Bu Haliyle Bu Binada Oturamayız

Bu Haliyle Bu Binada Oturamayız

Laz müteahhitlerin sevdiği gibi sürekli kaçak kat çıkılan bir bina tasavvur edelim. Binada oturuyoruz ama binanın her tarafından garip sesler geliyor. Bir inceletiyoruz ki inşaatta deniz kumu kullanmışlar, yeterli demir yok, beton kalitesiz, su tesisatı paslanmış, musluktan akan sular hastalık taşıyor, elektrik tesisatı her an kısa devre yapıp yangın çıkartabilir.

Aklımıza derhal iki soru geliyor:

1.Bu bina ıslah olur mu?

2.Bu binayı yıksak, sağlam olduğuna emin olduğumuz temelleri üzerine daha iyisini yapabilir miyiz?

Şurası açık ki birşeyler yapmazsak bina kendiliğinden yıkılıp gitmek üzere. Gerçi şu anki standartlarından rahatsız olmayan ev sakinleri yıkıntılar arasında da yaşamayı sürdürebilir ama yıkılan evde yaşamayı kabul etmeyip evi terkedecek olanlar da az değil.

Bahsettiğim “bina”, bugünkü İslam algımız, kavrayışımız ve yaşayışımızdır.

Kimse kendini kandırmasın. Acı gerçekle yüzleşelim: bu bina yıkılmak üzeredir!

21. asırdaki İslam kavrayışımız ne adalet üretiyor, ne iyilik, ne refah ne de estetik.

Binaya her asırda eklenmiş “kaçak katlar” ve “kaçak tesisatlar” artık mütemadiyen hastalık üretiyor.

Binanın tabanından gelen tertemiz su, üst katlarda yaşayan bizlere ulaşıncaya kadar kirleniyor.

2000’li yılların “sakinlerine” bakıyorsunuz o mikroplu suları içe içe hastalanmışlar.

Bir tarafta IŞİD’çılar ellerinde kanlı kılıçlarla kafa kesiyor.

Öbür yanda taliban sünnete uyuyoruz diye sakalsız dolaşmayı yasaklıyor, put yıkıyoruz diye 1500 senelik heykelleri havaya uçuruyor.

Bir kısım tarikat mensupları saçma sapan şarkılarla danslara kendilerinden geçmeyi dindarlık sanıyor.

Diğer bir kısım “müridan”, bir takım biçare adamları, kerameti kendinden menkul şeyhleri tanrı edinip tapıyor.

Bir takım namussuzlar dini bir geçim kapısı yapmış, din satarak kitlelerin iliğini sömürüyorlar.

Beri tarafta ise ahir zaman/mehdi uydurmalarıyla beyni yıkanmış bir grup, haşhaşileri yeniden tarih sahnesine çıkartıyor.

Birşeyler yapmak, birşeyleri değiştirmek mecburiyetindeyiz.

***

Bina metaforumuzda temel kazıklarına karşılık gelen temel prensiplerimizi hatırlamamız lazım.

İster bu binayı ıslah etmeyi, ister yıkıp yeniden yapmayı seçelim, mesele temel kazıklarına gider dayanır.

Binamızın üzerine oturduğu sağlam temelleri (prensipleri) kemiren batınilik/hurufilik kurtçukları ya da sulandırarak zayıflatan sufi inhirafları gibi ne varsa kurtulmamız gerekir.

Daha somutlaştıralım.

Bizim prensiplerimiz bellidir. Hemen birkaç tanesini hatırlatalım:

Allah’tan başka tanrı tanımamak, hocalarımızı, liderlerimizi, cemaatlerimizi, kitaplarımızı, emellerimizi ya da parayı tanrı edinmemek.

Doğru söylemek, sözünde durmak, yalancı şahitlik ya da hile yapmamak, kimselere iftira etmemek, kimseyi ne amaçla olursa olsun aldatmamak.

Akrabaya, muhtaca, mazluma yardım etmek.

Haramı helal, helali haram saymamak.

Çalmamak, çaldırmamak, rüşvet vermemek, rüşvet almamak.

Adil olmak, kul hakkı yememek, ne uğruna olursa olsun kimseye haksızlık yapmamak.

Emaneti (velev ki Müslüman olmasa bile) ehline vermek.

***

Temel prensipler zaman ve şartlara göre değişmez.

Yalan her zaman ve her halde yalandır.

Kul hakkının yenebileceği hiçbir özel şart olamaz.

Bugün kim bir takım sebepler, gerekçeler uydurarak temel prensiplerin etrafını dolanıyorsa bu dinin düşmanı bellenmelidir. İsterse bunu din adına yaptığını iddia ediyor olsun.

