Kadın Tasavvurumuzu Düzeltmek

Kadınlar günü için tekrarlanan klişeleri, bayat, çoğu kez de cinsiyetçi esprileri bir kenara bırakalım. Şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken çok mühim bir meselemiz var: Kadın tasavvurumuzu, özellikle de Müslüman kadın tasavvurumuzu yeni baştan tanımlamamız gerekiyor. Bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var. Hem de acilen!

Photo by Keira Burton on Pexels.com

Ben şahsen içinden çıktığım toplumun, kadını sadece cinselliği üzerinden tanımlama anlayışından son derece rahatsızım. Benim gibi rahatsız olanların sayısının gün be gün arttığını gözlemliyorum. Sosyal medyada, gazetelerde, televizyonlarda yükselen itirazlar, benzer rahatsızlıkların izlerini taşıyor. Toplumumuzda hem dindar kadınların hem dindar erkeklerin kafalarındaki kadın tasavvurunda düzeltilmesi gereken ciddi çarpıklıklar olduğunu düşünüyorum.

Geçmiş asırların tasavvurlarını inatla bugüne taşıyıp dinin aslı gibi pazarlayan hocalara kulak veren erkekler, Allah’ın emrinin gerektirdiğini yaptıkları vehmiyle, kadınlar üzerinde korkunç bir tahakküm kuruyor ve onları bunun “normal” olduğuna ikna etmek istiyorlar.

Tevbe suresi 71. ayette Allah şöyle buyuruyor:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Lütfen etrafınıza bakın. Bakalım yüce Allah’ın bu tanımına uygun hareket eden Müslüman kadın ve erkekler görebilecek misiniz? Nerede bu birbirlerini kötülükten alıkoyan, birbirlerine iyiliği emreden mü’min kadın ve erkekler?

Halbuki mümin kadınların mümin erkeklere söyleyecekleri o kadar çok uyarı cümlesi var ki! “O çirkin bakışlarınızı bizden başka yöne çevirin”, “bize bir takım peşin hükümlerle zulmetmeyi bırakın”, “aklımızla, kabiliyetlerimizle topluma fayda sağlayan birer fert olmamızın önünü almaktan vazgeçin” gibi…

Ayette geçtiği şekilde kadınlar ve erkekler dost olarak birbirlerine “mümin aynalığı” vazifesi icra edecekler. Birbirlerine kusurlarını gösterecekler ki toplum erkeğiyle kadınıyla mütemadiyen arınsın, temizlensin.

Photo by Anna Shvets on Pexels.com

Peki, kadınlarla erkekleri ateş ve barut gibi asla bir araya gelmemesi gereken tehlikeli maddeler olarak gören anlayışı terk etmeden bu mümkün mü gerçekten? Bırakın birbirleriyle konuşmayı, aynı ortamda bulunmaları bile günah sayılan kadın ve erkekler nasıl birbirlerinin dostu olacak? Nasıl birbirlerine iyiliği emredip birbirlerini kötülükten sakındıracaklar?

“Hocalarımız” dindar erkekleri kendi inançları doğrultusunda “dolduruyorlar”. Şehir hayatının kaçınılmaz bir sonucu olarak okullarda, hastanelerde, sinema salonlarında, otobüslerde bir araya gelen insanlarımız, günah işlediklerine inandırılıyorlar. Bu hem anlamsız hem gereksiz hem de temelsiz söylem, neticede kadına şiddete varan bir gerginlik doğuruyor. Kapıları kapatıyor. Hatta en kötüsü gençlerin itikadî sorgulamalara girmesine sebep oluyor.

Ne alâkası var demeyin! Yabancı film ve dizilerde, kadınlıkları ile değil meslekleri ile var olan kadınları izleyen, hayatlarının baharındaki genç Müslüman kadınlarımızın ne düşüneceklerini tahmin etmeye çalışalım. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da kadınlar, fedakâr doktor, zeki detektif, ilham verici öğretmen, usta siyasetçi rollerinde kendilerini gerçekleştirebilirken, neden bizde ne iş yaparlarsa yapsınlar önce “dişilikleri” akla geliyor?

Photo by Binti Malu on Pexels.com

Bu çok çarpık bir anlayış değil mi?

Neden kadınlarımızı kısıtlamaya, onları özenle seçtiğimiz kafeslere hapsetmeye bu kadar meraklıyız? Ve neden kadınlarımız o kafeslere tıkılmaya böyle kolay razı oluyorlar?

Dünya kadınlar günü gerçekten anlamlı bir gün olsun, bugün kadınlar için işe yarar bir şeyler yapalım istiyorsak hiç olmazsa bu mevzularda biraz kafa yormak lazım.

Mühendis Hasan Bey’in Müthiş Deneyi

Mühendis Hasan Bey’in Müthiş Deneyi

Müsteşar yardımcısı Tarık Bey, saat dokuza yirmi kala makamındaydı. Hızlıca gazetelere bir göz attı. Ülkenin gündeminde yine kamu reformu vardı. Saat başına beş dakika kala telefon ahizesini kaldırıp sekreteri Yasemin Hanıma,

– Arkadaşlar geldi mi? Adaylar hazır mı? diye sordu.

– Herkes yerini aldı ve ilk adayımız da hazır efendim, diye cevapladı Yasemin Hanım.

– Güzel.. Ben mülâkat salonuna geçiyorum. Adayımızı da gönderebilirsiniz.

Tarık Bey kalkıp odasındaki arka kapıdan toplantı salonuna geçti. Salonda diğer müsteşar yardımcısı Atilla Bey ve personel genel müdürü Akif Bey koyu bir sohbete dalmışlardı. Onlara merhaba deyip yerini aldı.

Salonun bir köşesinde bir gizli kameranın çalıştığını ve bir üst katta meraklı gözlerin onların her hareketini büyük bir merak ve heyecanla takip ettiğini hiçbirisi bilmiyordu. Bakışlarını monitöre kitlemiş olan Bakan, sekreterine ikinci bir talimata kadar hiçbir telefonu bağlamamasını, yanına hiç kimseyi göndermemesini söylemişti.

Memuriyet mülakatına girmek üzere gelen ilk aday Murat isimli bir gençti. Hızlıca evraklarına göz attılar. KPSS’den hayli yüksek bir not almıştı. Pek de kendine yakıştıramadığı, giymeye alışık olmadığı belli takım elbisesi içinde gösterilen koltuğa oturdu. Gözleri büyük bir özgüvenle ışıldıyordu.

Müsteşar yardımcısı Tarık Bey,

– Merhaba Murat, dedi. Özgeçmişin ve KPSS notların önümüzde. Matematik, Türkçe ve yabancı dil testlerinde gayet iyi sonuçlar aldığını görüyoruz. Ama tabi kurumumuzda “uzman” olarak çalışmak için bundan fazlası gerekir. Şimdi bu iş için doğru kişi misin onu anlamaya çalışacağız.

Bir an için Murat’ın yüzü gölgelenir gibi oldu. Yüzünü ekşitecekti ama kendini tuttu. İçinden, “adamlara bak” dedi, “notlarım ortada, torpilim en büyük yerlerden, mecbur alacaklar beni, bu görüşme bir formaliteden ibaret ya ille havalarını basacaklar!”. Sonra kendini toparlayıp gülümsedi.

– Buyurun, dedi..

– İlk soruyu ben sorayım, diye lafa girdi Tarık Bey. Aldığın bu puanla birçok başka kamu kurumuna baş vurabilirdin. Neden bizim bakanlığımızı tercih ettin?

