Kedicikler Kültü

Kedicikler Kültü

Son birkaç yıldır, özellikle televizyon/internet yayınlarındaki garip, sıra dışı, hatta provokatif söylem ve eylemleriyle sürekli gündemde kalan Adnan Oktar grubunun lideri ve mensupları 2018 Temmuz’unda geniş bir operasyonla gözaltına alındı. Mütevazı sayıları ile orantısız seviyede bir etkinlik gösteren, hayli cüretkâr sayılabilecek bu örgüte karşı son birkaç senedir homurdanma seviyesinde verilen tepkiler bir anda yükseldi. Daha önce televizyonda pervasızca sergilenen fanteziye biraz imrenerek, biraz kıskanarak, dudakların kenarında alaycı bir tebessümle bakanlar bile bir anda bu “toplumu yozlaştıran”, “dış güçlere taşeronluk, hatta casusluk yapan”, “genç kız ve erkekleri istismar eden” “son derece tehlikeli” örgüte yapılan baskını avuçlarını patlatırcasına alkışladılar.

Entelijansiyamız, akademimiz, sosyal meseleleri duygusallığı asgari seviyeye çekerek, tarafsız ve bilimsel bir soğukkanlılıkla ele alma noktasında maalesef hiç de başarılı sayılmaz. Ya kayıtsız bir sessizliğe gömülen ya da harcıalem sloganlar atarak şevkle linçe katılan “ünlü düşünürlerimizden” bu sosyolojik, psikolojik ve teolojik yönleri olan meseleyle ilgili derde deva sadra şifa yorumlar, açıklamalar işitemedik.

Zaten açıklanacak ne vardı ki? Açıklama basitti: Genç kız ve erkekleri kandırıp, bir takım çarpık dini telkinlerle onların beyinlerini yıkayan karizmatik bir şizofrenin kurduğu örgütün karşısına çıkan büyük devletimiz, bu büyük ahlaksızlığa dur demişti! Mesele bundan ibaretti.

Fakat bu açıklama olan bitenin mahiyetini gerçekten kavramak isteyen mütecessis zihinleri tatmin etmedi… Sorular hala havada asılı duruyor: Mesele gerçekten bu kadar basit midir? Çoğu yüksek tahsilli, iyi eğitim almış, dil bilen, dünyayı tanıyan genç insanların beynini yıkamak kolay mıdır? Bu insanlar cemaate nasıl katılmakta, neden ayrılmamaktadırlar? Onlara maddi yahut manevi olarak vaat edilen nedir? Bu insanlar ne karşılığı mallarını mülklerini feda etmektedir? Tahsilli insanların, kendileri yanında cahil sayılabilecek, lisan bilmeyen, zikzaklar yapan, tutarsız bir lidere sorgulamadan tabi olmalarını sağlayan psiko-sosyal mekanizmalar nasıl kurulur? Cemaat içindeki sosyal dinamikler nelerdir? Dostluk, düşmanlık, sadakat, ihanet, suiistimal, istismar, sevgi, dayanışma gibi sosyal ilişkiler “dış dünyadan” farklı mı yaşanmaktadır? Devlet bu “sapkın” olduğu söylenen gruba neden bu kadar uzun süre ses çıkartmamıştır. O uzun süreden sonra yapılan operasyonu tetikleyen gerekçe nedir?

Kültler  – Yeni Dini Hareketler

Adnan Oktar cemaati için artan sıklıkta “kült” ifadesinin kullanıldığını görüyoruz.

Batılı bilim adamları, özellikle sosyologlar menfi çağrışımlarından dolayı “kült” kelimesini kullanmayı çok tercih etmiyorlar. Bunun yerine “yeni dini hareketler”, “yeni dindarlıklar” ya da “dini duyguların yeni ifade biçimleri” gibi kavramları ikame ediyorlar. Türkiye’de de söz konusu hareketler “kült grupları”, “tarikatlar”, “yeni çağın dinleri”, “yeni dinî hareketler” gibi kavramlarla tanımlanıyor. Batıda “kült” ifadesini seven ve yaygın kullanıma sokan çevreler daha ziyade Ortodoks bir din anlayışına sahip Hıristiyanlar ve din adamları olduğu için literatürde “kült” ifadesi “teolojik” bir tanımlama sayılıyor (Kirman, Yeni Dinî Hareketleri Tanımlama Problemi Ve Tipolojik Yaklaşımlar, 2003).

Bizde “kült” kavramının böyle bir tarihi/etimolojik bagajı yok. Hatta dilimizde yaygın olarak kullanıldığı alan sinema (kült filmler) olduğu için müspet çağrışımları bile olabilir. Kült film Vikipedi’de sadık, tutkulu ama görece az sayıda bir hayran kitlesine sahip filmler için kullanılan bir terim olarak tanımlanıyor. Kült kelimesi batı dillerine tapınma anlamındaki Latince “cultus” kelimesinden girmiş ve tutku, ilahlaştırma derecesinde aşırı saygı anlamlarını taşıyor.

Tarihi arkaplan

Max Weber, Schiller’den ödünç aldığı “dünyanın büyü bozumu” (disenchantment of the world) kavramını kullanırken batı tipi modernliğin insanları tek, değiştirilmez ve geri dönülemez bir yola mahkûm ettiğini ve bu yolun da insanları eninde sonunda büyü gibi, batıl inançlar gibi, din gibi “irrasyonel” (akıl dışı) ne varsa soyutlandıkları rasyonel bir dünyaya eriştireceğini ileri sürüyordu. Gel gör ki işler pek de Weber ve çağdaşı diğer modern düşünürlerin öngördüğü gibi gitmedi. “En hakiki mürşit” olacağına inanılan modern bilim beklenen kaçınılmaz hakimiyetini kuramadı. Modernite, özellikle yetmişli yılların başından itibaren sıkı şekilde sorgulanmaya başladı. Vaat edilen gerçekleşmemiş, inanılmaz bilimsel ve teknolojik ilerlemelere rağmen, “rasyonel” olan “irrasyonel” olanın yerini dolduramamıştı (Jenkins, 2000). Dünyanın her tarafında, çeşitli şekillerde tezahür eden bir “ruhani uyanış” görülüyordu. Semavi dinler yeniden ilgi görürken bir sürü de yeni din türüyordu. Uzak doğu dinlerinden mülhem “new age” inançların müntesipleri, meditasyon grupları, semavi dinlerin heteredoksileri, bilim kurgu dinleri, serbest cinsellik ve uyuşturucu kullanımı üzerine kurulu komünler, uzaylılara iman eden cemaatler, kıyametin kopmak üzere olduğuna inanan apokaliptik örgütler gibi sayısız akım ortaya çıktı. Tabiatıyla bu “yeni” akımlarla ilgili ilk tepki semavi dinlerin temsilcilerinden geldi. Zaten modern öncesi dönemde de bu tür “heretik” inançlarla mücadele eden, bu konuda tecrübesi bulunan teologlar hızla yeni bir literatür oluşturdular ve apologeticssearch.com gibi, cultwatch.com web siteleri kurdular.

Ortaya yeni çıkan cemaatlerden bir kısmı aşırı güçlenip müntesiplerine ve çevrelerine zarar verecek adımlar atmaya başlayınca adalet mekanizmalarının da ilgi sahasına girdiler. Örneğin Amerikan Federal Araştırma Bürosu (FBI), 20 Ekim 1999’da milenyumun sonunda kıyametin kopacağına inanan grupların işlemesi muhtemel suçlara, intihar ve terör eylemlerine karşı hazırlıklı olma adına Project Megiddo isimli bir araştırma raporu yayımladı (Wikipedia, 2018).

Bilim dünyasının böylesi bir gelişmeye duyarsız kalması elbette düşünülemezdi. Sosyologların, psikologların, davranış bilimcilerin konuya ilgisi özellikle yetmişli yıllardan sonra arttı. 

Örnekler vermek gerekirse 1979’da Amerikan Aile Kurumu (AFF: American Family Foundation) ismiyle kurulan ve daha sonra 2004 ismini Uluslararası Kült Araştırma Derneği (ICSA:International Cultic Studies Association) olarak değiştiren organizasyon kült mağdurlarına destek vermenin yanısıra konuyla ilgili akademik çalışmalar yürütüyor.

Her kült sosyolojik anlamda bir cemaattir ama her cemaat bir kült değildir. Kültün efradını cami ağyarını mâni bir tanımını yapmak için hem din hem bilim adamları yoğun çalışmalar yürüttüler. Din sosyolojisi alanında çalışanların en önemli hareket noktalarından birisi Weber’in ideal tipleridir. Weber kilise (church) ve tarikat (sect) ayrımını üyelik şekline göre yapar: Kiliseye üyelik doğuştan gelir, anne-babanızın kilisesine doğuştan üye sayılırsınız ama tarikat mensubiyeti sizin kararınıza bağlıdır (Swatos, 1998). Bu tanımlar, ideal tipler Hıristiyan toplumuna göre düşünülmüş oldukları için bizim toplumumuzda birebir karşılıklarını bulmak mümkün değildir ama belki kiliseyi doğrudan İslam’la “sect”i de bazen mezheplerle bazen de tarikatlarla karşılamayı düşünebiliriz.

Önemli Bir İsim:  Ernst Tröltsch

Weber’in çalışmalarını daha ileriye taşıyan Alman teolog Ernst Tröltsch, “Die Soziallehren der christlichen Kirchen und Gruppen” adlı eserinde ideal tipleri organizasyona göre değil de daha çok davranış şekillerine göre yapmayı tercih ederek üç dini davranış tipi belirlemiştir: kilise tarzı, tarikat tarzı ve mistik davranışlar (Swatos, 1998). Weber’in ideal tiplerine eklenen üçüncü “tip” olan “mistisizm konsepti” Tröltsch’ün literatüre en yenilikçi, en öne çıkan katkısı olarak görülür (Garrett, 1975).

Tröltsch konumuz açısından çok önemli bir isim. Çünkü onun keskin, formel dini yapılara bir tepki olarak içe dönmede ve inancı kişisel seviyede yaşamada ısrar anlamında kullandığı üçüncü ideal tip olan mistisizm, bugün “kült” olarak anılan yapıları tanımlamaya yönelik ilk adımdı (Campbell, 1978). Kurumsallaşan, sertleşen, keskinleşen dine karşı tepki olarak tamamen kişisel ve içe dönük bir dini tecrübe olarak tanımladığı mistisizm, formel bir örgütlenme yerine ruhani bir yol arkadaşlığıyla, nefis terbiyesi için kurulmuş, kişinin ihtiyaçlarına göre sürekli değişime açık yakın ilişkilerle, gönüllü üyelikle ve geleneksel yapılara karşı kayıtsızlıkla karakterize oluyordu. Tröltsch mistik tipi kendi içinde iki alt kategoride inceliyordu: mevcut dinlerin içinde yaşanan mistisizm ve bugün kültlerle ilişkilendirilen mistisizm tipi olan, dinlerin çizdiği sınırların tamamen dışında yaşanan mistisizm (Campbell, 1978).