Bugün kim “mânâ âlemi” dediği bir paralel evrenden haberler getirdiğini, Allah ile peygamber ile görüştüğünü, mesajlar aldığını söylüyorsa ya akıl hastasıdır ya yalan söylüyordur.

Bu tür hezeyanlara zemin hazırlayan tüm literatür hızlıca elden geçirilmeli, “prensiplerle” çelişen ne varsa kangren olmuş uzuv misali kesilip atılmalıdır.

Canavarlaşan Bir Cemaatin Beyin Tomografisi

Yaşanan korkunç darbe teşebbüsünün ardından herkes dehşete kapılmış vaziyette. Bir dini cemaatin mensuplarının nasıl olup da böyle kan dökücü canavarlara dönüştüğünü anlamakta zorluk çekiyoruz.

Cemaatçilerin sevdikleri kalıpla söylersek “asrın ihanetini”, meselenin kökenlerindeki itikadi sapmayı anlamadan, sadece siyasi, iktisadi gerekçelerle izah etmek mümkün değil.

Bahsettiğimiz sapmaya bir misal bulmak için 1992 yılına uzanalım.

Şehir İstanbul. Mekan Fırat Kültür Merkezi. Kürsüde Fethullah Gülen konuşuyor. Karşısında çok sayıda insan can kulağıyla dinlemede.

Fethullah Gülen konuşmasında lafı “hizmet” için nasıl her türlü fedakârlığa hazır olduğuna getiriyor. Cemaati “fedakârlık” noktasında motive edecek sözler gelecek diye bekliyoruz. Aklımıza mahrumiyet bölgelerinde, uzak coğrafyalarda neredeyse karın tokluğuna çalışan öğretmenler, kuş kadar maaşlarının bir kısmını himmet olarak bağışlayan küçük memurlar ya da arabasını evini satıp cemaatin bankasına para yatıran esnaf geliyor.

Fakat o da ne! Gülen, bu fedakârlıklardan “çok öte” bir şeylerden bahsediyor!

Allah indinde küfürden sonra en büyük günah intihar olduğu halde intiharı düşündüğünü, hatta intihar etmeye karar verdiğini söylüyor!

Sebep? Sebep devletin takibi altında olması! Kendisi yakalanırsa “hizmete” zarar geleceğinden korkması.

Bu sözlerde alttan alta “hizmetin” kendisi dışında “ilahi bir el tarafından yürütülen bir proje” olduğu, kendisinin de bu projenin başarısı için çalışan, “gözden çıkartılabilir neferlerden biri” olduğu iması var.

En büyük günahlardan sayılan “intiharı” bir fedakârlık gibi gördüğünü, “hizmete” zarar gelmesin diye bu sözüm ona “fedakarlığı” yapmaya razı olduğunu daha sonra istişareler sonucu bu işi yapmaktan vazgeçtiğini anlatıyor.

Bu konuşmasından Gülen’in “hizmet” adını verdiği ideolojisini bir puta çevirdiği ve artık o put için herşeyi feda etmeye hazır bir hale geldiği, cemaatini de bu yönde sevk ettiği açıkça görülüyor.

Konuşmasının devamında “İşte bunun daha berisinde, ne türlü ifnalara (yok etmelere, tüketmelere) razı olabileceğimi siz tahmin edersiniz.” sözleri ile cemaatine açık bir mesaj veriyor.

fg

Bu konuşmayı dinleyen cemaat mensuplarına verilen mesaj ne?

Hizmete zarar gelmesin diye yalan söylemeyi, iftira atmayı, kumpas kurmayı, kurumlara sızmayı, kul hakkı yemeyi ve nihayet bir darbe girişimi esnasında insan öldürmeyi bir fedakârlık olarak görmek gerektiği…

Bunların büyük günahlar olduğu, bu günahların cezasının cehennemde yanmak olduğu kabul ediliyor ama öte yandan bu günahlar cemaat mensuplarına hizmet için yapılan fedakârlıklar olarak sunuluyor.

Bu sapkın görüş tabi ki dinleyici kitlesinden bir tepkiyle karşılanmıyor.

Onu dinleyen cemaat nasılsa hiç sormuyor: senin tanrın, Allah mı, yoksa “hizmet” ismini verdiğin, kendi elinle yaptığın put mu? Ne demek hizmet için günah işlemeyi kabul etmek? Ne demek Allah yasakladığı için değil, istişareden o netice çıkmadığı için intihardan vazgeçmek?

Nasıl olur da “hizmete zarar gelmesin” diye Allah’ın emrini çiğneyebileceğini söyleyebilir bir “hoca”?

Onu dinleyen cemaat hiç sormuyor, biz hizmetin selameti adına da olsa günah işlemeyi kabul edersek elimizden dilimizden ne müslüman ne gayrimüslim emin olamaz ki, bunu nasıl söylersin?