Murat duraksadı. Sınavlara çalışırken sormuş soruşturmuş, en az çalışılan kurumun hangisi olduğunu bulmaya çalışmıştı. Kapağı bir kez devlete attıktan sonra mühim olan, mümkün olduğu kadar az çalışmaktı. Saklamaya lüzum görmedi:

– Burası pek fazla yoğun olmadığı için, deyiverdi.

Atilla Bey, hayret eden gözlerle önce Akif Bey’e sonra Tarık Bey’e bir bakış attı. Murat yine içinde “bakın bakın birbirinize… istediğiniz kadar bakın… sonuçta bana hoş geldin demekten başka çareniz mi var… ta Bakan’dan torpilliyim…” diye geçirdi.

Ne Tarık Bey ne diğerleri bu beklenmedik cevapla ilgi yorum yapmak istedi. Üçü de hızla artan şiddetli bir baş ağrısı hissediyorlardı. Gerçekten Bakan bu adayla ilgili olarak üçünü de aramış, ısrarla bu çocuğu övmüş, alınmasını istediğini açık açık belirtmişti. Kıymetli bir arkadaşın pırıl pırıl oğluymuş, böyle hem parlak hem güvenilir gençlerin kamuda görev almasında fayda varmış vesaire…

Atilla Bey gittikçe şiddetlenen baş ağrısını belli etmemeye çalışarak bir soru yöneltti:

– Aldığın puanlara, üniversite bitirme derecene bakıldığında parlak bir mühendis olduğun görülüyor. Serbest piyasa da buradan alacağın ücretin iki katına çalışabilirsin. Neden özel sektörde bir iş aramayı tercih etmedin?

Murat’ın canı iyice sıkılmıştı. İçinden “sana ne be, seni ne ilgilendirir” diye bağırmak geçiyordu. Bu formalite bir an önce bitsin istiyordu. Hissettiği müthiş özgüvenle daha da dürüstçe, hatta küstahca bir cevap vermeyi seçti:

– Teknoloji her geçen gün hızla ilerliyor. Sürekli çalışmak, sürekli yeni şeyler öğrenmek gerekiyor. Özel sektör sizden bunu bekliyor. Ayrıca gece geç vakitlere kadar çalışmalar, hafta sonu mesaileri hiç bana göre değil. Ben dünyaya çalışmak için gelmedim diye düşünüyorum. Bana dokuz beş mesaisi yeter de artar bile.

– Peki, burada çalışırsan, nasıl olacak da doğru dürüst zaman ayırmadığın, hakkıyla bilmediğin bir işin uzmanı olacaksın?

– Buradaki uzmanlar çok mu biliyor sanki!

– Buradaki uzmanlar yeterli olsaydı yeni uzman almaya ihtiyaç duyar mıydık?

Murat sustu. Üç bürokratın da alınlarında boncuk boncuk terler birikmişti. Tarık Bey ve Atilla Bey bakışlarını Akif Bey’e çevirdiler. Bu da vazifeyi ona verdikleri anlamına geliyordu. Akif Bey ağrıyan başı ile anladığını gösteren bir işaret yapıp, gayet kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

– Murat Bey, bu işin ehli olmadığınızı düşünüyoruz. Bu Bakanlıkta çalışmanız kesinlikle söz konusu değildir. Çıkabilirisiniz.

Murat’ın yüzü bembeyaz olmuştu. Olanlara inanamıyordu. Son bir hamle yapmak istedi:

– Fakat sayın Bakan sizi ara…

– Lütfen salonu derhal terk edin…

Bu sözleri telefona uzanan Akif Bey söylemişti. Hemen telefonda Yasemin Hanım’a,

– Sonraki adayı gönderir misiniz, dedi.

Murat dehşet içinde kalktı. Sallanarak yürüdü ve güçlükle açtığı kapının ardında kayboldu.

Kapı kapandığı anda üç memur da başlarını bir mengeneden kurtarmış gibi hissettiler. Baş ağrıları aniden geçivermişti.

Tam o anda bir üst katta, herşeyi an be an takip eden Bakan’ın makamında sevinçli bir kutlama başladı. Bakan, kalın çerçeveli gözlüğünün ardındaki gözlerinde sevincini saklayamayan ses mühendisi Profesör Hasan Bey’in elini hararetle sıkarken, “Harika! Şimdi bunu yaygınlaştırmalıyız” diye naralar atıyordu.

Aslında herşey bir yıl kadar önce, Hasan Bey’in köyünü ziyareti esnasında başlamıştı. Komşu köyün imamı Mehmet Hoca’nın çok hasta olduğu söylendiğinde Hasan Bey bu methini hep duyduğu ama ziyaret fırsatı bulamadığı hocaefendiyi hayattayken görmek istemişti. Hasan Bey hocanın yanına vardığında çok garip bir şey farketmişti. Bu, köyünden askerlik dışında hiç çıkmamış hocanın inanılmaz bir yeteneği vardı. Davudi sesi ile söylediği herşey çok kuvvetli bir telkin niteliği kazanıyordu. Köyünün diğer köylerden ayrılması da bundan kaynaklanıyor olmalıydı. Onun köyündekiler dürüstlükleri ve yardım severlikleriyle tanınırlardı. O anda Hasan Bey’in kafasında bir fikir uyanıverdi. Hocaya fikrini açtı. Hoca pek anlamasa da samimi bulduğu Hasan Bey’e “peki” deyince Hasan Bey yüksek kalitede ses kaydı yapan cihazıyla yanında bitiverdi. Mehmet Hoca’dan o müthiş davudi sesiyle Nisa suresinin 58. ayetinin mealini okumasını rica etti:

“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Hasan Bey tatilini tamamlayıp üniversitedeki görevinin başına dönmüştü ki Mehmet Hoca’nın vefat haberini aldı. Biraz da bu haberin tesiriyle, derhal fikrini denemeye girişti. İlk önce hocanın sesini dijital ortamda çeşitli filtrelerden geçirdi ve insan kulağının işitme aralığının üstündeki frekanslarda yeniden üretti. Tüm mesajı saniyenin onda birinde verilebilecek şekilde sıkıştırdı ve bir saniyede on kez tekrarlanacak şekilde kaydetti.

İş deney aşamasına gelmişti. Hasan Bey çevresinde torpicilikleriyle meşhur hocaları gizlice deneylerinde kullandı. Günde birkaç kez bahaneler bularak o hocaları telefonla aradı ve her aramasında havadan sudan konuşurken bir yandan da yüksek frekanslı telkin mesajını onlara dinletti.

Netice mükemmeldi. Hocaların kulakları yüksek frekanslı sesi işitmiyor ancak beyinleri mesajı gayet güzel algılıyordu. Torpilci hocalar deneyden sonra torpil yapamaz hale gelmişlerdi. Hasan Bey vakit geçirmeden üniversiteden arkadaşı, üç sene boyunca aynı öğrenci evinde beraber kaldığı Bakan Bey’i aradı ve müthiş buluşunu ona anlattı. Bakan Bey, ilk önce anlatılanlara pek inanamasa da, arkadaşının hatırına bir deneme yapmayı kabul etti. Bakan Bey’in sekreterinin telefonuna Hasan Bey’in “yüksek frekanslı telkin mesajını” kaydettiler. Böylece sekreter hangi bakanlık bürokratını ararsa arasın mesaj dinletilmiş oluyordu. Sonra Bakan deneyin hatrına en nefret ettiği şeyi yaptı: “torpil” yapmak için ilgili bürokratları aradı.