Kilise-tarikat dikotomisini Amerikan akademisi ve sosyoloji çevrelerine tanıtan isim olan Helmut Richard Niebuhr Tröltsch’ün üçüncü ideal tipinden bahsetmemiş olsa da konuya ilgi gösteren diğer bir sosyolog, Howard P. Becker Niebuhr’un yolunu izleyerek tüm Hıristiyan örgütleri yerleştirebileceği dört sosyolojik kategori üretti: ecclesia (kilise), sect (tarikat), denomination (mezhep) ve cult (kült) (Tınaz, 2005).

Kült nedir? Neye kült denir?

Kült’ün tanımını yapmak başlıbaşına bir problem olduğu için bu konuda çok sayıda makale ve kitap yazıldığını görüyoruz. Sadece kült’ün tanımını yapmak için kurulmuş bir web sitesi (http://cultdefinition.com) bile var. Yukarıda belirttiğimiz gibi konu çok farklı disiplinlerden kimselerin ilgilendiği bir konu olunca din adamlarının, teologların, psikologların, psikiyatrların ve sosyologların yaptığı çeşit çeşit tanımlardan birkaçına bakalım:

Snow ve Machalek’in sosyolojik tanımına göre kültler, üyelerine, hayatın anlamı, eşyanın tabiatı gibi en temel sorulara nihai bazı cevaplar sunan dini ve felsefi bir dünya görüşü önererek aşkın bilgi, ruhi dinginlik ve iç huzura erme, potansiyellerini ortaya çıkarma ve nihayet manevi yönden olgunlaşma ve gelişme gibi elde edilebilir bazı yüksek gayeler için vasıta ve imkanlar sağlama iddiasında örgütlerdir (Snow & Machalek, 1984).

Bruce Campbell’e göre kültler şahsi tecrübeyi ve bireysel meseleleri vurgulayan, müesses dini yapıların dışında kalan, kişilerin içinde tanrısal bir cevher olduğuna inanılan, gelenek dışı dini gruplardır. Campbell kültler için üç ideal tip belirler:

  1. Mistik esaslı aydınlanma tipi
  2. Ruhi/sezgisel/iç tecrübenin sadece oluşturacağı etki için arzulandığı manipülatif tip
  3. Başkalarına yardımı odağına alan hizmet tipi (Campbell, 1978)

James T. Richardson 1978’te şöyle bir tanım yapar:

Kült, genel olarak belli bir otorite yapısı olmayan, spontane şekilde ortaya çıkıp büyüyen, çoğu zaman içinde karizmatik bir lider ya da liderler grubu barındıran, mistik ve bireysel esaslar üzerine kurulu ve ilhamını/ideolojisini dışındaki hâkim dini kültürden derleyen küçük gayrı resmi gruplara denir (Richardson, 1993).

Psikiyatr Robert Jay Lifton kültlerin şu üç karakteristik özellikleriyle tanınacağını söyler:

  1. Başta grubu kuran ve ayakta tutan genel prensipler zayıfladıkça artan şekilde bir tapınma nesnesine dönüşen karizmatik lider
  2. Zorla ikna ya da fikir devrimi denen süreç
  3. Grup üyelerinin lider ya da yöneticiler tarafından cinsel, ekonomik ve diğer yönlerden istismarı (Lifton, 1981).

Kült araştırmalarıyla ilgili 25.000 makaleyi e-kütüphanesinde üyelerinin kullanımına sunan Uluslararası Kült Araştırma Derneği ICSA’nın web sitesinde kült şöyle tanımlanır:

Bir “kült” karizmatik ilişkilerle bir arada tutulan, yüksek seviyede adanmışlık talep edilen ideolojik bir örgüttür. Kültler üyelerini aşırı derecede manipüle ve suiistimal eden bir yapıya dönüşme riski taşırlar. Birçok uzman ve araştırmacı “kült” kavramını manipülasyon ve suiistimal vaziyetinin sürekliliği anlamında kullanırlar. Farklı insanlar aynı kült çevrelerinde farklı tepkiler verirler (ICSA, 2018). “Kült” grupların karakteristik özellikleri şöyle listelenir:

  1. Grup, ister ölü olsun ister diri, liderine aşırı ve sorgusuz bir bağlılık sergiler, onun inanç sistemine, ideolojisine ve hareketlerine mutlak hakikat muamelesi yapar.
  2. Sorgulama, şüphe, muhalefet hoş karşılanmaz, hatta cezalandırılır.
  3. Grup ve lider hakkında olabilecek şüpheleri baskılamak için, meditasyon, ilahiler, zikir, toplu kınama törenleri, üyeleri bitkin düşürecek kadar yorucu çalışma programları gibi zihin kontrol yöntemleri aşırı derecede kullanılır.
  4. Üyelerin nasıl düşünmeleri, hareket etmeleri ve hissetmeleri gerektiği lider tarafından –bazen çok detaylı olarak- dikte edilir. Mesela üyeler karşı cinsten biriyle görüşmek, iş değiştirmek, evlenmek için liderden izin almak zorundadır. Yahut lider müritlerin nasıl giyineceklerini, nerede yaşayacaklarını, çocuk sahibi olup olmayacaklarını, çocuklarını nasıl yetiştireceklerini söyler.
  5. Grup seçkinlik iddiasındadır. Grubun, liderin ve üyelerin kendileri için özel ve yüksek bir statü iddiaları vardır. Mesela liderin seçilmiş bir kişi, mesih ya da avatar (Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi) olduğuna ve cemaatiyle beraber tüm insanlığı kurtarmak gibi özel bir misyonla gönderildiğine inanılır.
  6. Grupta iyice kutuplaşmış bir “biz ve onlar” düşüncesi hâkimdir ve bu da geniş toplum kesimleriyle grup arasında çatışmalara sebep olabilir.
  7. Grup liderinin, mesela öğretmenler, komutanlar, din adamlarının mesul olduğu şekilde hiçbir otoriteye karşı mesul olmadığına inanılır.
  8. Grupta, peşinde olunan çok yüce hedeflere ulaşmak doğrultusunda “ne gerekiyorsa” yapılması gerektiği öğretilir ya da ima edilir. Bu da üyelerin gruba girmeden önce gayri ahlaki saydıkları, ailelerine ve arkadaşlarına yalan söylemek, sahte yardım kampanyaları yaparak gruba para toplamak gibi işlere katılmaları ile neticelenebilir.
  9. Liderlik grup üyelerini etkilemek ve/veya kontrol altında tutmak için utanç ve/veya suç hislerini kullanır. Genellikle bu mürit baskısı ve incelikli ikna yöntemleri ile gerçekleştirilir.
  10. Üyelerin lidere ve gruba tam teslimiyet için aileleri ve arkadaşlarıyla bağlarını kesmeleri ve gruba dâhil olmadan önceki kişisel hedeflerini radikal biçimde değiştirmeleri gerekir.
  11. Grup sürekli yeni kimseler kazanma işiyle meşguldür.
  12. Grup sürekli para toplama işiyle meşguldür.
  13. Üyelerin gruba ve grupla ilgili aktivitelere tüm zamanlarını ayırmaları istenir.
  14. Üyeler sadece grubun diğer üyeleriyle birlikte yaşamaya ve sosyalleşmeye teşvik edilir ya da zorlanır.
  15. En sadık üyeler (en hasbiler) grubun dışında bir hayat olamayacağı hissine kapılırlar. Kendilerinin ya da diğer üyelerin –bırakın gruptan ayrılmayı- ayrılmayı akıllarından geçirmeleri halinde bile cezalandırılacağından korkarlar (Langone, 2015).

Bir de İngilizlerin 1987’de kurdukları, Londra merkezli “Kült Enformasyon Merkezi” (Cult Information Center, CIC) isimli organizasyonunun tanımına bakalım:

Şu beş niteliğin hepsini birden taşıyan gruplara “kült” denir:

  1. Üyelerini psikolojik baskı ile devşirir, beyinlerini yıkar ve gruba bağlılıklarını sağlar.
  2. Seçkinci totaliter bir yapısı vardır.
  3. Kurucu lideri kendi kendini atamış, dogmatik, mesihlik/mehdilik havasında, kimseye hesap vermez ve karizmatik bir kişidir.
  4. Üyeler “gaye vasıtayı meşru kılar inancıyla” para ve üye toplamada her yola başvurabilir.
  5. Toplanan servetten grup üyeleri yararlanmaz (Cult Information Center: What is A Cult?, 2018).

Toplumsal tepki olarak yeni dini akımlar

James Richardson, din sosyolojisi alanında kendi zamanında sunulan tanımlardan daha genellenebilir, daha kapsayıcı bir kavramsallaştırma yapmak amacıyla tepkisellik üzerinden iki boyutlu bir matris geliştirmiştir. Bu matris, “bireyci – toplumcu” ve “mistik – akılcı” eksenlerinden oluşmaktadır. Richardson’a göre kültler içinde bulundukları topluma bir tepki olarak ortaya çıkarlar. Eğer içinde bulundukları toplum -mesela Amerika gibi- “bireyci-akılcı” bir toplumsa ortaya çıkabilecek kültler buna tepki olarak “bireyci-mistik”, “toplumcu-rasyonel” ya da “toplumcu-mistik” kategorilerden birinden çıkar (Richardson, 1993).

 MistikAkılcı
Bireyci12
Toplumcu34

Bu kavramsallaştırma gerçekten de sadece Hıristiyan topluluklar dikkate alınarak yapılan kavramsallaştırmalardan daha kapsayıcı, daha evrensel görünmektedir. Toplumumuz, hâkim kültürel değerler açısından bakıldığında matrisin “Toplumcu-Akılcı” ve “Toplumcu-Mistik” olarak isimlendirilen üç ve dördüncü bölgeleri arasında bir yerde sayılabilir. Bu yüzden bizde ortaya çıkmış ve çıkacak yeni/alternatif dini hareketlerin “bireyci-mistik” ve “bireyci-akılcı” kategorilerde olması ihtimali daha yüksektir. Coğrafi olarak daha küçük bölgelere gidildikçe yahut incelenen çevre daraltıldıkça “yeni dini akımlara” yönelen grupların matristeki yer daha belirginleşir.