Onu dinleyen cemaat hiç sormuyor, Kur’an’da sünnette bu tür bir “fedakarlık”, böyle bir “metod” var mı? Sen bunu nereden uyduruyorsun?

Cemaati sormamış olsa da bu itikadi sapmanın menbağı belli!

İşitmemek için kulaklarımızı tıkasak da, görmemek için gözlerimizi kapasak da asırla boyunca dine karıştırılmış hurafeler inanç sahasını itikadi bir bataklığa dönüştürmüş durumda.

Bu öyle bir bataklık ki sürekli hastalık üretiyor.

Aynı bataklık bir yanda IŞİD belasını üretirken öte yanda “hizmet” çılgınlığına kaynaklık ediyor.

Yaşadığımız rahatsızlık belki şimdilik bertaraf edilmiş görünüyor ama bu bataklık yerinde durdukça hastalıkların ardı arkası kesilmeyecek.

İşte Gülen de fikirlerini önce uydurma bir rivayete, sonra o uydurma rivayet üzerinden son derece yanlış bir itikadi anlayış geliştiren Said Nursi’nin bizzat kendisine dayandırıyor.

Said Nursi, risalelerinin birinde aynen şunları söylüyor:

Nurun hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlâs-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki, Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan, “Mü’minler Cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azap çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, “İman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim” demişim.

Emirdağ Lahikası II, 93. Mektup, s. 536

Said Nursi’nin “Sıddık-ı Ekber” diye andığı kişi Hz. Ebubekir. Peki Hz. Ebubekir’in gerçekten böyle bir sözü var mı?

Herşeyden önce bu söz Kur’an’a aykırı ve Hz. peygamberin yanında, dini en temel kaynağından öğrenmiş olan Hz. Ebubekir’in Kur’an’ın şu ayetleriyle açıkça çelişen sözü söylemiş olması beklenemez:

Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa, ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa. Sen ancak, görmedikleri halde Rablerinden için için korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Kim arınırsa ancak kendisi için arınmış olur. Dönüş ancak Allah’adır.

Fatır – 18﴿

Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.

İsra – 15﴿

Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığı vardır.

Necm – 38-39﴿

Azıcık araştırma bile, risalelerde geçen bu rivayetin düpedüz uydurma olduğunu görmek için yeterli. Çünkü risalelerde bu söze kaynak olarak verilen üç kitap var ve üçü de güvenilir değil.

Bunlardan ilki Hopa’lı Osman (adamın isminin daha etkili çağrışımlar yapması için ismini Osman Hubevi hazretleri diye yazanlar var) diye 1800’lü yıllarda yaşamış bir şahıs tarafından yazılmış “Dürretül Vaizin”.

İkincisi 1400’lü yıllarda yaşamış Gelibolu’lu “Ahmed-i Bican” tarafından yazılmış “Envar-ul Aşıkin”.

Üçüncüsü ise 1520 Tokat, Zile doğumlu Ahmed Şemseddin Sivasî tarafından yazılmış “Menakıb-ı Çehâr Yâr-ı Güzîn”.

Üç kitap da sufi meşrep kişilerce yazılmış, içlerinden israiliyat ve hurafe fışkıran, bugünün alimlerinin kesinlikle ciddiye almadıkları, herhangi bir ilmi disiplini olmayan kitaplar.

Hz. Ebubekir’e ait olduğu söylenen bir sözü bulabildiğiniz en eski kaynağın Hz. Ebubekir’in vefatından 700 sene sonra yazılmış bir kitap olması da sözün uydurmalığı konusunda gerekli ipuçlarını veriyor.

Bahsettiğimiz bataklık işte böyle bir şey.

Uydurulmuş sözler üzerinden bir inanç sistemi geliştirebiliyor insanlar.

İşte Bediüzzaman, bilmeden de olsa, bu uydurma sözden hareket ederek 2016 senesinde 250 insanın kanını dökecek hareketin liderine ilham verecek şu sözleri söylüyor:

Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de.

Tarihçe-i Hayat

Burada dikkatimizi vermemiz gereken yer “dünyamı da feda ettim, âhiretimi de” ifadesi.

Bir alim nasıl olur da “âhireti feda etmekten” bahsedebilir?

Bir müslümanın Allah’ın rızasına uyarak salih amel işlemesinin amacı ahireti kazanmak değil midir?

Yahut şöyle soralım: Bir müslüman dünyadaki müslümanca fiillerinin sonucu neden ahiretini kaybetsin?