O gün Bakan’ın odasında büyük bir sevinçle kutlanan da işte bu deneyin neticesiydi. Mülakatları gerçekleştiren bürokratların başlarını mengenelere sokan da her telefon görüşmelerinde şuuraltlarına yerleştirilen telkinlerdi. Yöntem işe yaramış, ehli olmayan bir kişinin torpille devlet memuru olması engellenmişti.

Bakan’ın sevinçli sesi ta sekreterinin odasında iştiliyordu:

– Bunu şimdi tüm kamuda yaygınlaştırmak lazım!

Twitter: @salihcenap

Maturid’den çıkıp The 99’a uzanan yol

Son yazılarımda, bizdeki bazı tabiatüstü, harikulade menkıbeleri anlatılan evliyalarla, batı zihninin ürettiği Superman, Batman, Spiderman gibi süper kahramanlar arasında bir benzerlik olduğu üzerinde durmaya çalıştım.

Nasıl oluyor da “Tanrısal” güçlere sahip, (mesela depremlere sebep olabilen ya da tabi afetleri durdurabilen) insanların inanılmaz hikâyeleri, tevhidi her şeyin önüne koyan İslam inancının içinde kendisine yer bulabiliyor sualine cevap arıyorum.

Bu basit gibi görünen meselenin kaynağı, aslında İslam dünyasındaki kadim kelam tartışmalardan birine gidip dayanıyor.

Pek çoğumuz bize daha çocukken ezberletilen “itikatta imamız İmam Maturidir” sözünü ya hayal meyal hatırlarız ya hiç hatırlamayız. İmam Maturidi’nin kim olduğu ve neden itikat konusunda onun takipçisi olduğumuzu kimseler pek merak etmez. Onu tercih ettiğimizi söylediğimize göre İmam Maturidi ile aynı görüşte olmayan başka kimselerin de olması gerektiğini çıkarabiliriz ama ne o kimselerin kimler olduğunu ne de hangi noktalarda Maturidi’den ayrıldıklarını merak ederiz.

Kabul etmek gerekir ki bu kelam tartışmaları çok derin felsefi tartışmalardır ve avamın, sıradan hak kitlelerinin bu derin meselelere ilgi duymaması ve onları anlayamaması normaldir. Öte yandan ta dokuzuncu asırda tartışılmış derin mevzuların bugün “havas” arasında hak ettiği şekilde tanınıp bilinmediği, yeterince tartışılmadığı da bir gerçektir.

Her ne kadar çetin meseleler de olsa bu teorik tartışmaların doğrudan pratik hayatımıza tekabül eden, gayet can yakıcı sonuçları bulunmaktadır.

Allah’ın zatı ile sıfatlarının birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı konusu bunlardan birisidir.

Esma-ül Hüsna olarak günlük hayatımızın içinde yer eden, Allah’ın güzel isimleri diye bildiğimiz, ezberlememiz, her gün belli sayılarda tekrar etmemiz öğütlenen isimler aslında Allah’ın sıfatlarıdır.

Tartışma şudur: Allah’ın zatı ile sıfatları birbirinden ayrılabilir mi?

Eğer ayrılamaz diyorsanız zaten bunları sıfat değil, “isim” olarak tanımanız gerekiyor. Mesela ikram eden, nimet veren anlamındaki “kerim” sıfatının sadece Allah’ı tanımlayan ve ondan ayrılamayacak isimlerinden birisi olduğunu benimsiyorsunuz.

Peki, bunun pratik hayatımızda karşılığı ne? Bu hassasiyeti taşıyan ve bu meseleden haberdar olan Müslümanlar, çocuklarına nasıl asla “Allah” ismini vermiyorlar, ama kolayca “Abdullah” (Allah’ın kulu) ismini veriyorlarsa, aynı sebepten “Kerim” yerine de “Abdülkerim” yani (Kerim’in kulu) ismini verirler. Çünkü Kerim olan sadece Allah’tır ve çocuğu o isimle çağırmak, Allah diye çağırmak gibi yanlış görülür.

Ama Allah’ın bazı sıfatlarının bazı insanlarda olduğu gerçeğini ne yapacaksınız? Mesela bolca ikram eden, “kerim” kullar vardır dünyada. Kendisine kolayca “çok kuvvetli, çok dayanıklı, âcizliği, za’fiyeti ve gevşekliği olmayan” anlamında hakikaten “metin” veya çok çok zengin anlamında “gani” diyebileceğiniz kişiler tanırsınız. Çok affedici anlamında “gaffar”, sıfatını hak eden dostlarınız olur.

İşte burada Allah’ın zatı ile sıfatları birbirlerinden ayrılmaz diyenlerin iddiaları “vahdet-i vücud” düşüncesine doğru evirilmeye başlıyor. Allah’ın sıfatı kendisinden ayrılamayacağına göre –haşa- yeryüzünde yürüyen sayısız Allah fikrinden kaçınmanın tek yolu olarak, Allah’ın sıfatlarını yeryüzünde sergileyen kimselerin aslında Allah’ın yeryüzündeki hayli eksik birer tecellisi/yansıması oldukları düşüncesi ileri sürülüyor. Bu düşüncenin sahipleri, nihayet her varlık kategorisi, her sıfat bir şekilde Allah’a nispet edilebileceği için “la mevcude illallah” yani aslında Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur diyerek kendi varlıklarını bile inkâr etme noktasına ulaşıyorlar.

Hilmi-YavuzHilmi Yavuz “İslam’ın Zihin Tarihi” isimli eserinde, aslında Maturidî ve Eşarî kelamları arasında bu konuda tartışma olmadığını, Allah’ın zatı ve sıfatlarının ayrılamaz oluşu konusunda, “fuzzy-kırçıl” bir noktada konsensus olduğunu iddia ediyor:

Maturidîler fiili sıfatların Allah’ın zatıyla kaim, kadim sıfatlardan olduğunu; Eş’arilerse bu sıfatların (fiili sıfatların) nisbi ve hadis sıfatlar olduğunu ifade ederler. Ebu’I Muin El-Nesefi’nin Tebsiret el-Edille’sinde bu fark, Maturidilik açısından şöyle izah edilmektedir: “Bizce fiili sıfatlar dahi zati sıfatlar gibi kadimdir (…) Eş’arilerce fiili sıfatlar kadim değildir, hadistir. Bizce “Tekvin’ sıfatı kadim olup, hadis olan ‘Mükevven’dir, yani bunların (Eş’arilerin, H.Y.) kail oldukları gibi, “Tekvin’ ile ‘Mükevven’ yekdiğerinin aynı değildir. Binaenaleyh ‘Mükevven’ hadis ise de, ‘Tekvin’ hadis değildir.”

(..) Gazali, El İktisad’da ‘zatî’ sıfatlar ile ‘fiili’ sıfatların, birbirlerine bilkuvve ve bilfiil nisbetleri olduğunu belirtir. Bir başka deyişle zatî ve fiili sıfatlar arasında var olduğu iddia edilen fark, aslında, bilkuvve olan ile bilfiil olan arasındaki farktan öte bir şey değildir. Fark, ilahi bir sıfatın bilkuvve veya bilfiil mevcud oluşuna göre, zati veya fiili sıfat adını almasındadır. Yani, Eş’ari kelamında da zât ile sıfat, tıpkı Maturıdî kelamında olduğu gibi, ne aynıdır, ne gayrı. Kısaca, bir sıfatın bilfiil veya bilkuvve mevcut olması, ‘zatî’ ve ‘fiili’ ayrımını meşru göstermez. El İktisad’da Gazali’nin verdiği örnek yeterince açıklayıcıdır: “Mesela, kılıç daha kınında iken ‘keskin’ dendiği gibi, kılıç ile herhangi bir kesme eylemi hasıl olduğu zaman da, fiile iktiranından dolayı ‘keskin’ denir. (…) Kılıç kınında iken bilkuvve ve kesme eylemi hasıl olduğu zaman da bilfiil keskindir. (…) İşte bunun gibi, daha kınında iken kılıca ‘keskindir’ denmesine sebep olan manaya uygun olarak Yüce Allah da ‘ezelde Halık’dır’ denmesi doğru olur.”

