 Temmuz gecesi, böylesi illüzyonlarla teshir edilen beyinlerin nasıl soğukkanlılıkla cinayetler işlemeye sevk edilebileceklerine hep beraber şahit olduk.

O gün, saçma sapan kurgulara prim vermeyen kişiler sokağa dökülüp darbe girişimine göğüslerini siper ettiklerinde bu hastalıklı kafadan kurtulduğumuzu sanmıştık. Görünen o ki sevinmekte biraz acele etmişiz.

Tarihin çöplüğüne attığımızı sandığımız karanlık kurullar, haçlı komploları, dış güçler, hainlerle, işbirlikçilerle dolu söylemler kısa zaman sonra -hem de daha güçlü olarak- geri döndü.

Maalesef komplo teorilerinin çok itibar gördüğü bir toplumuz.

Farkındalık oluşturma kisvesinde pompalanan korkular kendilerine kolayca müşteri bulabiliyor.

Korkular, zihin iklimini istila ettiğinde düşünceye, rasyonaliteye yer kalmıyor.

Halbuki azıcık açık fikirli olabilsek, azıcık korkmadan sorgulayabilsek göreceğiz ki bizi yıkmanın, yok etmenin kimseye faydası yok!

Kuyumuzu kazdıklarından emin olduğumuz Avrupa Birliği ülkeleri için çok önemli ve kârlı bir pazar yeriyiz.

Kim mal sattığı, büyük paralar kazandığı bir pazar yerini, sırf bazı müşterilerinin dünya görüşünü beğenmiyor diye yok eder?

Sadece bu da değil…

En büyük endişeleri kendilerine yönelecek dev bir göç dalgası olan Avrupa ülkeleri, acaba hangisini ister: O dalgayı tutabilecek kuvvetli, stabil bir ülke mi yoksa parçalanmış, güçsüzleşmiş, fakirleşmiş, devlet teşkilatı ortadan kalmış, sınırları delik deşik, yol geçen hanına dönmüş küçük devletçikler mi?

Kendilerini besleyen en önemli enerji hatlarının geçtiği bir ülke olan Türkiye’nin karışması, Türkiye’de idarenin ve kontrolün zayıflaması AB ülkelerinin işine gelir mi? Kendilerine doğalgaz taşıyan boru hatlarının her gün bilmem hangi terör örgütünce patlatılıp kesilmesine rıza gösterebilirler mi?

Kendimizi dev aynasında görmeyi bir tarafa bırakıp soralım: Amerika, Avrupa, Çin yahut Rusya’nın ülkemizi işgal ederek kavuşacağı ne var?

Petrolümüz yok. Doğalgazımız yok. Emperyalist güçlerin iştahını kabartacak yer altı kaynaklarımız yok.

Genç nüfusumuz, insan kaynağımız var deseniz, bunun için işgale ne lüzum var? Neredeyse tüm gençlerimiz bir göz kırpmaya bakıyor kendilerini yurt dışına atabilmek yahut uluslararası bir firmada çalışabilmek için.

“Yok olmamızı isteyen dış güçler” argümanı kitleleri korkutmak için üretilmiş bir korku aracı. Rasyonel temeli çok zayıf.

Etrafımızdaki herkesin sevgi pıtırcığı olduğu iddiasında değilim. Elbette her ülke kârını azami seviyeye çekmek, çıkarlarını muhafaza etmek, potansiyel tehditleri kontrol altında tutmak için planlar ve hamleler yapar ama bizi yok etmenin, zayıf düşürmenin bu plan ve hamleler içinde anlamlı bir yeri bulunmuyor.

Aslında “karanlık kurullar”, ileri sürülen iddiaların arkası boş olduğu için eninde sonunda yeniden ortaya çıkıyor. İnsanları korkutmak için rasyonel bir zemin olmadığında, komplo teorileri irrasyonel zeminlerde üretilir oluyor. Haçlılar, tapınak şövalyeleri, satanistler, sabetayistler, siyonistler, okültistler, masonlar, gizli örgütler, çok eski hesapları görmek için yüzlerce yıllık planlar yapıp nesiller boyunca aktaran acayip aileler falan gündeme geliyor. Tabi yanlarında gizli ajanları, sinsi işbirlikçileri ve içimize soktukları hainleri ile!..

Yani masaya, varlık sebepleri kötülük yapmak olan, neden kötülük yapsınlar ki diye soramayacağınız kurgusal öcüler sürülüyor. Onların son derece karanlık ve şeytani niyetlerini anlamamak akılsızlık, ciddiye almamak gaflet, umursamamak vurdumduymazlık sayılıyor. Zaten bu sanal öcü hikayelerinden korkmadığını izhar edenleri eninde sonunda o öcülerin ajanı olma ithamı bekliyor.