Kişisel manevi/mistik gelişimi, ilerlemeyi her şeyin önüne koyan, bireye insan-ı kâmil olma yolunda kişisel reçeteler sunan, bireyi Molla Kasım’ların elinde ruhunu yitirmiş, akılcı açıklamalar ve zorlamalardan ibaret kalmış formel bir dinden hakiki inanca taşıma iddiasındaki tasavvufi akımlar “bireyci-mistik” kategorinin örneği olabilirler.

Adnan Oktar cemaatinin ortalama müntesip profiline bakıldığında, kendi batılı, seküler, akılcı ve bireyci çevrelerine tepki içerisinde manevi bir arayışa giren gençlere “toplumcu-mistik” bir reçete sunulduğu görülmektedir.

Gülen cemaatinin kendi organik/geleneksel toplumsallığından kopartılmış gençlere yeni ve alternatif bir toplumsallık sunduğu ortadır ancak bu cemaatin bahse konu matriste yerini (toplumcu-mistik) belirleyen asıl unsur, bir yandan müntesiplerini son derece rasyonel, akılcı, seküler bir eğitim sürecine maruz bırakırken bir yandan da onlara rüyalarla, öte alemlerden gelen mesajlarla süslenmiş son derece irrasyonel, mistik bir zemin sunmasıdır.

Son yıllarda etkinliğini arttıran, İslam’ı Kur’an merkezli okuma ve anlamaya dayalı, dinin tamamen rasyonel ve bilimsel açıklamalar çerçevesinde algılanıp yaşanabileceğine inanan, toplumcu-mistik geleneğin önemli dayanaklarından biri olan hadislere fazla iltifat etmeyen, başını daha çok başta ilahiyat olmak üzere çeşitli disiplinlerden akademisyenlerin çektiği yeni dini akımların “bireyci-akılcı” kategoride yer aldıkları söylenebilir.

Doğu-Batı Ekseninde Yeni Dini Hareketler

Yeni dinî hareketlerle ilgili olarak yapılan tipolojilerden en yaygınlarından birisi, bu hareketleri ortaya çıktıkları dinî geleneklere, yani kökenlerine göre ele alan İngiliz din sosyoloğu James Arthur Beckford’un tipolojisidir. Batıda ortaya çıkan yeni dinî hareketlerle ilgili çalışmaları nedeniyle sahanın otoritelerinden biri kabul edilen Beckford, yeni dinî hareketleri Asya, Uzak Doğu kökenli olanlar ve Hıristiyanlık içinde ortaya çıkanlar şeklinde iki ayrı kategoride ele alır (Kirman, Batıda Ortaya Çıkan Yeni Dinî Hareketlerin Bazı Özellikleri ve Toplumsal Tabanları, 1999).

Beckford’un mistik Doğunun hayata materyalist Batıdan daha fazla anlam kattığına inananların oluşturduğu ve daha ziyade Asya’nın Hint ağırlıklı felsefî ve mistik geleneğine dayalı hareketleri ilk kategoride ele alırken, kendilerinin Hıristiyan olduğunu savunan, ancak gerek Hz. İsa’nın dönüşü ve gerekse modern toplum hayatında manevî kurtuluşa ermenin çeşitli yolları ile ilgili geliştirdikleri yeni ve farklı öğretiler etrafında bir araya gelen insanların oluşturduğu hareketlere ikinci kategoride yer verir (Kirman, Yeni Dinî Hareketleri Tanımlama Problemi Ve Tipolojik Yaklaşımlar, 2003).

Beckford bu tür hareketleri ideolojileri ve örgüt yapılarına göre iki kategoride ele alır: Uyumcu (adaptive) hareketler ve marjinal hareketler. Uyumcu hareketler, marjinalleşen kişileri bünyesine alarak geleneksel mesleki ve eğitim rutinlerine uydururlar. Onları yeniden asimile ederler. Marjinal hareketler ise bunun aksine, müntesiplerini geleneksel yollardan uzaklaştırarak sosyal olarak marjinalleştirirler (Beckford, 1978).


Türk “Babaları” Hareketi

Beckford’un dikkat çektiği Hint etkisinin doğu-batı arasında bir köprü olan ülkemizde yoğun şekilde hissedildiği söylenebilir. Özellikle ülkemizin birçok bölgesinde Hint mistik öğretilerinden birçok unsuru bünyesinde taşıyan mistik cemaatleri tespit etmek mümkündür. Beckford’un makalesinde uyumcu hareketlere örnek olarak verdiği Anthony ve Robbins’in “Meher Baba kültü” araştırmasında incelenen ruhani önderin taşıdığı “Baba” sıfatı ülkemizde sayısız dini/mistik liderin de sıfatıdır.

Basit bir araştırmayla bu sıfatı taşıyan kişilerin kabarık bir listesine ulaşabiliriz: Dumlu Baba (Erzurum), Ethem Baba (Erzurum), Maran Baba (Erzurum), Horasan Baba (Erzurum), Pir Ali Baba (Erzurum), Rasim Baba (Erzurum), Habip Baba (Erzurum), Yağan Baba (Erzurum), Sümmani Baba (Erzurum), Nazilli Baba (Erzurum), Hasan Baba (Erzurum), Hamdi Baba (Bolu), Şeyh Muhlis Baba (Bilecik), Baba Nimeti (Konya), Yuh Baba (Konya), Akyazılı Sultan Baba (Bulgaristan), Kum Baba (Çorum), Diri Baba (Azerbaycan), Yakup Baba (Muğla), Samud Baba (İzmir), Demir Baba (Bulgaristan), Abalı Baba (Ankara), Aydul Baba (Ankara), Tuz Baba (İstanbul), Koç Baba (Kastamonu), Nusret Baba (Edirne), Kaplan Baba (Edirne), Gül Baba (Ankara), Hasan Baba (Safranbolu), Ergüllü Baba (Safranbolu), Geyikli Baba (Bursa), Somuncu Baba (Aksaray), Yusuf Hakiki Baba (Aksaray), Külhani Ali Baba (Aksaray),  Bayram Baba (Aksaray), Hamza Baba (Aksaray), Kemal Baba (Aksaray), Uzun Baba (Aksaray), Kasım Baba (Mersin), Haydar Baba (Antalya), Koçali Baba (Urfa), Seyit Veli Baba (Isparta), Büklü Baba (Karaman), Sultan Sarı Baba (Denizli), Celal Baba (Kars), Keserci Baba (İstanbul), Koca Vaiz Baba (Malatya), Aydın Baba (Gaziantep), Kara Baba (Gaziantep), Sümbüllü Baba (Tokat), Ali Baba (İzmir), Kurt Baba (İzmir), Çağırgan Baba (Gümüşhane), Gizlice Baba (Eskişehir), Kazancı/Kaçkancı Baba (Ankara), Gül Baba (Ankara), Haçkalı Mustafa Baba (Trabzon), Bostancı Baba (Kayseri), Koçu Baba (Kırıkkale), İğneci Baba (Amasya), Telli Baba (Edirne), Eskici Baba (Edirne), Koca Baba (Yalova), Emir Baba (Çanakkale), Abdal Musa Baba (Bursa), Ekmekçi Baba (İstanbul), Tezveren Baba (İstanbul), Arap Baba (İstanbul), Gül Baba (İstanbul), Yatır Baba (İstanbul), Baba Haydar Semerkandi (İstanbul), Alemdar Baba (İstanbul), Sefer Baba (İstanbul), İskender Baba (İstanbul), Zakir Baba Bursa, Haydar Baba (Kırıkkale), Liman Baba (Kırklareli), Terzi Baba (Erzincan), Kurt Baba (Edirne), Taşkent Baba (Edirne), Tütünsüz Baba (Edirne), Altıparmak Ahmet Baba (İstanbul),  Haydar Baba (İstanbul), Oruç Baba (İstanbul), Laleli Baba (İstanbul), Derya Ali Baba (İstanbul), Yazıcı Baba (İstanbul), Turabi Baba (İstanbul), Evlice Baba (İstanbul), Gözcü Baba (İstanbul), Erikli Baba (İstanbul), Akbaba (İstanbul), Dolu Baba (Bursa), Tabakçı Baba (Edirne), Sofi İlyas Baba (Edirne), Hıdır Baba (Edirne), Helvacı Baba (İzmir), Hasan Baba (Balıkesir), Arap Baba (Elazığ), Fatih Ahmet Baba (Elazığ), Üryan Baba (Elazığ), Beşikli Baba (Elazığ), Baba Sultan (Çanakkale), Bayraklı Baba (Çanakkale), Kaşıklı Baba (Çanakkale), Baba Sultan (Kocaeli), Arap Baba (Niğde), Koyun Baba (Çorum), Babam Sultan (Sakarya), Hızır Baba (Amasya), Komutan Baba (Düzce), Sofracı baba (Malatya), Baba Sultan (Ankara), Karasi Baba (Balıkesir), Sultan Baba (Bitlis), Piri Baba (Amasya), Süt Baba (Manisa), Şirvanlı Baba (Amasya), Yıldız Baba (Karabük), Tavus Baba (Konya), Haki Baba (Manisa), Avdan Baba (Denizli), Deynekli Baba (Denizli), Sarı Gazak Baba (Denizli), Sultan Sarı Baba (Denizli), Müştak Baba (Muş), İsa Baba (Samsun), Sofu Baba (Van), Abdurrahman Baba (Van) (Akit, 2018) (Evliyalar Ansiklopedisi, 2018) (Evliyalar, 2018).

Ahmet Yaşar Ocak, hem İranlı hem de Türk sûfilerinin kullandıkları “baba” unvanının, sıradan derviş ve şeyhlerin değil, en üst kademedeki şeyhlerin unvanı olduğunu belirtir (Ocak, 2011).

Osmanlıdan hatta Selçukludan günümüze kadar bu tür mistik hareketlerin böylesi yaygın şekilde örgütlenebilmiş ve faaliyet gösterebilmiş olmasının ardında, bu hareketlerin Beckford’un uyumcu (adaptive) olarak tanımladığı şablona uygun hareketler olmasının yattığı kolayca ileri sürülebilir. “Babalar” hareketlerinin, kamu düzeninin sağlanmasında, fertlerin siyasi radikalizmden uzak tutulmasında, devletçe uygun görülen temel dini bilgilerin kitlelere ulaştırılmasında hatta bazen devlet ideolojisinin endoktrinasyonunda tarihten günümüze önemli roller oynadığı görülmektedir.