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/esari-maturidi

Günümüzde Müslümanların önemli bir kesimi, bu itikadi çizgiyi benimseyerek, bir mürşid-i kâmil elinde, isleri silip temizlenen bir cam gibi temizlendikçe Allah’ın nurunu daha çok yansıtacaklarına, nihayet bir noktada asıllarına rücu ederek Allah’da yok olacaklarına (fena fillah) inanıyorlar.

Eğer zaten tüm insanların Allah’ın yeryüzündeki eksik yansımaları olduğuna inanıyorsanız, bazı kimselerin “insanüstü” fiiller gerçekleştirmesi sizin için sıradanlaşıyor.

Ağırlaşan yazımın bu noktasına kadar tahammül edebilenler oldu mu bilmiyorum ama bu uzun girizgâhı bağlayacağım bir yer var!

OpenerBahsettiğim düşünce sistemi, çoktan bir “İslami süper kahramanlar” çizgi romanına ilham vermiş!

Naif El Mutava isimli Kuveytli bir psikolog her biri Allah’ın 99 ismine tekabül eden 99 “İslami” süper kahraman karakteri yaratmış. Ürününün ismi “The 99”. Ülkemizde hem çizgi romanı yayınlanıyor hem de çizgi filmi. Mutava’nın karakterlerinden bazılarından örnek verelim:

Alim (herşeyi bilen) sıfatının temsilcisi Nasır Ali. Süper kahraman hüneri: akıl okuma.

Baki (hiç ölmeyen) sıfatının temsilcisi Hatem El Cahari.  Süper kahraman hüneri: hiç bitmeyen enerji, ölümsüzlük potansiyeli

Bari (şifa veren) sıfatının temsilcisi Harun Ahrens. Hüneri: iyileştirme kabiliyeti.

Batın (gizli, saklı) sıfatının temsilcisi Rola Hadrami. Hüneri: kendini ve başkalarını görünmez yapabilme ya da görünmez olanları görünür kılma (gizli bilgisayar dosyaları da dâhil (!))

Fettah (açıcı) sıfatının temsilcisi Toro Rıdvan. Kabiliyeti: ışınlanma.

Hadi (rehber) sıfatının temsilcisi Amire Han. Hüneri: izcilik ve yön buluculuk.

 T99_Jabbar_1920x1200[1]Cabbar (güçlü) sıfatının temsilcisi Navaf el-Bilal. Süper güçlü kasların sahibi.

Nur (ışık) sıfatının temsilcisi Dana İbrahim süper gücüyle her yeri ve herşeyi aydınlatabiliyor.

Rafi (kaldırıcı) sıfatının temsilcisi bir Türk! Adı Murat Uyaroğlu ve yerçekimi üzerinde kontrol sahibi!

Daha böyle çok karakter var ama şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.

Son derece teorik ve soyut bir felsefi tartışma nasıl da insanların hayatlarını şekillendiriyor. Bugün IŞİD böyle düşünen insanları şirke girmekle, Allah’a ortak koşmakla suçlayıp kafalarını kesiyor. Ülkemizde bu anlayış iliklerimize kadar işlediği için biz de özellikle Eşari itikadını benimseyen bazı Arapları Vehhabi falan diyerek aşağılıyor hatta yer yer tekfir ediyoruz.

the-99İnsan düşünmeden edemiyor.

Acaba bu meseleleri ne zaman kafa kesmeden, kavga etmeden tartışabilir hale geleceğiz?

Dokuzuncu, onuncu asırda yakaladığımız entelektüel derinliğe ne zaman tekrar kavuşacağız?

Twitter: @salihcenap

İlahi Hiyerarşinin Gizli Bürokratları: Rical-ül Gayb

Tasavvufun, eskilerin tabiriyle şöyle “efradını câmî, ağyarını mânî” bir tanımı maalesef bulunmuyor. İlgili herkesin kendisine göre tanımladığı, kişiden kişiye göre değişen muğlak bir kavram, ele avuca gelmez bir toz bulutu adeta. Belki bir ilim, belki bir eğitim yöntemi, belki de başlı başına bir inanç… Yine de değişik tasavvufi akımlar ve yapılan tanımlar analitik bir yaklaşımla incelenirse bir takım desenler yakalamak mümkün.

mursidTasavvuf düşüncesinde, bazı “özel” kimselerin kendilerini bir takım mistik süreçlerle olgunlaştırarak Allah’tan doğrudan mesajlar alır hale geldikleri (keşif-ilham) kabul ediliyor. Bu insanların bir şekilde diğer insanlardan, Allah’la iletişim anlamında daha üstün olabileceğine, hatta Allah tarafından bir takım insanüstü güçlerle donatılabileceklerine inanılıyor.

Seyr-i-SülukEzoterik inanışlarda görülen “inisiyasyon”, tasavvuf düşüncesinde “sülûk” ismini alarak, inanışın omurgasını oluşturuyor. İnisiyasyon (sülûk) bir insanın, ruhi tekâmülünü gerçekleştirebilmesi için, sürekli kontrol edilen sıkı bir düzen ve disiplin içinde eğitimi şeklinde tanımlanıyor. Tabi bu eğitimin “ruhi tecrübeyi” “ötelerden” alıp aktarabilen bir üstadın (mürşid-i kâmil) eliyle olması gerekiyor.

Bu “gnostik” inanışta benimsenen sınırları belirsiz hiyerarşide, veli, evliya, mürşid-i kâmil, ebrar, ebdal, mukarrabin, nüceba, nükeba, evtad, gavs, kutub gibi çok sayıda makam tanımlanıyor. Tabi kimin hangi makamda olduğu genelde kendinden veya yakın çevresinden menkul oluyor. Makamlar yükseldikçe insanüstü kabiliyetlerin de geliştiğine inanılıyor. O kadar ki hiyerarşinin en üst basamaklarında “rical-ül gayb” denilen bazı adamların “ufak tefek” yaratma işleri ile görevlendirildiklerine ciddi ciddi inananlar var. Üstelik bunlar, bir iki meczubun hezeyanları falan da değil. Sağlam bir dayanağa istinat etmese de asırlar içerisinde tekrarlana tekrarlana kurumsallaşmış bir inanç sisteminden bahsedebiliriz.