Komplo teorilerinin asıl müşterileri, düşük zekâ seviyeli, bilgi birikimi sığ kimseler. Komplo teorileri biraz da bu tür insanlara kendilerini olduklarından daha zeki ve bilgili hissettirdiği için cazip geliyor. Fakat korkular, özellikle de hayatta kalma endişeleri akıllı, bilgili insanları bile komplo teorilerine çekebiliyor.

Anlamsız korkularla mücadele verip zihinlerimizi öcülerden kurtarmamız gereken bir dönemden geçiyoruz. Dizginleri hislerimizin elinden alıp tekrar aklımıza devretmek zorundayız. Bu arada ruhumuzu saran karanlık ve hastalıklı hislerin yerine de sağlıklı hisleri ikame etmemiz lazım.

Gençliğimde Paul Harrison’ın “3. Dünyanın Batılılaştırılması” (Inside the Third World) başlıklı kitabını okuyup çok etkilenmiş, bizi sömürgeleştiren batıya karşı hınçla dolmuştum. O günlerde yolu Ankara’ya düşmüş garip bir Avrupalı Müslüman ile tanıştım. Daha yeni Müslüman olmuş bir İspanyol’du. Karayoluyla hacca gitmek istemiş, sınırdan geri çevirip Ankara’ya göndermişler. Bürokratik işlemleri halletmesinde yardımcı olduğum süreçte kendisiyle sohbetler ettik. O sırada içimi dolduran öfkeyle “bize” türlü kötülükler yapan batılıları anlattım ona. Beni dinledikten sonra tebessümle “kardeşim” dedi, “bir Müslüman olması gerektiği gibi Müslüman olursa, bırak batılıları şunu bunu, bizzat şeytanın kendisi bile ona kötülük yapamaz!” Bu sözler üzerine sarsıldığımı, ne diyeceğimi bilemediğimi hatırlıyorum.

Hani küçük çocuklar ayaklanıp yürümeye başladıklarında gider kafalarını sehpalara, koltuklara çarparlar, anneleri ağlayan çocukları teskin etmek için sehpaya koltuğa vurur ya, bizim halimiz de o çocukların haline benziyor. Hatalarımızın sorumlularını hep kendi dışımızda arıyoruz. Bir türlü kendi beceriksizliklerimizle, yetersizliklerimizle yüzleşme olgunluğunu gösteremiyoruz.

Eğer güçleneceksek bunun yolu anlamsız korkulardan yakamızı kurtarmaktan, birbirimizi sevip saygı göstermekten, hatalarımızla günahlarımızla dürüstçe yüzleşmekten ve toplumun tüm kesimlerini içine alacak adil, doğru işleyen sosyal yapılar kurmaktan geçiyor, birbirimizle ve hayali düşmanlarla savaşmaktan değil.


Bu yazı ilk olarak 20 Mayıs 2019 tarihinde fikircografyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.

Soytarı ve Kızı (3)

Halide Edip: Semalarımızdan silmeye çalıştığımız parlak yıldızımız!

Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eserinin bizdeki çağrışımlarını paylaşmaya devam ediyoruz.

HalideEdipHalide Edip Adıvar, zamanının çok ilerisinde, sterotiplere uymayan, son derece entelektüel, son derece parlak bir kadın yazarımız. Farklı, sıra dışı, nevi şahsına münhasır olmasının karşılığı olarak yıllardır hem Kemalistlerin hem İslamcıların hışmına uğrayan, Yahudilikle, siyonistlikle, ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edilen Halide Edip hakkında yapılan dedikoduların hepsinin yeri bizce çöp tenekesidir.

Halide Edip’in imanına şüpheyle bakanlar hem çok ayıp bir şey yapmakta hem de iftira ettikleri için büyük günaha girmektedirler. Halide Edip’i ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edenler arasında Allah’ı tanımayanların söylediklerine ise aşağılık ırkçı zihinlerin ifrazatı nazarıyla bakılabilir.

En iyisi ikinci el kanaatlerden kurtulup, Halide Edip’in hayat hikâyesine ve yazdıklarına bakmak.