Özellikle kırklı-ellili yıllarda taraftarlarının sayısını arttırıp güçlenen “nurculuk” hareketi her ne kadar sıkı bir şekilde takibata uğramışsa da mensuplarını radikalizmden, aktivizmden, hatta siyasetten uzak tutmaya azami dikkat göstermiş, bir “iman” hareketi olarak döneminin batıcı pozitivist iktidarı karşısında gençlerin radikal tutumlar almasını engellemiştir.   

Günümüzde, önde gelen dini cemaatlerden Erenköy cemaatinin gönüllü eğitim faaliyetlerine ağırlık vermesi, devletin ideolojisiyle ters düşmeyecek şekilde eğitim kurumları açması, Adıyaman Menzil cemaatinin özellikle suça bulaşmış kimselerin gidip tövbe ettikleri bir merkez olarak temayüz etmesi de Beckford’un “uyumcu dini hareketler” şablonuna uymaktadır.

Aslında benzer bir hareket olan Gülen cemaati de özellikle pozitif bilimlere vurgu yaparken, devletin eğitim hizmetinin sağlama noktasında yetersiz kaldığı birçok yerde öğrencilere dershaneler ve özel dersler yoluyla imkanlar sağlarken ve özellikle dini radikalleşmenin önüne geçerken çeşitli şekillerde desteklendiği için gelişip güçlenme imkânı bulmuş, ta ki Beckford’un tipolojisindeki ikinci gruba dönüştüğü açıkça ortaya çıkıncaya kadar kendine geniş bir hareket alanı bulabilmiştir.

Yine bu makalenin yazılmasına sebep olan Adnan Oktar cemaati de özellikle seksenli yıllardan sonra (devletin ideolojisiyle uyum içinde) Komünizm, Darwinizm ve Yahudilik-Masonluk karşıtı bir diskurla ortaya çıkarken, zihinsel ve duygusal olarak içinde yaşadığı topluma yabancılaşan zengin elitlerin çocuklarını yeniden geleneksel topluma (genel geçer din/devlet anlayışına) entegre ederek bir meşruiyet kazanmıştır. Bu anlamda uyumcu bir dini hareket olarak değerlendirilebilir. Ancak daha sonraları gerek cinselliğin teşhiri noktasında gerek İsrail yanlısı söylemler noktasında marjinalleşmiş, artık eski siyasi ve ekonomik önemini yitirmeye başlayan elitlerin çocuklarına yönelik çabaları da anlamını yitirince kendine meşruiyet sağlayan kalkanı kaybetmiştir. 

Beckford uyumcu ve marjinal hareketler arasındaki temel farkları açıklarken, marjinal hareketlerin uyumcu hareketlere göre çok daha sıkı kontrol edilen, sık dokulu ve ekonomik açıdan kendi kendine yeten kurumlar olduğunu, uyumcu hareketlerin ise grup içi sosyal kontrolün ve fertler üzerindeki grup baskısının zayıf, grup sınırların belirsiz, geçişkenliğin fazla, diğer grupları dışlama fikrinin az olduğu yapılar olduğunu söyler (Beckford, 1978).

Gülen cemaatinde de Adnan Oktar cemaatinde de Beckford’un marjinal hareket tipolojisinin izleri sürülebilir. Her iki harekette de zaman içinde grup içi kontrol ve baskılar sıklaştığı, diğer grupları dışlayan anlayışın güçlendiği, ekonomik açıdan kendine yeterliliğin sağlandığı ve en önemlisi cemaat mensuplarının “seçilmiş” kişiler olarak içinde bulundukları topluma git gide yabancılaştıkları, yani marjinalleştikleri görülmektedir.

Şerif Mardin “Türkiye’de Din ve Siyaset” isimli eserinde, temel görünüşleri ve bugünkü Türkiye’nin dinî dinamiğine girmiş olan ilgili kurumsal mekanizmaları anlamak için ülkemizin dinî tarihinin anlaşılmasının kesinlikle gerekli olduğunu söyler. Ona göre Türk İslâmı’nın farklılığını yaratan ortak değerler, aynı zamanda Osmanlı sülalesini kuracak olan aynı Türk grubun en eski dini olan Şamanizmden gelir (Mardin, 1991). Mardin yukarıda bahsettiğimiz “babaları” da bu bağlamda ele alırken şunları söyler:

“Göçebeliğin siyasî ekolojisi tarafından siyasî liderliğe sevkedilmiş ve daha önce pek çok defa içinden devletlerin doğduğu kabile federasyonları kurmuş olan Türk toplulukları, kutsal bir kitaba dayalı İlahî dinleri, babadan oğula intikal eden yönetim usulü ve devletin yönetimi için Şamanizmden daha uygun buldular. İslâm, bir kitabî din olarak Türk elitleri tarafından Batı Asya’da yeni siyasî merkezler yaratma fikrine, sürekli silah altında tutulan ordularla beraber, bir grup kâtibin istihdam edildiği yeni Türk hükümdar sülaleleri kurma düşüncesine oldukça uygun gelmişti. Bu devletler için İslâm, İlahî mesajın yorumunu yapacak olan dinî personel ve bunların aracılığıyla da gücünü merkezî bir değer kaynağından alan sosyal kontrolü getiriyordu. Kabilevî düzeyde Şamanizm, dünyevî ve kutsal arasında ve bu dünyayla öbür dünya arasında bir köprü oluşturuyordu. ../.. Şaman türündeki dinî rehberler, Türklerin Müslüman olmasıyla ortadan kalkmadı. Şamanizm, babadan oğula geçen Türk devletlerinde, neyin en iyi olabileceği hesaplarında oldukça geri plana atıldıysa da; bu yeni tür yapılanmaya kendisini uyduramayanların dini olarak yaşamaya devam etti. Türkmen savaşçıları, kendi liderleri gibi İslamiyet’i benimsemişlerdi; fakat Şamanist alışkanlıktan gelme tortular en fazla bunlar arasında yaygındı. Merkezî iktidar müesseselerinin kurulması aleyhinde çalışan göçebe eğilimlerin canlı tutulduğu ve Şamanizm’le ilişki içinde yaşatıldığı bu bölgelerde, sözkonusu türde yeni kurulmuş devletlerin varlığını tehlikeye atan büyük isyanlar olmuştu. Bu durum, özellikle Selçuklu devleti açısından geçerliydi ve aynı süreç Osmanlı devletinde de yaşandı.8 Hatta, Osmanlı imparatorluğu gücünün zirvesindeyken bile “Padişah… dinî liderlerin, özellikle de popüler şeyh ve dervişlerin gücünden çekindi ve Türkmen isyanları da bunu doğrulamış oldu.

Kendi geniş görüşlülükleriyle Orta Asya Türklerinin İslâmiyeti benimsemesini kolaylaştırmış olan Tasavvufî tarikatler, eski ile yeni arasında bir teğet noktası oluşturdular ve böylece daha evvelki “putperest” alışkanlıklar, bu yeni patrimonyal İslâmî düzen içinde varlığını sürdürmeyi başardılar. Her ne kadar heterodoks müslümanlık, mistisizm ve Sufî tarikatleri arasında gerçekte sadece kısmî bir irtibat noktası olmuş ve Osmanlı görevlileri bütün dinî kurumları ortak bir çatı altına yerleştirmek için büyük gayretler sarfetmişlerse de; Selçuklu veya Osmanlı için bu heterodoks Müslümanlık, mistisizm ve Sufî tarikatlerin hepsi muhtemel siyasî yıkıcılık özelliği taşıyan yapılarla birlikte aynı şemsiyenin altına konuldu. Osmanlılar açısından asıl fesat, Türkmen aşiretlerine yapılacak bir şiilik çağrısıydı; çünkü bu mezhep İran’daki Safeviler nezdinde kendi resmî koruyucusu olarak rakip bir hanedanlığa sahip bulunuyordu. Bu hanedanlık, Anadolu’da aşırı bir şekilde etkili hale gelmiş olan “Safaviya” tarikatiyle de içiçeydi ve ismini de buradan almıştı.

Bu tarikat 14. yy.’da, o günlerde Anadolu’yu dolduran ve bilinen her tür Müslümanlığı yaymakta olan Türk babaları hareketinin beslendiği yerde, yani Azerbaycan ve Gilan’da doğmuştu. Bu “babalar“, Osmanlıları ve onların seleflerini daha önceki yüzyıllarda korkutmuş olan, aynı tür Şamanvarî sorun yaratan insanlardı.” (Mardin, 1991)

Elbette “Türk babaları hareketlerinin” her biri uyumcu hareketlerden sayılamazdı.  Mardin’in bahsettiği “siyasi yıkıcılık” özelliği taşıyan “marjinal” hareketlere Baba İshak ve şeyhi Baba İlyas’ın başını çektiği Babailer (Vefaiyye tarikatı) örnek verilebilir. Osmanlı devletinin kurulmasından yaklaşık altmış sene önce, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde, Anadolu’da büyük bir Türkmen ayaklanmasını başlatan hareket, ancak kiralanan Frank askerlerinin yardımıyla bastırılabilmiş, Anadolu Selçuklu Devleti’ni zayıflatarak çöküşünü hızlandırmıştır (Ocak, 2011).


Sonuç

Tarihten günümüze cemaatlerin, bünyelerinde taşıdıkları potansiyel tehdidin büyüklüğüne rağmen varlıklarını sürdürebilmelerin sebebi, bir yandan çok önemli sosyal ihtiyaçları karşılamalarında, bir yandan da devlete toplumu kontrol etmek ve yönlendirmekte çok işe yarayan bir enstrüman vazifesi görmelerinde aranabilir.

Bin yılı aşkın tarihi tecrübemiz, coğrafyamızda dini cemaatlerin çok önemli roller oynadığını, köklü bir sosyolojik zemine oturduğunu ve bu durumun kısa vadede değişmeyeceğini açıkça gösteriyor. Post modern dönemde, itelendiği kuytu köşelerden eskisinden de fazla güçlenmiş olarak çıkıp yeniden görünürlük kazanan ruhani arayışlara cevap verme iddiasında yeni sosyal gruplar olacaktır. Bunların kimisi yüzlerce yıllık geleneğin çağdaş uzantıları olarak ortaya çıkacak kimisi de “yeni dini hareketler” başlığı altından incelenebilecek, daha önce hiç görülmemiş hareketler olacaktır.