İslam Ansiklopedisi’nin “Tasavvuf” maddesine baktığımızda, bu ezoterik anlayışın tasavvufun merkezine İbn-i Arabi tarafından yerleştirildiğini öğreniyoruz:

Tasavvuf anlayışına göre Allah’ın velîleri (evliyaullah) arasında “ricâlullah, ricâlü’l-gayb” gibi kavramlarla ifade edilen, kendilerine Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve müdebbirât (en-Nâziât 79/5) gibi isimlerle anılan meleklerin görevlerine benzer görevler verilen, âlemdeki mânevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışan kimseler bulunmaktadır. Bağdatlı sûfî Muhammed b. Ali el-Kettânî tarafından dile getirilen (Hatîb, III, 75-76) ve Hakîm et-Tirmizî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Sülemî, Kuşeyrî, Hücvîrî, Gazzâlî gibi sûfîlerce benimsenip eserlerinde yer alan bu anlayış, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’sinde ayırdığı bölümün (II, 2-16 vd.) yanı sıra Risâle fî mağrifeti’l-aķtâb (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 123), Risâletü’l-gavŝiyye (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 6824) ve Menzilü’l-ķutb (Resâilü İbni’l-Arabî içinde, Haydarâbâd 1327 hş./1948) gibi müstakil risâleler kaleme alan Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından tasavvuf anlayışının merkezine yerleştirilmiştir. Kaynaklarda unvanları, yetkileri, sayıları ve bulundukları yerlerle ilgili çeşitli bilgiler bulunan bu velîler arasında belli bir hiyerarşi vardır. En başta olana “kutub, kutbü’l-aktâb, gavs, gavs-ı a‘zam” gibi isimler verilmektedir. Öte yandan kalbini mâsivâdan temizleyip Allah’a bağlayan sûfîlerin birtakım özel bilgilere ve hallere ulaştıklarına inanılır. Herkesin erişemeyeceği bu bilgilere “havas ilmi”, buna sahip olan velîlere “havas”, en üstün olanlarına “hâssü’l-havâs” denilmektedir. Bu hususta Zünnûn el-Mısrî, Gazzâlî, Sühreverdî el-Maktûl, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi sûfîler çeşitli eserler yazmıştır.

http://www.tdvislamansiklopedisi.org/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=tasavvuf&konts=50

Medrese çevrelerinde, ciddi ilim mahfillerinde çok da ciddiye alınmayan bu inançların avam arasında rağbet görmediği söylenemez. Halk arasında yaygınlık kazanmış, o çok tanıdık üçler, beşler, yediler, kırklar vs. hikâyelerinin membaı işte tam da burası.

SIZINTIAslında bahsettiğimiz ezoterik inanışların odağı, “tarikatlar” ama tarikatlar dışında da bu inanışların yaşatıldığını müşahede ediyoruz. Mesela Fethullah Gülen, 2000 yılında Sızıntı dergisinde yayınladığı, daha sonra “Kalbin Zümrüt Tepeleri” ismiyle kitaplaştırılan makalelerinden birisinde, bakın bahsettiğimiz “ilahi bürokrasi hiyerarşisini” kendi penceresinden nasıl anlatıyor:

../ üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere (ebdâl) denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var… Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

../..

Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve vazifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:

Bunların üç yüzü Âdem nebinin kalbi, kırkı Hazreti Musa’nın kalbi, yedisi Hz. İbrahim’in kalbi, beşi Cibril-i Emin’in sînesi, üçü Mikâil Aleyhisselâm’ın sînesi, biri, birincisi ve velâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın kalbi üzerinedir ve O’nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncusu vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur.

Ebdâlın sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirinden farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sınıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmaktadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü’minlere yardım eder.. ve onlardan belaları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir, Allah esbab-ı mânevî plânında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır..

http://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/diger/fethullah-gulen-kalbin-zumrut-tepeleri/1269-Fethullah-Gulen-Veli-ve-Evliyaullah-1

Gülen, yazının devamında, dünyanın yörüngesinde dönmesini sağlamak, kendilerini klonlamak gibi çok acayip süper güçlere sahip gizli adamlarla ilgili olduğunu söylediği yirmi kadar hadisin kaynaklarını vermediği gibi, bunların bazı alimlerce mevzu (yani uydurma) sayıldığını da belirtiyor. Ama kendisi o kanaatte olmadığından olacak, bu mevzuda bize susmak düşer dediği halde, uzun uzun anlatıyor.

dnaCiddi İslam alimleri, ezoterik inanışların İslam’ın temel prensipleriyle çeliştiğini gördükleri için, bu temelsiz hikâyelere itibar etmiyorlar. Allah’ın kendilerine izin verdiği, Allah adına hareket ettikleri söylense de, Allah’tan başka, “yaratma kabiliyetine sahip”, Allah’ın bile “hürmet ettiği” bir takım insanların varlığına inanmak, insanları doğrudan şirk batağına çekecektir. Hadis âlimleri bu konularda dayanak diye ileri sürülen hadislerin uydurma olduklarını tespit ediyorlar. Fıkıh âlimleri Allah’tan doğrudan mesaj alan birinin aldığını iddia ettiği mesajla, peygamberin getirdiği asıl mesaja muhalefet edebileceğini ve buna inanılırsa tüm fıkhi kaidelerin nasıl bir anda anlamlarını yitirebileceğini görüyorlar. Siyer âlimleri peygamberimizin hayatında bu tür “ezoterik” uygulamaların olmadığını, çeşitli makam mevkilere sahip “yarı-tanrı” insanlar fikrinin peygamberimiz zamanına ait olmadığını açıkça ortaya koyuyorlar. Müfessirler batınî ya da hurufî zorlamalar olmadan Kur’an’dan bu inanışlara bir destek bulunamayacağını söylüyorlar.
Bu böyleyken artık neredeyse tamamına yakını sözüm ona okuryazar olan geniş halk kitleleri hâlâ yarı sihir, yarı masal bir din anlayışını benimsemeye devam ediyor.

Bu kısır döngü nasıl kırılır? Dinimiz bunca batıl inançtan nasıl arındırılır? Bizce din konusunda kafa patlatanların en önce meşgul olmaları icap eden husus budur.



Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (5)

Elimde imkân olsa, bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim!

Sinekli Bakkal romanı hakkındaki mütalaalarımızın son bölümüne gelmiş bulunuyoruz.

Sinekli BakkalHalide Edip Adıvar’ın insanı sürükleyen, harikulade bir üslupla anlattığı hikâyede zaman zaman “kültür”, “medeniyet” ve hatta “inanç” gibi “zor” konulara bu kadar mahirane bir şekilde girmesi ve akışı bozmadan, didaktik anlatım tuzaklarına düşmeden bu tür meseleleri, hadiseler örgüsü içinde tartışabilmesi takdire şayan. Mesela avamın, cahil halkın inanışları ile Rabia’nın inanışını inceden inceye mukayese edip aradaki benzerlikleri ve farkları gösterdiği şu satırlar çok dikkat çekici:

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene’nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah’tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah’tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah’a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığını temin ediyor. Penbe’nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu.

Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe’ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar hâlbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkâr, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. “İyi saatte olsunlar” derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede’ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti.

— Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia’yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız.

Penbe’ye göre, Rabia’nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia’nın harekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl “İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver” der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için. (s.229)

Sinekli Bakkal romanından bahsederken unutulmaması gereken hususlardan biri de arz ettiği müthiş edebi lezzet. Halide Edip romanında öylesine tasvirler yapıyor ki adeta sizi koltuğunuzdan havalandırıp muhteşem bir manzaranın karşısına taşıyıveriyor. Bir misal verelim:

Kafes kalkık. Camın ötesi Boğaziçi. Odanın üstünde rüzgâr saçakları, su borularını birbirine katıyor. Siyah bulut yığınları bir karanlık akıntısı gibi havadan geçiyorlar; barut renginde sular azgın azgın akıyor; karşı yakanın zarif kıvrıntıları, nemli ve kurşunî bir duman içinde hayal meyal seçiliyor. Kızın gözleri ve kulakları bunları takip ediyor, fakat kafası başka yerde. (s.247)

Bizi bir öğlen vaktinde İstanbul’da dolaştıran başka bir misal:

Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtiler. Tepelerinde İstanbul’un öz göğü bir Bizans mozaiği, bir tavus gibi mavi, bir tek bulut yok. Gökyüzünde kaynayan sarı ışık kazanı yere altın şua akıtıyor. Her şeyin üstünde bu altın aydınlık. Sol taraflarında Haliç. Üstünde yelkenler, direkler sarı ışıkta titreşiyorlar. Sağ taraflarında Boğaziçi vapurları, kayıklar, salapuryalar yeşil suların üstünde oynaşıyor. Köprü’nün üstünden askerî bir bando geçiyor. Bütün halk ayağını uydurmuş arkasından yürüyor.(s.312)

İstanbul’da, adeta sayfalardan süzülerek yükselen, gümüş sisli bir sabah rüyası:

Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu, uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik. Suların kurşunî yüzü uykuda. İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor.