İki oğluna Ali Ayetullah ve Hasan Hikmetullah isimlerini veren Halide Edip’i Müslüman saymamak için nasıl da acayip komplo teorilerine ihtiyaç var. Hâlbuki 19 Mayıs 1919 günü Fatih mitinginde toplanan elli bin insana şu meşhur seslenişi bugün bile Müslümanların tüylerini diken diken eder:

“Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece… Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp müşaşa bir sabah yaratacağız. […] Hanımlar, bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak ve Allah var. Tüfek ve top düşer, Hak ve Allah bakidir Topun yüzüne tükürecek kadar evlâtlar, analar, kalbimizde aşk ve îman, milliyet duygusu var.

Yahut yine 1919’daki Sultanahmet mitinginde söylediği şu sözler nasıl unutulur:

“Kardeşler, vatandaşlar… Yedi yüzyılın şerefi, göğe yükselen bu minarelerin tepesinden Osmanlı tarihinin yeni faciasını seyrediyor, bu meydanlardan çok zaman alay halinde geçmiş olan büyük atalarımızın ruhuna hitap ediyor, başımı bu görünmeyen ve yenilmez ruhlara kaldırarak diyorum ki: ‘Ben İslamiyet’in bedbaht bir kızıyım ve bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman devrinin anasıyım. Atalarımızın ruhları önünde eğiliyor, onlara bugünün yeni Türkiye adına hitap ediyorum ki silahsız olan bugünkü milletin kalbi de onlarınki gibi yenilmez kudrettedir. Allah’a ve haklarımıza iman ediyoruz…”

Rus-­Japon savaşı sonrasında, o dönemde Batı güçlerinin bir parçası sayılan Rusya’ya karşı “Doğu”nun zafer kazanmasını sağlayan ünlü Japon komutan Togo Heihachiro’ya hürmeten ikinci oğlunun ismine “Togo” adını ilave eden yazarın bir batı ajanı olduğunu iddia etmek ne kadar ahmakça!

Biz yine romana dönelim ve bahsettiğimiz mevzuun izlerini biraz da romanda sürelim.

Sinekli Bakkal’da batıcı, kendi medeniyetlerine inançlarını kaybetmiş gençler, romanın kahramanı küçük hafız Rabia’yı, din adamlığından ateistliğe geçmiş piyanist Peregrini’nin karşısına çıkartırlar. Musiki kabiliyetini göstermek adına Rabia’nın Peregrini’ye sunabileceği tek şey Kur’an tilavetidir. Peregrini’nin Rabia’nın Kur’an okuyuşunu ilk dinlediği sahne müthiş tasvir edilmiştir. Halide Edip, adeta bir film çeker gibi detaylar vererek bu sahnenin zihnimizde canlanmasını sağlar:

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini’nin yüzüne, dikildi. Fakat Peregrini’nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı.

Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet “Sadakallâhülâzim’de yavaşladı ve birdenbire kesildi.

Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu.

Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini’ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti.

Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa:

— Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti.

Hilmi gene koştu. Paşa’nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia’nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe’sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu:

— “Rab, meleklere: “biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz”, dediği zaman onlar: “Biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun”, dediler.

Piyanist defterini cebine koydu.

— Beni Allahımdan, ruhbaniyetten ve manastırdan ayıran işte meleklerin bu mantığı, bu itirazı olmuştur, dedi.

Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp’ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı. Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia’nın Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı.

Hilmi sordu:

— Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre?

Rabia’nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki:

— Hayır, Sezar’ın malını Sezar’a, Allah’a ait olanı Allah’a vermek gerek… Ben Sezar’ın, ben Şeytan’ın zümresindenim. Çocuk Allah’ın, bırakın olduğu yerde kalsın. (s.68)

Bu satırları okurken zihnimde şu cümleler yankılandı durdu: Bunları yazan, böyle düşünen, böyle hisseden bir insanı imansızlıkla, kripto Yahudilikle itham etmek ne büyük acımasızlık ve kıymet bilmezlik! Böyle yazabilen, ifade kudretine hayran bırakan, “bizden” bir yıldızı semalarımızdan silmek için bu gayret neden?

Düşünen insan elbette zülf-ü yâre dokunacak, elbette bir takım fikir kavgalarına girecek ama sırf bazı mevzularda bizden farklı düşünüyor diye sıra dışı bir aydınımızı, çok mühim bir mütefekkirimizi itibarsızlaştırma, hatta mümkünse yok etme gayreti nasıl izah edilebilir?

İnsanın aklına Cemil Meriç’in o meşhur cümleleri geliyor:

“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı memleketim. Karanlığa o kadar alışmışsın ki yıldızlar bile rahatsız ediyor seni. Memleketim… En seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çeken memleketim…”

Twitter: @salihcenap