Adnan Oktar hareketi “şimdilik” dağıtılmış görülüyor ancak gerçek bir sosyolojik tabana dayanan oluşumların kanun zoruyla ya da devlet gücüyle yok edilemediklerini, bir süreliğine yer altına inerek yahut yeni formlar alarak yaşamaya devam ettiklerini de unutmamak gerekiyor. Aynı şekilde diğer dini cemaatlere karşı, “devletin bekası” ileri sürülerek alınan tedbirlerin de orta-uzun vadede arzu edilen neticeleri doğurmayacağını hatırda tutmak şart.

Her dini hareket, yıkıcı bir karaktere bürünme potansiyelini içinde taşıyabilir. Bu potansiyel, uygun şartların oluşmadığı uzun yıllar boyunca “potansiyel” olarak kalmaya devam edecektir. Belki alınacak gerçek tedbir, cemaatlere topyekûn baskı uygulamak yerine, cemaat içi sosyal baskılar, cemaat yönetimindeki güç ilişkileri, toplumun geri kalanına yabancılaşma, mali yapı gibi bazı temel noktalarda bağlayıcı kurallar koyup sıkı şekilde takip etmek olmalıdır. Tabi bu konularda doğru teşhis ve tedbirlerin seçilebilmesi için sosyal bilimcilerin ortaya, saha araştırmalarıyla elde edilmiş somut bilgilerle desteklenen yeni teoriler koyması da çok önemlidir.  


Başvurular

Akit, Y. (2018, Nisan 18). Hangi ilimizde hangi Allah dostu var? İşte evliyalar haritası.. Ağustos 18, 2018 tarihinde Yeni Akit Gazetesi Web Sitesi: https://www.yeniakit.com.tr/haber/hangi-ilimizde-hangi-allah-dostu-var-… adresinden alındı

Beckford, J. A. (1978). Cults and Cures. Japanese Journal o f Religious Studies , 225-257.

Campbell, B. (1978). A Typology of Cults. Sociological Analysis, 228-240.

Cult Information Center: What is A Cult? (2018, 07 22). Retrieved 07 22, 2018, from Cult Information Center: http://www.cultinformation.org.uk/question_what-is-a-cult.html

Evliyalar. (2018, Ağustos 2018). Ağustos 2018, 2018 tarihinde turbeler.org: https://www.turbeler.org/evliyalar adresinden alındı

Evliyalar Ansiklopedisi. (2018, Ağustos 18). Ehli Sünnet Büyükleri: http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-Ansiklopedisi/Ulkeler/Turk… adresinden alındı

Garrett, W. R. (1975). MalignedMysticism: TheMaledicted Career of Troeltsch’s Third Type. SociologicalAnalysis, 36(3), 205-223.

ICSA. (2018, 07 22). FAQS – International Cultic Studies Association. Retrieved 07 22, 2018, from International Cultic Studies Association: http://www.icsahome.com/elibrary/faqs

Jenkins, R. (2000). Disenchantment, Enchantment and Re-Enchantment: Max Weber at the Millennium. Max Weber Studies, 1(1), 11-32.

Kirman, M. A. (1999). Batıda Ortaya Çıkan Yeni Dinî Hareketlerin Bazı Özellikleri ve Toplumsal Tabanları. Dinî Araştırmalar, 2(4), 223-233.

Kirman, M. A. (2003). Yeni Dinî Hareketleri Tanımlama Problemi Ve Tipolojik Yaklaşımlar. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 3(4), 27-43.

Langone, M. D. (2015). Characteristics Associated with Cultic Groups. Retrieved 07 22, 2018, from International Cultic Studies Association: http://www.icsahome.com/articles/characteristics

Lifton, R. J. (1981). Cult Formation. The Harvard Mental Health Letter, 7(8).

Mardin, Ş. (1991). Türkiye’de Din ve Siyaset Makaleler III. İstanbul: İletişim Yayınları.

Ocak, A. Y. (2011). Babailer İsyanı – Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslam – Türk Heterodoksisinin Teşekkülü. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Richardson, J. T. (1993). Definitions of Cult: From Sociological-Tehnical To Popular-Negative. REview of Religious Research, 34(4).

Snow, D. A., & Machalek, R. (1984). The Sociology of Conversion. Annual Review of Sociology, 10, 167-190.

Swatos, W. H. (1998). Encyclopedia of Religion and Society. Walnut Creek: AltaMira Press.

Tınaz, N. (2005). A Social Analysis of Religious Organisations: The Cases of Church, Sect, Denomination, Cult and New Religious Movements (NRMs) and Their Typologies. İslâm Araştırmaları Dergisi, 63-108.

Wikipedia. (2018, 07 12). Project Megiddo. Retrieved 07 15, 2018, from Wikipedia, The Free Encyclopedia: https://en.wikipedia.org/w/index.php?title=Project_Megiddo&oldid=849894…


Bu yazı ilk olarak 18 Ağustos 2018’de fikircografyasi.com adresinde yayınlanmıştır.

Sosyalsiz Topluma Doğru

Sosyalsiz Topluma Doğru

Fransız sosyolog Alain Caillé, toplumsallaşma tarzlarını birincil ve ikincil olarak ikiye ayırır. Caillé’nin sınıflandırması bir yandan Durkheim’ın mekanik ve organik iş birliği ayrımına, bir yandan da Tönnies’in ortaya attığı ve Weber’in de sosyal ve tarihi değişimleri vurgulamak için kullandığı gemeinschaft-gesellschaft dikotomisine paralellik arz eder. Bu dikotomiye göre toplumsallaşma iki temel kategoride incelenebilir:

  1. Kişisel sosyal etkileşimler ve bu etkileşimlere dayalı roller, şahsi değerler ve inançlar çerçevesinde oluşan toplumsallaşma (gemeinschaft, community, cemaat).
  2. Dolaylı etkileşimlere dayalı gayri şahsi roller, resmi değerler ve inançlar temelinde gerçekleşen toplumsallaşma (gesellschaft, society, cemiyet).

Weber de 1925 yılında yayınlanan “Wirtschaft und Gesellschaft” isimli eserinde, “gesellschaft” kavramını kendi rasyonelleşme fikri çerçevesinde, “karşılıklı rızaya dayalı rasyonel anlaşma”  olarak tanımlamıştır.

Weber, rasyonelleşmeyi ve beraberinde getirdiği “büyübozumunu” (entzauberung, disenchantment) insanlığın kaçınılmaz kaderi olarak görmüştü. Alain Caillé, bu değişimin insanlığı sürükleyip getirdiği noktadan bakarak yeni değerlendirmeler yapıyor. Caillé’ye görüşlerini, Emile Durkheim’ın yeğeni ve entelektüel varisi Marcel Mauss’un 1925 yılında yazdığı “Essai sur le don” (Vermek Üzerine Makale) isimli eserinden hareketle geliştiriyor. Caillé, Mauss’un bu eserinde yer verdiği, ilkel toplumların –sosyal sözleşme üzerine kurulan modern toplumların aksine- piyasa ya da sözleşmelere bel bağlamadıklarını ortaya koyan bulgularına dikkat çekiyor.

Birincil toplum, aile, arkadaşlık, sevgi ve irtibatların dünyası ve bu dünyada insanın kişiliği işlevinden daha önemligörünüyor. İkincil toplumda ise insanların işlevleri (fonksiyonları) kişiliklerinden önde geliyor. Sizden beklenen “işi” yaptığınız müddetçe kim olduğunuzun pek de önemi yok.

Peki, modern toplum birincil toplum ilişkilerinin tamamen yok edildiği bir vasat mı?

Caillé, bugün içinde yaşadığımız modern toplum her ne kadar tamamen çıkar odaklı görünürse görünsün, yukarıda bahsi geçen iki sosyal ilişki türü arasında sürekli gidip geldiğimizi söylüyor.

Modern toplumda, fakirlere, hastalara, yetimlere sahip çıkmak adına oluşturulan, mesela ülkemizdeki SGK, Darülaceze gibi “sosyal” müesseseler, “karşılıklı rızaya dayalı bir rasyonel anlaşma” çerçevesinde toplanan fonlarla işliyorlar. Ama buna rağmen kâr odaklı olarak kuruldukları şüphesiz olan bazı firmaların “sosyal sorumluluk” ismini verdikleri girişimlerine de şahit oluyoruz. Mecburiyetleri olmadığı halde yardım organizasyonları yaptıklarını, maddi sıkıntılardan dolayı okuma imkânı bulamayan gençlere burslar verdiklerini işitiyoruz.

Caillé bilinen tüm politik ideolojilerin, talebin sonsuz kaynakların yetersiz olduğu ve cevabın sürekli ekonomi büyümede olduğu varsayımından hareket ettiklerini ancak “sürekli büyümenin” artık mümkün olmadığı bir noktaya vardığımızı ileri sürüyor. Sürdürülebilir bir demokrasi için sürekli daha fazlasını “almak” fikrinden uzaklaşarak “verme ruhunu” geliştirmemiz gerektiğini söylüyor.

Diğer bir Fransız sosyolog olan Robert Castel, 1995’te yayımlanan “Les métamorphoses de la question sociale – Une Chronique du salariat.” (Sosyal Sorunun Dönüşümleri) isimli kitabında, Caillé’nin fikirlerinden hareketle “sosyalsiz toplumlar” (sociétés sans social) kavramını ortaya atıyor. Castel’e göre “sosyalsiz toplum”, birincil toplumsallaşma tarzına (sociabilité primaire) özgü düzenlemelerle, yani aileye/komşuluğa/cemaate dayalı ya da mesleki temelde kendiliğinden örülmüş karşılıklı bağımlılık ilişkilerini esas alan ve üyeleri arasındaki bağları kurarken uzmanlaşmış kurumlara/kişilere başvurmayan bir yönetim anlayışıyla idare edilen toplumlardır.

Castel, “sosyalden” yoksun olan toplumun, aynı zamanda “ekonomikten” de, “politikten” de ve “bilimselden” de yoksun olacağını söylüyor. Çünkü ekonomiye, politikaya ve bilime özgü pratikler, ancak belirli bir uzmanlaşma düzeyine sahip kurumlarla mümkün olmaktadır. Oysa birincil toplumsallaşma tarzı bu kurumlara ihtiyaç duymaz. Bir toplumun “sosyal” hale gelmesi ancak ikincil toplumsallaşma tarzının (sociabilité secondaire) gelişimiyle mümkün olabilir.

Bu tanımlar ışığında Türkiye toplumuna “sosyal” ya da “sosyalsiz” demek mümkün müdür?