Galata rıhtımı… Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar. Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarının açtılar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu, çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve Mevlevî dedesi çıkardılar. Arabalardan çıkanlar birbirine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar elele, birbirine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler.

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayıldı, açıldı… Selimiye önünde demirleyen şevket-i derya’ya doğru yol aldılar. (s.204)

Elimde bir imkân olsa bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim. Belki edebiyat derslerinde bir okul dönemi boyunca talebelere romanda tartışılan mevzuları konuşturur, bu meseleler ekseninde münazaralar tertip ederdim.

Ben bahsettiğim işaret fişeğini yolladım. Bu romanı okumadıysanız mutlaka okunacak kitaplar listenize alın. Edebiyatımızın kıymeti yeterince bilinememiş bir şaheserinden habersiz kalmayın.

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (3)

Halide Edip: Semalarımızdan silmeye çalıştığımız parlak yıldızımız!

Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eserinin bizdeki çağrışımlarını paylaşmaya devam ediyoruz.

HalideEdipHalide Edip Adıvar, zamanının çok ilerisinde, sterotiplere uymayan, son derece entelektüel, son derece parlak bir kadın yazarımız. Farklı, sıra dışı, nevi şahsına münhasır olmasının karşılığı olarak yıllardır hem Kemalistlerin hem İslamcıların hışmına uğrayan, Yahudilikle, siyonistlikle, ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edilen Halide Edip hakkında yapılan dedikoduların hepsinin yeri bizce çöp tenekesidir.

Halide Edip’in imanına şüpheyle bakanlar hem çok ayıp bir şey yapmakta hem de iftira ettikleri için büyük günaha girmektedirler. Halide Edip’i ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edenler arasında Allah’ı tanımayanların söylediklerine ise aşağılık ırkçı zihinlerin ifrazatı nazarıyla bakılabilir.

En iyisi ikinci el kanaatlerden kurtulup, Halide Edip’in hayat hikâyesine ve yazdıklarına bakmak.

İki oğluna Ali Ayetullah ve Hasan Hikmetullah isimlerini veren Halide Edip’i Müslüman saymamak için nasıl da acayip komplo teorilerine ihtiyaç var. Hâlbuki 19 Mayıs 1919 günü Fatih mitinginde toplanan elli bin insana şu meşhur seslenişi bugün bile Müslümanların tüylerini diken diken eder:

“Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece… Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp müşaşa bir sabah yaratacağız. […] Hanımlar, bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak ve Allah var. Tüfek ve top düşer, Hak ve Allah bakidir Topun yüzüne tükürecek kadar evlâtlar, analar, kalbimizde aşk ve îman, milliyet duygusu var.

Yahut yine 1919’daki Sultanahmet mitinginde söylediği şu sözler nasıl unutulur:

“Kardeşler, vatandaşlar… Yedi yüzyılın şerefi, göğe yükselen bu minarelerin tepesinden Osmanlı tarihinin yeni faciasını seyrediyor, bu meydanlardan çok zaman alay halinde geçmiş olan büyük atalarımızın ruhuna hitap ediyor, başımı bu görünmeyen ve yenilmez ruhlara kaldırarak diyorum ki: ‘Ben İslamiyet’in bedbaht bir kızıyım ve bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman devrinin anasıyım. Atalarımızın ruhları önünde eğiliyor, onlara bugünün yeni Türkiye adına hitap ediyorum ki silahsız olan bugünkü milletin kalbi de onlarınki gibi yenilmez kudrettedir. Allah’a ve haklarımıza iman ediyoruz…”

Rus-­Japon savaşı sonrasında, o dönemde Batı güçlerinin bir parçası sayılan Rusya’ya karşı “Doğu”nun zafer kazanmasını sağlayan ünlü Japon komutan Togo Heihachiro’ya hürmeten ikinci oğlunun ismine “Togo” adını ilave eden yazarın bir batı ajanı olduğunu iddia etmek ne kadar ahmakça!

Biz yine romana dönelim ve bahsettiğimiz mevzuun izlerini biraz da romanda sürelim.

Sinekli Bakkal’da batıcı, kendi medeniyetlerine inançlarını kaybetmiş gençler, romanın kahramanı küçük hafız Rabia’yı, din adamlığından ateistliğe geçmiş piyanist Peregrini’nin karşısına çıkartırlar. Musiki kabiliyetini göstermek adına Rabia’nın Peregrini’ye sunabileceği tek şey Kur’an tilavetidir. Peregrini’nin Rabia’nın Kur’an okuyuşunu ilk dinlediği sahne müthiş tasvir edilmiştir. Halide Edip, adeta bir film çeker gibi detaylar vererek bu sahnenin zihnimizde canlanmasını sağlar:

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini’nin yüzüne, dikildi. Fakat Peregrini’nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı.

Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet “Sadakallâhülâzim’de yavaşladı ve birdenbire kesildi.

Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu.

Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini’ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti.

Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa:

— Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti.

Hilmi gene koştu. Paşa’nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia’nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe’sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu:

— “Rab, meleklere: “biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz”, dediği zaman onlar: “Biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun”, dediler.

Piyanist defterini cebine koydu.

— Beni Allahımdan, ruhbaniyetten ve manastırdan ayıran işte meleklerin bu mantığı, bu itirazı olmuştur, dedi.

Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp’ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı. Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia’nın Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı.

Hilmi sordu:

— Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre?

Rabia’nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki:

— Hayır, Sezar’ın malını Sezar’a, Allah’a ait olanı Allah’a vermek gerek… Ben Sezar’ın, ben Şeytan’ın zümresindenim. Çocuk Allah’ın, bırakın olduğu yerde kalsın. (s.68)

Bu satırları okurken zihnimde şu cümleler yankılandı durdu: Bunları yazan, böyle düşünen, böyle hisseden bir insanı imansızlıkla, kripto Yahudilikle itham etmek ne büyük acımasızlık ve kıymet bilmezlik! Böyle yazabilen, ifade kudretine hayran bırakan, “bizden” bir yıldızı semalarımızdan silmek için bu gayret neden?

Düşünen insan elbette zülf-ü yâre dokunacak, elbette bir takım fikir kavgalarına girecek ama sırf bazı mevzularda bizden farklı düşünüyor diye sıra dışı bir aydınımızı, çok mühim bir mütefekkirimizi itibarsızlaştırma, hatta mümkünse yok etme gayreti nasıl izah edilebilir?

İnsanın aklına Cemil Meriç’in o meşhur cümleleri geliyor:

“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı memleketim. Karanlığa o kadar alışmışsın ki yıldızlar bile rahatsız ediyor seni. Memleketim… En seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çeken memleketim…”

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (2)

Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak!

Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eseri hakkındaki mütalaalarımızı paylaşmaya devam ediyoruz.

Kur’an okumak için götürüldüğü bir paşa konağında, romanın başkahramanı küçük hafız Rabia’nın kabiliyetinin farkına varılır. Bu kabiliyetin “ziyan” olmaması için himaye edilmesi, müzik ve piyano dersleri alması gündeme gelir. Fakat bu paşa konağının ortasından da tüm romana konu teşkil eden doğu-batı, eski-yeni zelzelelerinden birinin fay hattı geçmektedir. Zaptiye nazırı Selim Paşa, kadim Osmanlı medeniyetine gönülden bağlı bir bürokratken, oğlu Hilmi batı özentisi içinde, kendi medeniyetinden neredeyse nefret eder hale gelmiş bir gençtir. Onların anlaşmazlıklarından çok güzel mesajlar süzer Halide Edip. Bu baba ve oğul arasında, Ivan Turganyev’in meşhur Babalar ve Oğullar romanında Yevgeniy Vasilyiç Bazarov ile babası Vasilyev Ivanoviç Bazarov arasındaki çekişmeyi hatırlara getiren bir tartışma geçer. Mevzu, küçük hafızın kim tarafından nasıl eğitileceğidir. Hilmi, kızı dinsiz İtalyan piyanist Peregrini’yi teslim etmek isterken Selim Paşa buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Derken mevzu bir medeniyet tartışmasına dönüşüverir:

Sinekli Bakkal— Avrupa sahnelerinde icrayı sanat eden kadınları hep Peregrini mi yetiştirir?

— Onu demek istemedim… Tabiî size bu noktayı anlatmak müşkül. Avrupa musikisinin incelişini nasıl tarif edeyim, zevkine varamazsınız ki…

— Kim demiş? Ecnebî trupları geldiği vakit, Tepebaşı’ndan ayrıldığım yoktur. Daha doğrusu Zaptiye Nazırı sıfatıyla halkın bu yabancı metâlara ne kadar rağbet ettiklerini görmek için… Sonuna kadar dinlemek biraz müşkül ama züppe güruhu bir alay seyirci var ki, onları görmek cidden her sıkıntıya değer. Herifler kendilerinden geçiyorlar…

— Hakiki musikiden anlayan herkes tabiî…

— Hakiki musiki mi dedin? Eğer kapitülâsyonlar olmasa, muzikacıları da, seyircileri de enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çıplak, hayâsız, kart frenk karısı… Sar’aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor, bir alay mart kedisi gibi çığrışıyorlar. Toptaşı saz çalmaya, şarkı söylemeye kalksa, bu işi biraz daha adamakıllı yapardı.

— Anlamadığınız bir mevzuu niçin münakaşa ediyorsunuz? /../ Garb’ı Garp yapan musikileri… Onlarda hayat var, fen var…

— Bizimkinin ne kusuru var?

— Halkın tembelliği, uyuşturucu kanaati, yüksek sınıfların boş ve düşük bir sefahate dalmaları hep bu bizim inleyen, ağlayan musikimizin tesirinden. Kadınlarımızın kafasızlığı, zilleti…

— Kadınları bu bahse sokma. Bizimkiler, her halde frenk karılarından daha edepli, daha hanım… Onların erkeğinde de, karısında da ben, yüzsüzlükten, aç gözlülükten başka bir şey görmedim. Paşa durdu, öksürdü, sonra köpürdü:

— Bir Müslüman milletinin an’anesini, medeniyetini neden her vesile ile tahkir ediyorsun?

Medeniyetimiz yok ki tahkir edeyim. Ziya Paşa’nın dediği gibi, sizin tahkir ettiğiniz küfür diyarı mamureler kâşanelerle dolu; mülk-i İslâm baştan başa virane..

Kâşaneleri başlarına yıkılsın. O imansız, padişah haini herif gibi sen de medeniyeti kâşane, mamure farzediyorsan sana yuf!

Paşa sustu; esnedi. Nereden bu peltek oğlanla münakaşaya girişmişti? Hiç değer miydi? Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak!

— Küçük hafızın tahsilini ben dilediğim hocaya yaptırırım. Sen çocuk sahibi olduğun vakit, istediğin gibi yap. Korkarım, çocukların Asım Bey’in kukla kızlarına benzeyecek… Bonmarşe bebeği gibi… Karnına basınca mama, papa, diye öten kuklalardan. (s.49)

Halide Edip, mazmunlarla, istiarelerle edebiyat okuyucusuna nasıl da zengin tedailer sunuyor… Bonmarşe bebeği kavramını bugüne taşısak ilk üretildiği gündeki manasını halen muhafaza ettiğini görebiliriz. Bugün de etrafımızda sayısız “Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran fırıldak” yok mu? Hakikatin acı tarafını da eksik bırakmayıp dile getirelim: Bugün hepimiz biraz öyle değil miyiz?

Medeniyet Kâşane midir?

Medeniyeti “mamureler, kâşaneler” farzetme meselesini ele alalım. Hilmi, Ziya Paşa’nın meşhur,

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm”

beytiyle başlayan gazeline bir gönderme yapıyor. Selim Paşa hiddete kapılıp Ziya Paşa’ya biraz haksızlık etse de bunun arkasında padişaha gönülden bağlılığının olduğunu anlıyoruz.

Kâşane büyük, çok süslü, çok gösterişli ev ya da saray demek. Mamure de imar kelimesi ile aynı kökten türeyen bir kelime. Gelişip güzelleşmesi, hayat şartlarının uygun duruma getirilmesi için üzerinde çalışılmış olan, bakımlı, imar edilmiş, mamur yer anlamına geliyor.

Bugün “kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran fırıldaklara” Selim Paşa misali bir hiddetle karşı çıkanlar artık siyaseten güçlüler. Ama artık medeniyet denildiğinde, onların bile çoğunun akıllarına maalesef sadece kâşaneler, mamureler geliyor. “İmansız herifler gibi” onlar da medeniyeti kâşane, mamure farzettiklerinden aslında koskoca bir “yuf” hak ediyorlar! Bilmem hal-i pür melalimizi daha iyi ne anlatır…

Halide Edip Adıvar’ın renkli çağrışımlarla okuyucusunu gezdirdiği düşünce ufuklarından bahsetmeyi sürdüreceğiz.

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (1)

Bunca Zaman Fark Edemediğim Edebi Hazine

Sinekli BakkalOkuduğumda, bunca zamandır nasıl oldu da bu kadar derin, bu kadar güzel bir edebiyat eserini fark edemedim deyip hayıflandığım eserlerden birisi de Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanıdır.

Edebiyat öğretmenlerinin doğru dürüst kitap okumadığı ülkemizde maalesef benim de edebiyat öğretmenlerimden hiç birisi bir istisna teşkil etmiyordu. Babam sayesinde çoğu insana nasip olmayacak, bir edebiyat çevresi içinde yetişme şansı yakaladım ama buna rağmen Sinekli Bakkal’ı ancak kırk yaşımda keşfedebildim.

Bu yazıyı arkadan gelen ya da benim gibi geç kalan dostlara bir işaret fişeği olmak üzere kaleme alıyorum.

Sinekli Bakkal’ın aslında İngilizce yazılmış, daha sonra lisanımıza tercüme edilmiş bir roman olduğunu öğrenmek sanırım beni şaşırttığı gibi pek çok dostu da hayrete düşürecektir. Halide Edip Adıvar’ın “The Clown and His Daughter”, yani “Soytarı ve Kızı” ismiyle 1935 yılında Londra’da yayımladığı roman aynı yıl “Haber” gazetesinde tefrika edilmiş ve bir yıl sonra da kitap olarak basılmış.