Yukarıda bahsi geçen Sosyal Güvenlik Kurumu, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze Müessesesi, Kadın Sığınma Evleri gibi organizasyonlar mevcut ve işler halde olduklarına göre Türkiye toplumuna “sosyalsiz” bir toplum demek haksızlık olur.

Öte yandan hiç de azımsanmayacak sayıda olan ve her geçen gün yenilerinin kurulduğunu gördüğümüz yardım derneklerinin, daha çok aile, inanç, asabiyet gibi birincil toplumsallaşma tarzına temel teşkil eden kavramlarla açıklanabilecek mevcudiyetlerinden de sarfınazar edemeyiz.

Bir de ülkemizde yaşanan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, özellikle siyaset kurumunda birincil toplumsallaşma tarzına doğru giderek artan bir yöneliş olduğu aşikâr.

Öyle görünüyor ki –tam olarak Caillé’nin dediği tarzda olmasa da- Türkiye toplumu da iki sosyal ilişki türü arasında sürekli gidip geliyor.

“Yerlilik” bizi sosyalsiz bir toplum olmaya doğru mu sürüklüyor?

Ülkemizde siyaset, bürokratik vesayeti -verilen uzun ve zorlu savaş neticesinde- mağlup ederek etkisizleştirmeyi başardı. Bu demokrasi adına olumlu bir gelişme sayılabilir. Ancak bu gelişme, ikincil toplumsallaşma tarzının adeta simgesi olan bürokrasi kurumunu zayıflatarak birincil toplumsallaşma tarzına yönelme sonucunu da doğurdu. Bürokrasi ile verilen mücadelede halk kitlelerinin desteğini kazanabilmek ya da muhafaza edebilmek için bürokrasinin “yerli olmayan”, “düşman güçlerle sinsice işbirliği yapan”, “milli iradeyi tanımak istemeyen” kişilerden oluştuğu tezi yoğun şekilde işlenmişti. 15 Temmuz darbesi ve sonrasında yaşananlar da bu iddiaların iddia olmaktan çıkarak can yakıcı bir hakikat şeklinde tecessüm ettiği bir süreç oldu. Bir takım harici mihrakların maşası olarak milli iradenin temsilcilerini devirmek isteyen askeri ve sivil bürokratlar, ellerinde dumanı tüten suç aletleriyle kıskıvrak yakalandılar. Böyle olunca bürokraside çok geniş çaplı tasfiyeleri yapabilmenin yolu da açıldı. Bu tasfiyeler yapılırken, en başta suçun şahsiliği gibi en temel hukuki/rasyonel ilkeler yer yer ihlal edildiği halde ortaya meşru bir toplumsal tepki çıkamadı.

Tasfiyelerle boşalan kadrolara yeni kimselerin istihdamında da artık ikincil toplumsallaşma tarzının olmazsa olmaz ilkelerinin terkedilmeye başlandığını görülüyor. “Kurumsallık”, “uzmanlık”, “rasyonellik”, “meritokrasi”, “liyakat” gibi kavramlar bugün artık hayli gözden düşmüş vaziyette. Bugünün revaçta kavramları, “aile”, “sadakat”, “güven” gibi birincil toplumsallaşma tarzına ait kavramlar oldu.

Aslında rasyonel, kurumsal, ilkesel sosyal etkileşim ağlarını çöpe atmadan aile, millet, itimat, kardeşlik gibi birincil toplumsallaşma tarzına ait değerlerin müspet yönlerini hayatımıza katacak türden bir “yerliliğin” üretilip üretilemeyeceği araştırılabilirdi. Mesela güçlü aile/akrabalık bağlarının ister istemez üreteceği nepotizmi, “kul hakkı yememek” gibi yine aynı dünyaya ait başka bir değerle filtrelemek mümkün olabilirdi belki. Yahut aile, kabile, mahalle algısının hudutlarını olabildiğince genişletebilsek, komşusu açken tok yatmakta problem gören inanca açılacak varlık alanı çok müspet neticeler üretebilirdi. “Sosyal” toplumu nötr rasyonalite yerine halkın tüm kesimlerince kabul görebilecek hamiyetververlik gibi, yetime sahip çıkmak gibi “yerli” değerler üzerine kurmayı da deneyebilirdik.

Siyasilerimizin kitleleri de arkalarına alarak öne çıkarttıkları “yerlilik” anlayışı yeni bir tanıma ve muhtevaya muhtaçtır. Bugünkü haliyle kalacak bir yerlilik anlayışı, bizi Caillé’nin tarif ettiği “sosyali” ve onun yanında “ekonomik”i “politik”i ve “bilimseli” de hızla tüketeceğimiz bir yola sokacak gibi görünmektedir.


Bu makale ilk olarak Fikir Coğrafyası sitesinde yayınlanmıştır.

Metastaz

Metastaz

Sayın Cumhurbaşkanımız Amerika seyahati dönüşü uçaktaki gazetecilere şu beyanatı verdi:

Biliyorsunuz, FETÖ konusunda kanser hücresi benzetmesini yaptım. Metastaz yapmış durumda. Kanserli hücreler tümüyle ortadan kaldırılmadan, bu işin bittiğini söylersek kendimizi aldatırız. FETÖ ile iltisaklı memurları görevden alma işlemi bu mücadele çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Kanserli hücrelere rastlandığı müddetçe de devam edecek.

Teşbihte hata olmaz derler. Bu teşbihte ne yazık ki hata varmış gibi görünüyor.

Kanserin dört evresi var.

Birinci evre: Hastalığın henüz bölgesel olduğu ve herhangi başka bir bölgeye doğru ilerlemesinin, yaklaşmasının söz konusu olmadığı evredir. Hastalık bu evrede teşhis edildiğinde,ameliyatla iyileşme şansı çok yüksektir.

İkinci evre: Hastalığın lenf düğümlerine doğru ilerleyerek yaklaştığı evredir. Bu aşamada hastalığın ameliyatla iyileşme şansı devam etmektedir.

Üçüncü evre: Tümörlü hücrelerin, lenf düğümleri ve etrafında görülmeye başladığı, çevredeki doku veya organlara sıçramaya başladığı evredir.

Dördüncü evre: Tümörlü hücrelerin, çevre doku ve organlara yayıldığı evredir. İşte buna “metastaz” denir. Kanser evreleri arasında en ileri boyuttaki evredir ve iyileşme şansı çok çok düşüktür. Bu evreden sonra hasta mümkün olduğunca uzun süre hayatta tutulmaya çalışılır.

Cumhurbaşkanımızın dediği gibi FETÖ bir tür kanserse bu kanserin hasta ettiği vücut, Türkiyemiz olmalıdır.

Teşbihe göre bu kanser dördüncü evresindeyse, yani metastaz yapmışsa, ülkemizin yaşama ümidi kalmamış demektir.

Alınan tüm tedbirler, bu evrede hastalığı tedavi etmeye yönelik olarak değil “hastayı” birazcık daha hayatta tutmaya yönelik alınıyor demektir.

***

Metastazlı teşbihte hata olsa da hastalık-tedavi metaforunun çağrışımları işimize yarayabilir.

Cemaat 17-25 Aralık sürecinin akabinde çok stratejik bir hata yaptı.

Başta Gülen olmak üzere cemaatin kurmayları zannettiler ki cemaat tabanı ile AK Parti seçmenleri/taraftarları bir anda kolaylıkla ve kesin olarak ayrışabilir. Hükumete ve Cumhurbaşkanına karşı hırsızlık, yolsuzluk iddialarını -kendilerince- inkâr edilemez delillerle ispat ettikleri anda, başta “şakirtler” olmak üzere tüm muhafazakâr kesim onlarla saf tutacak zannına kapıldılar.

Öyle olmadı.

Çünkü hem sıkı cemaatçilerin hem cemaat sempatizanlarının kahir ekseriyeti aynı zaman AK Parti seçmeniydi.

Attıkları her yumruk, vurdukları her darbe aslında kendi bünyelerinde tahribata yol açtı. Çünkü hükûmete, hükûmet taraftarlarına vuruyoruz derken bir yandan da kendi cemaatlerinin mensubu olanlara vurmuş oluyorlardı.

Şimdi maalesef, hemen hemen aynı hatayı hükûmet yapıyor.

Hükumet zannediyor ki kanlı bir darbe yapmaya kalkıp elinde dumanı tüten silahla suç üstü yakalanan cemaatin mensupları başta olmak üzere tüm muhafazakâr kesimler artık “hakikati” tüm çıplaklığıyla görecek ve safını seçecek!

Muhafazakâr taban bir anda terör örgütü olduğu kesinleşen cemaat ile ilgili bütün uygulamalara sonsuz bir destek verecek, bu korkunç darbe girişimi sonrası “olağanüstü dönemlerde olur böyle şeyler” yahut “bu çapta bir operasyonda ufak tefek hatalar mazur görülebilir” gibi argümanları benimseyecek diye düşünülüyor.

Ama yaşadıklarımız bu varsayımın doğru olmadığını gösteriyor.

Bu sefer hükumetin, cemaate vuruyorum diye attığı her yumruk doğrudan kendisine geliyor.

Çünkü muhafazakâr denilen çevrelerde, kendisi değilse bile en azından eşi, dostu, akrabası cemaatle “iltisaklı” olamayan neredeyse kimse yok!

Buna bugünkü uygulamaların en ateşli müdafii görünenler de dâhil.

Yazar çizer takımının yahut siyasetçilerin cemaate daha dün düzdüğü neşideler toplumsal hafızada (ve internette) öylece duruyor.

Son kırk sene içinde cemaatin bir şekilde “dokunmadığı” organ bulmak neredeyse imkânsız.

Radyoterapi, kemoterapi kanser hücrelerinin yanısıra sağlıklı hücreleri de öldürür, bağışıklık sistemini çökertir.

Kendi vücudumuzu, kendi hücrelerimizi yakarak yok ederek bu hastalıktan kurtaramayız.

O zaman bu “teşbihin” yanlışını düzeltelim.

Cemaate kanser değil de bakteriyel enfeksiyon diyelim.

Bakteriyel enfeksiyonla mücadele radyoterapi ile kemoterapi ile yapılmaz.

Bağışıklık sistemi güçlendirilerek yapılır.

Antibiyotiklerle yapılır.

Uzun vadeli, kararlı tedavi programlarıyla, ciddi rehabilitasyon süreçleriyle yapılır.

Doğru tedavi ancak doğru teşhis ile mümkün olabilir.