Romanın, II. Abdülhamid devrinde geçen hikâyesinde Osmanlı Devleti’nin son döneminde her ciddi münevver zihninin ana meşgalesi olan “doğu-batı ikilemi”, “eski-yeni çekişmesi”, “modernleşme” konuları harikulade bir üslupla ele alınıyor.

Kitaba ismini veren Sinekli Bakkal Aksaray’da bir mahalledir. Mahalle imamın kızı ile orta oyuncu Tevfik tepkileri umursamayıp evlenirler. Tevfik, zenne rolüne çıktığı için “Kız Tevfik” diye anılmaktadır. Yaşadıkları kültürel çatışma evliliklerinin sürmesine müsaade etmez. Ayrıldıktan sonra Rabia isminde bir çocukları dünyaya gelir. Rabia, romanın ve yukarıda bahsedilen çekişmelerin merkezi olacaktır. Çünkü anne ve babasın ayıran çelişkiler, adeta daha doğmadan genlerine nakşolunmuştur Rabia’nın.  Tevfik sürgüne gönderilir. Annesinin yanında büyüyüp genç bir kız olan Rabia herkese derinden tesir eden harika sesiyle Kuran ve mevlit okumayı öğrenmiştir. Babası sürgünden dönünce kızını yanına alır. Ancak bu sefer de siyasi sebeplerle Şam’a sürülecektir. Rabia önce sesine sonra kendisine hayran olan piyano öğretmeni Peregrini ile tanışır. Peregrini’nin Rabia’ya sunduğu evlenme teklifinin gerçekleşmesi için Rabia’nın ilk şartı Peregrini’nin Müslüman olmasıdır. Hıristiyanlığa bile arkasını dönmüş, dinsiz bir adam olan Peregrini, adım adım bir dönüşüm yaşayıp Müslüman olduğunda ona Müslüman ismini Rabia koyacaktır: Osman.

Romanda II. Abdülhamid döneminde entelektüeller arasında geçen tartışmalara dair ipuçları yakalıyoruz. Peregrini’nin Türk “aydın” dostlarıyla hangi fikir ufuklarında dolaştığını anlamak için şu satırlara göz atalım:

Peregrini diyordu ki:

— İnsanı ilk defa ilim ağacının yemişini yemeye sevk eden Şeytan değil mi? O olmasa, insan sadece yiyen, içen, iki ayak üstünde dolaşan bir mahlûktan ibaret kalırdı. Tecessüs her bilginin anahtarı, bu anahtarın sahibi ve bize ilk bu anahtarı veren de Şeytan’dır.

Piyanist, ellerini sallayarak konuşuyor, sesini, yükseltiyor, gözleri arayıcı birer ışık gibi Dede’nin yüzünde dolaşıyor. Hâlbuki Vehbi Dede onu, bir çocuk coşkunluğu seyreden olgun bir adamın sükûnetiyle, belki müsamahasıyla dinliyordu.

Piyanist devam etti:

— Hiç olmazsa Şeytan’ın cesaretini tasdik et, Dede Efendi. Fikir cesaretinin piri odur. Halik’in gazabına ilk isyan eden, cennetin nimetlerinden, refahından atılmayı ilk göze alan hep odur. Yeryüzünde ilk ateşi, gökten çalıp getiren Promete’den tut da, bütün filozoflara, bütün büyük ihtilalcilere, hatta benim gibi kilisesine isyan eden adi bir adamın bile piri odur. Bak, Şeytan için ne güzel bir parça besteledim.

Ellerini havaya kaldırdı ve piyanoya indirmeden evvel,

— Cennette namdar’ bir melek olmayı, fikir hürriyeti namına feda edenin şerefine, dedikten sonra bir çılgın gibi parmakları piyanonun üstünde dolaşmaya başladı. Rabia’ya öyle geldi ki, çaldığı havada kâinatın bütün şeytanları, ifritleri başıboş, hürriyetle sarhoş bağırışıyor-çığrışıyorlar.

Sarışın Galip, ellerini çırptı:

Bu memlekette halkı düşünmeye alıştırmak için şeytana tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstat?(s.71)

Görüldüğü üzere çok uzunca bir müddettir batıcı aydınlarımızın “cahil halkı”, “adam etmek” için yapmayı akıllarından geçirdiklerinin herhangi bir dini, ahlaki hududu yok! Halkı “satanist” yapmayı bile düşünebilen adamların, sosyokültürel genetiğimizle oynamakta tereddüt etmemeleri de bundandır belki.

Sinekli Bakkal hakkındaki notlarımızı paylaşmaya devam edeceğiz inşallah.

twitter: @salihcenap

Ensar ve Muhacir’in Bayramı

Ensar ve Muhacir’in Bayramı

EnsarVeMuhacirinBayramı

Sabah vakti kapısı penceresi olmayan metruk bir evde ya da bir çadırda soğuk taşlar üzerinde soğuktan titreyerek uyanıp etrafına baktığında, artık başını sokacak bir evi olmamasının değil, henüz kaybettiği bir babanın, kardeşin, eşin yokluğunun müthiş ızdırabı yüreğine damlayan insanların bayramı…

Yarın ne olacağına dair hiçbir fikri olmayan, planları, hedefleri, ümitleri bir sonraki gün hayatta kalma ve bugün yiyecek bir şeyler bulabilme seviyesine inmiş, artık en fiyakalı oyuncakları garip şekilli taşlar olan minik yavruların bayramı…

Ne uğruna savaştığını tam bilmese de artık her sabah yakıcı bir öldürme iştihası ve -dile getirmese de- bir an önce öldürülüp çektiği derin acılardan kurtulmak arzusuyla gözlerini açan, çok incitildiği için mümkün olduğunca çok incitmeyi kafasına koymuş eli silahlı yetimlerin, öksüzlerin bayramı…

Kendisini unutup eteğindeki masum yavruların kucağında hastalıktan, yorgunluktan, soğuktan ölmemesi için çaresizce çırpınan annelerin, çok uzaklarda çok konforlu hayatlar süren zalimlerin, sırf kendi hayatları biraz daha ucuz olsun diye canlı canlı ateşe attığı kadınların bayramı…

Kaçıp sığındığı yabancı ülkede, çocuklarının her gün ümitsizce üzerine çevirdiği, parıltısı gün be gün zayıflayan bakışların ağırlığı altında ezilmemek uğruna, para kazanmak için kendini yollara vuran çaresiz babaların, dilenmemek için hak ettiği ücretin yarısına, dörtte birine, onda birine, üstelik horlana horlana çalışmaya razı “erkeklerin” bayramı…

Ve…

Evinin sıcaklığından bayram namazına giderken, güz sabahının titreten serinliğinde boyun büküp, el açmış mültecilere nefret dolu nazarlarla bakıp, gözlerini deviren, yanındaki diğer “Müslümanlarla” birlikte, “bunlar da nereden çıktı” diye homurdaşan “Müslümanların” bayramı…

Bayram tatilini hangi ülkelerde geçireceğini, hangi eğlence programlarına iştirak edebileceğini, hangi otellerde hangi süslü kıyafetlerle arz-ı endam edeceğini, hangi lüks lokantalarda yemek yiyeceğini planlamakla meşgul ensarın(!) bayramı…

Çocuklarını Özbek, Türkmen, Gürcü bakıcılara bırakıp, kendileri gibi tesettür giyim kataloglarından fırlayıp çıkmış gibi duran “süslümanlarla” şehir turları, “brunch”lar, “event”ler düzenleyen, dünyadan ve hemen yanı başlarında çekilen derin acılardan bihaber neşeli “süslümanların” bayramı…

Hepimizin bayramı mübarek olsun.