FETÖ Mağdurları İçin Rehabilitasyon Programı

FETÖ Mağdurları İçin Rehabilitasyon Programı

35 sene boyunca sabırla, ince ince tasarlanmış bir darbe girişimini çok şükür ardımızda bıraktık.

Aşırı dindarlık maskesi altında çarpıtılmış bir itikadın nasıl müthiş yıkımlara yol açabileceğine gözlerimizle şahitlik ettik.

Tarih sayfalarına geçecek, asırlarca unutulmayacak bir hikâye bu.

Şimdi artık önümüze bakma zamanı.

Bu travmayı nasıl atlatacağımızı düşünme zamanı.

Görülen o ki FETÖ denilen bu örgütün açık/gizli yüzbinlerce mensubu var.

Hücre yapılanması gereği bunlar çoğu yerde birbirlerinden, diğer hücrelerin neler yaptığından haberdar değil.

Herşeyden önce başta milletine kurşun sıkan darbeciler olmak üzere hücreleri koordine eden tüm üst düzey yöneticilerin, terör örgütü liderinden aldıkları emirleri altlarına iletenlerin kesin olarak tespit edilip en ağır şekilde cezalandırılmaları şart.

Cezaevlerinde bunların uzunca bir müddet tecritte tutulmasında fayda var.

Örgütte “mahrem” diye, “hususi” diye nitelenen “pis” işlere bulaşmamış, sadece örgüte insan ve para kaynağı sağlamak için koşturan alt düzey yöneticilere ve örgüt mensuplarına gelince…

Bunlardan çalıntı sorularla sınav kazanma, bulundukları devlet kurumlarında haksızlık yaparak örgüt mensuplarına yer açma gibi suçlara bulaşanlar tespit edilmeli ve adil şekilde cezalandırılmalıdırlar. Mesela hırsızlıkla girdikleri devlet işlerinde aldıkları tüm maaşlar kendilerinden tazmin edilmelidir.

Ancak irtibatları “himmet” vermek, toplantılara katılmak, Fetih suresi ya da cevşen okumak ya da twitleri ikiye katlamak seviyesinde kalmış kesim için kitlesel bir rehabilitasyon programı yapılmalıdır.

Herşeyden önce bu aldatılmış ama suça karışmamış insanları yeniden topluma kazandırmamız gerektiği kabul edilmeli, prensip olarak benimsenmelidir.

Onları itmenin, ötekileştirmenin topluma bir faydası yoktur, bilakis derin toplumsal yaralar açma riski vardır.

Bu insanlar da bir noktada bir kült hareketi olan “cemaatin” mağduru sayılmalılardır.

Hızla saygın din adamları, psikologlar ve sosyologlardan bir heyet teşkil edilip bu insanlara nasıl ulaşılacağı belirlenmelidir.

Bu şekilde tespit edilen cemaat mensupları, haftada en az iki kez toplu terapi seanslarına gitmeye mecbur edilmelidirler. Seanslara katılım yakından takip edilmelidir. Seanslara katılmayı reddeden örgüt mensuplarının derhal devletle ilişikleri kesilmelidir.

Amerikan dizilerinde gördüğümüz “anonymous alcoholics” toplantıları gibi her katılımcının bir uzman gözetiminde cemaatte gördüklerini, yaşadıklarını diğerleriyle paylaşması düşünülebilir.

Bir bağımlılıktan kurtulmanın aşamaları olduğu gibi kişiyi senelerce ruha işlenilmiş yanlış itikatlardan, adım adım örülmüş gönül bağlarından, maddi manevi yatırımlarla pekiştirilmiş bağlılıklardan kurtarmanın da aşamaları belirlenmelidir.

Mesela örgüt üyelerinin aldatılmış olabileceklerinden en azından şüphe etmeleri, bir takım sorgulamalara girişmeleri bir aşama olabilir. Zorlamayla kişileri bağımlılıktan kurtarmak mümkün değildir.

Ortaya çıkan darbeci asker ifadeleri “karıncayı bile incitmez” bildikleri cemaatin böyle kan dökmesinin örgüt mensuplarını sarstığını göstermektedir.

Örgütün bu durumlarda devreye soktuğu inkâr mekanizması bu kez başarılı olamamıştır ancak sempatizanlar bu inkâr söylemine yeterince uzun süre maruz kalırsa kandırılabilirler. Bu yüzden hemen herkesin bildiği bilgiler değil ama ancak cemaatin içinde yüksek pozisyonda olanların bilebileceği bir takım bilgilerin, yer, mekan ve kişi isimlerinin geçtiği itirafların videoları yayınlanmalı. İfadelerin işkence altında alındığı tezviratı bertaraf edilmelidir. Darbecilerin örgüte mensup olmayan birinci dereceden akrabaları ve yakın arkadaşlarının ifadeleri de alınıp yayınlanmalı, bu kişilerin kendilerini arkasına gizledikleri Kemalist, alevi, solcu, ateist, devrimci, hatta ülkücü, İslamcı, imam hatipli kimliklerinin deşifre edilmesi sağlanmalıdır.

Senelerce süren birlikteliğin, beyin yıkamanın kalıcı, ağır ruhi ve itikadi problemlere yola açabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bu süreç sonunda insanlar ağır depresyonlara girebilir, inançlarını yitirip dinden bile çıkabilir. Neticede dinini bu örgütten öğrendiğini söyleyen insanlar örgütün gerçek yüzünü gördüklerinde dinden soğuyabilirler. Bu insanlara başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere dinin ana/sahih kaynakları tanıtılmalıdır.

Rehabilitasyon aşamasında kişiler cemaat propagandasından kesinlikle uzak tutulmalıdır. Bu süreçte cemaatle tekrar temasa geçenlere caydırıcı cezalar konulmalıdır.

Bahsedilen süreçte kişilerin itikadi, ruhi problemlerini anlatmaları, sorular sormaları teşvik edilmelidir. Yetkin, başta hadis, fıkıh ve siyer uzmanları olmak üzere umumi kabul görmüş din alimlerimiz, bu insanların sorularını açık yüreklilikle cevaplamalıdırlar.

Çoğu akademisyen tarafından bir “ekmek kapısı” zannedilen akademimizi “derde deva sadre şifa” üretimler yapma noktasına taşımak hususunda bu büyük bir fırsattır.

İki sene içinde özellikle psikoloji, sosyoloji ve ilahiyat bölümlerinde kültler, lider kültü, cemaat sosyolojisi, şakirt psikolojisi, mesih bekleme psikolojisi, kült örgüt travması sonrasında rehabilitasyon gibi hususlarda akademik araştırma ve saha çalışmaları yapılması çok önemlidir. Mehdilik/mehdiyet, masumiyet, keramet, velayet, ruyetu’r-rasul, ruyetullah, keşf, ilham, İslam’da geçerli sayılan bilgi kaynakları gibi konularda yüzlerce makale üretilmesi, halka açık konferanslar, sempozyumlar düzenlenmesi sağlanmalıdır.

Ne cumhuriyetimiz bir muz cumhuriyetidir ne devletimiz bir kabile devletidir.

Ne bizi Hutu’larız ne tüm cemaat sempatizanları Tutsi’lerdir.

Büyük devlet olmak, köklü bir devlet geleneğine sahip olmak iddiamız böyle tedbirler alıp uygulayabilmemizi mümkün kılmıyorsa boş sözlerden ibarettir.

Canavarlaşan Bir Cemaatin Beyin Tomografisi

Yaşanan korkunç darbe teşebbüsünün ardından herkes dehşete kapılmış vaziyette. Bir dini cemaatin mensuplarının nasıl olup da böyle kan dökücü canavarlara dönüştüğünü anlamakta zorluk çekiyoruz.

Cemaatçilerin sevdikleri kalıpla söylersek “asrın ihanetini”, meselenin kökenlerindeki itikadi sapmayı anlamadan, sadece siyasi, iktisadi gerekçelerle izah etmek mümkün değil.

Bahsettiğimiz sapmaya bir misal bulmak için 1992 yılına uzanalım.

Şehir İstanbul. Mekan Fırat Kültür Merkezi. Kürsüde Fethullah Gülen konuşuyor. Karşısında çok sayıda insan can kulağıyla dinlemede.

Fethullah Gülen konuşmasında lafı “hizmet” için nasıl her türlü fedakârlığa hazır olduğuna getiriyor. Cemaati “fedakârlık” noktasında motive edecek sözler gelecek diye bekliyoruz. Aklımıza mahrumiyet bölgelerinde, uzak coğrafyalarda neredeyse karın tokluğuna çalışan öğretmenler, kuş kadar maaşlarının bir kısmını himmet olarak bağışlayan küçük memurlar ya da arabasını evini satıp cemaatin bankasına para yatıran esnaf geliyor.

Fakat o da ne! Gülen, bu fedakârlıklardan “çok öte” bir şeylerden bahsediyor!

Allah indinde küfürden sonra en büyük günah intihar olduğu halde intiharı düşündüğünü, hatta intihar etmeye karar verdiğini söylüyor!

Sebep? Sebep devletin takibi altında olması! Kendisi yakalanırsa “hizmete” zarar geleceğinden korkması.

Bu sözlerde alttan alta “hizmetin” kendisi dışında “ilahi bir el tarafından yürütülen bir proje” olduğu, kendisinin de bu projenin başarısı için çalışan, “gözden çıkartılabilir neferlerden biri” olduğu iması var.

En büyük günahlardan sayılan “intiharı” bir fedakârlık gibi gördüğünü, “hizmete” zarar gelmesin diye bu sözüm ona “fedakarlığı” yapmaya razı olduğunu daha sonra istişareler sonucu bu işi yapmaktan vazgeçtiğini anlatıyor.

Bu konuşmasından Gülen’in “hizmet” adını verdiği ideolojisini bir puta çevirdiği ve artık o put için herşeyi feda etmeye hazır bir hale geldiği, cemaatini de bu yönde sevk ettiği açıkça görülüyor.

Konuşmasının devamında “İşte bunun daha berisinde, ne türlü ifnalara (yok etmelere, tüketmelere) razı olabileceğimi siz tahmin edersiniz.” sözleri ile cemaatine açık bir mesaj veriyor.

fg

Bu konuşmayı dinleyen cemaat mensuplarına verilen mesaj ne?

Hizmete zarar gelmesin diye yalan söylemeyi, iftira atmayı, kumpas kurmayı, kurumlara sızmayı, kul hakkı yemeyi ve nihayet bir darbe girişimi esnasında insan öldürmeyi bir fedakârlık olarak görmek gerektiği…

Bunların büyük günahlar olduğu, bu günahların cezasının cehennemde yanmak olduğu kabul ediliyor ama öte yandan bu günahlar cemaat mensuplarına hizmet için yapılan fedakârlıklar olarak sunuluyor.

Bu sapkın görüş tabi ki dinleyici kitlesinden bir tepkiyle karşılanmıyor.

Onu dinleyen cemaat nasılsa hiç sormuyor: senin tanrın, Allah mı, yoksa “hizmet” ismini verdiğin, kendi elinle yaptığın put mu? Ne demek hizmet için günah işlemeyi kabul etmek? Ne demek Allah yasakladığı için değil, istişareden o netice çıkmadığı için intihardan vazgeçmek?

Nasıl olur da “hizmete zarar gelmesin” diye Allah’ın emrini çiğneyebileceğini söyleyebilir bir “hoca”?

Onu dinleyen cemaat hiç sormuyor, biz hizmetin selameti adına da olsa günah işlemeyi kabul edersek elimizden dilimizden ne müslüman ne gayrimüslim emin olamaz ki, bunu nasıl söylersin?

Onu dinleyen cemaat hiç sormuyor, Kur’an’da sünnette bu tür bir “fedakarlık”, böyle bir “metod” var mı? Sen bunu nereden uyduruyorsun?

Cemaati sormamış olsa da bu itikadi sapmanın menbağı belli!

İşitmemek için kulaklarımızı tıkasak da, görmemek için gözlerimizi kapasak da asırla boyunca dine karıştırılmış hurafeler inanç sahasını itikadi bir bataklığa dönüştürmüş durumda.

Bu öyle bir bataklık ki sürekli hastalık üretiyor.

Aynı bataklık bir yanda IŞİD belasını üretirken öte yanda “hizmet” çılgınlığına kaynaklık ediyor.

Yaşadığımız rahatsızlık belki şimdilik bertaraf edilmiş görünüyor ama bu bataklık yerinde durdukça hastalıkların ardı arkası kesilmeyecek.

İşte Gülen de fikirlerini önce uydurma bir rivayete, sonra o uydurma rivayet üzerinden son derece yanlış bir itikadi anlayış geliştiren Said Nursi’nin bizzat kendisine dayandırıyor.

Said Nursi, risalelerinin birinde aynen şunları söylüyor:

Nurun hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlâs-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki, Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan, “Mü’minler Cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azap çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, “İman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim” demişim.

Emirdağ Lahikası II, 93. Mektup, s. 536

Said Nursi’nin “Sıddık-ı Ekber” diye andığı kişi Hz. Ebubekir. Peki Hz. Ebubekir’in gerçekten böyle bir sözü var mı?

Herşeyden önce bu söz Kur’an’a aykırı ve Hz. peygamberin yanında, dini en temel kaynağından öğrenmiş olan Hz. Ebubekir’in Kur’an’ın şu ayetleriyle açıkça çelişen sözü söylemiş olması beklenemez:

Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa, ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa. Sen ancak, görmedikleri halde Rablerinden için için korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Kim arınırsa ancak kendisi için arınmış olur. Dönüş ancak Allah’adır.

Fatır – 18﴿

Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.

İsra – 15﴿

Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığı vardır.

Necm – 38-39﴿

Azıcık araştırma bile, risalelerde geçen bu rivayetin düpedüz uydurma olduğunu görmek için yeterli. Çünkü risalelerde bu söze kaynak olarak verilen üç kitap var ve üçü de güvenilir değil.

Bunlardan ilki Hopa’lı Osman (adamın isminin daha etkili çağrışımlar yapması için ismini Osman Hubevi hazretleri diye yazanlar var) diye 1800’lü yıllarda yaşamış bir şahıs tarafından yazılmış “Dürretül Vaizin”.

İkincisi 1400’lü yıllarda yaşamış Gelibolu’lu “Ahmed-i Bican” tarafından yazılmış “Envar-ul Aşıkin”.

Üçüncüsü ise 1520 Tokat, Zile doğumlu Ahmed Şemseddin Sivasî tarafından yazılmış “Menakıb-ı Çehâr Yâr-ı Güzîn”.

Üç kitap da sufi meşrep kişilerce yazılmış, içlerinden israiliyat ve hurafe fışkıran, bugünün alimlerinin kesinlikle ciddiye almadıkları, herhangi bir ilmi disiplini olmayan kitaplar.

Hz. Ebubekir’e ait olduğu söylenen bir sözü bulabildiğiniz en eski kaynağın Hz. Ebubekir’in vefatından 700 sene sonra yazılmış bir kitap olması da sözün uydurmalığı konusunda gerekli ipuçlarını veriyor.

Bahsettiğimiz bataklık işte böyle bir şey.

Uydurulmuş sözler üzerinden bir inanç sistemi geliştirebiliyor insanlar.

İşte Bediüzzaman, bilmeden de olsa, bu uydurma sözden hareket ederek 2016 senesinde 250 insanın kanını dökecek hareketin liderine ilham verecek şu sözleri söylüyor:

Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de.

Tarihçe-i Hayat

Burada dikkatimizi vermemiz gereken yer “dünyamı da feda ettim, âhiretimi de” ifadesi.

Bir alim nasıl olur da “âhireti feda etmekten” bahsedebilir?

Bir müslümanın Allah’ın rızasına uyarak salih amel işlemesinin amacı ahireti kazanmak değil midir?

Yahut şöyle soralım: Bir müslüman dünyadaki müslümanca fiillerinin sonucu neden ahiretini kaybetsin?

Bakın nasıl devam ediyor Said Nursi:

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

Tarihçe-i Hayat

Bu satırlarda bir gariplik var! Müslümanlar başkalarının imanından mesul değil. Bırakın sıradan müslümanları, Allah’ın elçisi bile insanları imana getirmek gibi bir mesuliyet taşımıyor. Bu Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette açıkça belirtiliyor:

Allah dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen onlara vekil (onlardan sorumlu) da değilsin.

Enam 107﴿

(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Sen onlara vekil değilsin.

Zümer 41﴿

De ki: “Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.”

Yunus 108﴿

Peki Said Nursi’ye ne oluyor da kendine peygambere bile verilmemiş bir vazife çıkartıyor?

O da yetmiyor, o vazife uğrunda cehennemde yanmayı falan göze alıyor…

Şimdi bu garabetin Fethullah Gülen’in satırlarında nasıl şekil aldığına bir göz atalım:

O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Kırık Testi

Allah, peygamberimize “insanları doğru yola sokmak senin sorumluluğun değil” diyor. Said Nursi ve Fethullah Gülen ise -artık kendilerini ve “cemaatlerini” nasıl bir pozisyonda görüyorlarsa- Allah’ın peygamberine bile vermediği bir sorumluluk üstleniyorlar!

Bakın Fethullah Gülen ne diyor:

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.


Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum.

Kırık Testi

Gülen, dayanaksız bir rivayetten ibaret olan, peygamberin cennete kalmayı reddettiği hikâyesini çarpıtıp, kendi ortaya attığı sapkın “başkalarının imanını kurtarmak için cehenneme girme” fikrine dayanak yapmaya çalışıyor.

Bir kere bu yolu açtıktan sonra Gülen, “Realiteler” dediği şey karşısında Allah’ın bir emrine “takılıp kalmayın” diyebiliyor. Bu noktaya da şu fahiş hata üzerinden varıyor: Sanki bizim müslümanlar olarak “hayatın her ünitesine girip, imanla gönülleri itmi’nâna kavuşturmak” gibi bir görevimiz, gayemiz varmış gibi bir ön kabul ileri sürüyor. Bu “gaye” için bir takım ilahi emirleri “takmamayı”, hatta bazı açık günahları işlemeyi meşru sayıyor.

Gülen’in ayetlerde söyleneni ya görmezden geldiği ya anlamadığı, yahut çarpıttığı çok açık. Onun bahsettiği peygamber, Kur’an’da Allah’ın hitap ettiği peygamber değil.

Cemaatine şu telkini yapıyor Gülen: Allah’ın nurunu tamamlamak, insanların imanını kurtarmak gibi bir “gaye-i hayal” uğruna o kadar gözü dönmüş insanlar olmalısınız ki “icabında” cehenneme girmeyi seçebilmelisiniz! Yani “kendince” kutsal saydığı hedeflere (kendi eliyle yaptığı putun hedeflerine) ulaşmak için bazı günahları işlemeye yönlendirdiği insanlara verdiği mesaj bu!

Sormak lazım: Bir Müslüman’ın bir ayağının da olsa cehennemde ne işi var? Cehenneme neden gidilir? Eğer Allah’ın emirlerini dinlemezsen, günah işlersen gidilir. Gülen neden şakirtlere bir ayağı cehenneme sokmaktan bahsediyor? Eğer sadece Allah’ın rızası için dünyanın dört bir tarafında okul açıp tebliğ yapılacaksa, fakirlerin, muhtaçların yardımına koşulacaksa, bırakın bunları yapanların bir ayağını, saçlarının bir telinin bile cehennemde ne işi var?

Tabi herşeyin ortaya döküldüğü bu gün neyin kastedildiğini görmek zor değil.

Saydığımız hayırlı işlerin değil ama Gülen’in “gaye-i hayal’i” uğruna, bazı kurumlarda pozisyon tutmak için mümin eşlerinin başlarını açtırmayı, kendini belli etmemek için alenen alkol almayı, kamu sınavlarının sorularını çalmayı, cemaatin hedefleri önünde engel görünen bazı kimselerin ayaklarını kaydırmak için şantaj, tehdit, iftira gibi çirkinliklere başvurmayı ve nihayet darbe yapıp adam öldürmeyi seçen cemaat mensuplarını gerçekten cehennem bekliyor. O da onlara diyor ki “evet cehenneme gideceksiniz” ama siz öyle büyük kahramanlarsınız ki, İslam’ın gönüllere girmesi yolunda sadece bu dünyanızı değil ahiretinizi feda ediyorsunuz!

Başta diyanet olmak üzere din adamlarına büyük bir mesuliyet düşüyor. Fethullah Gülen hareketi bir bataklığın ürettiği korkunç bir hastalık. O hastalığın ortadan kalkması ancak bataklığın kurutulması ile mümkün. Asırlar boyunca dinimize sokulmuş uydurma rivayetlerin, hurafelerin, sapık itikatların “ayıklanması” kamudan cemaatçi memur ayıklanmasından daha acil ve mühim bir meseledir.