Bakın nasıl devam ediyor Said Nursi:

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

Tarihçe-i Hayat

Bu satırlarda bir gariplik var! Müslümanlar başkalarının imanından mesul değil. Bırakın sıradan müslümanları, Allah’ın elçisi bile insanları imana getirmek gibi bir mesuliyet taşımıyor. Bu Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette açıkça belirtiliyor:

Allah dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen onlara vekil (onlardan sorumlu) da değilsin.

Enam 107﴿

(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Sen onlara vekil değilsin.

Zümer 41﴿

De ki: “Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.”

Yunus 108﴿

Peki Said Nursi’ye ne oluyor da kendine peygambere bile verilmemiş bir vazife çıkartıyor?

O da yetmiyor, o vazife uğrunda cehennemde yanmayı falan göze alıyor…

Şimdi bu garabetin Fethullah Gülen’in satırlarında nasıl şekil aldığına bir göz atalım:

O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Kırık Testi

Allah, peygamberimize “insanları doğru yola sokmak senin sorumluluğun değil” diyor. Said Nursi ve Fethullah Gülen ise -artık kendilerini ve “cemaatlerini” nasıl bir pozisyonda görüyorlarsa- Allah’ın peygamberine bile vermediği bir sorumluluk üstleniyorlar!

Bakın Fethullah Gülen ne diyor:

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.


Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum.

Kırık Testi

Gülen, dayanaksız bir rivayetten ibaret olan, peygamberin cennete kalmayı reddettiği hikâyesini çarpıtıp, kendi ortaya attığı sapkın “başkalarının imanını kurtarmak için cehenneme girme” fikrine dayanak yapmaya çalışıyor.

Bir kere bu yolu açtıktan sonra Gülen, “Realiteler” dediği şey karşısında Allah’ın bir emrine “takılıp kalmayın” diyebiliyor. Bu noktaya da şu fahiş hata üzerinden varıyor: Sanki bizim müslümanlar olarak “hayatın her ünitesine girip, imanla gönülleri itmi’nâna kavuşturmak” gibi bir görevimiz, gayemiz varmış gibi bir ön kabul ileri sürüyor. Bu “gaye” için bir takım ilahi emirleri “takmamayı”, hatta bazı açık günahları işlemeyi meşru sayıyor.

Gülen’in ayetlerde söyleneni ya görmezden geldiği ya anlamadığı, yahut çarpıttığı çok açık. Onun bahsettiği peygamber, Kur’an’da Allah’ın hitap ettiği peygamber değil.

Cemaatine şu telkini yapıyor Gülen: Allah’ın nurunu tamamlamak, insanların imanını kurtarmak gibi bir “gaye-i hayal” uğruna o kadar gözü dönmüş insanlar olmalısınız ki “icabında” cehenneme girmeyi seçebilmelisiniz! Yani “kendince” kutsal saydığı hedeflere (kendi eliyle yaptığı putun hedeflerine) ulaşmak için bazı günahları işlemeye yönlendirdiği insanlara verdiği mesaj bu!

Sormak lazım: Bir Müslüman’ın bir ayağının da olsa cehennemde ne işi var? Cehenneme neden gidilir? Eğer Allah’ın emirlerini dinlemezsen, günah işlersen gidilir. Gülen neden şakirtlere bir ayağı cehenneme sokmaktan bahsediyor? Eğer sadece Allah’ın rızası için dünyanın dört bir tarafında okul açıp tebliğ yapılacaksa, fakirlerin, muhtaçların yardımına koşulacaksa, bırakın bunları yapanların bir ayağını, saçlarının bir telinin bile cehennemde ne işi var?

Tabi herşeyin ortaya döküldüğü bu gün neyin kastedildiğini görmek zor değil.

Saydığımız hayırlı işlerin değil ama Gülen’in “gaye-i hayal’i” uğruna, bazı kurumlarda pozisyon tutmak için mümin eşlerinin başlarını açtırmayı, kendini belli etmemek için alenen alkol almayı, kamu sınavlarının sorularını çalmayı, cemaatin hedefleri önünde engel görünen bazı kimselerin ayaklarını kaydırmak için şantaj, tehdit, iftira gibi çirkinliklere başvurmayı ve nihayet darbe yapıp adam öldürmeyi seçen cemaat mensuplarını gerçekten cehennem bekliyor. O da onlara diyor ki “evet cehenneme gideceksiniz” ama siz öyle büyük kahramanlarsınız ki, İslam’ın gönüllere girmesi yolunda sadece bu dünyanızı değil ahiretinizi feda ediyorsunuz!

Başta diyanet olmak üzere din adamlarına büyük bir mesuliyet düşüyor. Fethullah Gülen hareketi bir bataklığın ürettiği korkunç bir hastalık. O hastalığın ortadan kalkması ancak bataklığın kurutulması ile mümkün. Asırlar boyunca dinimize sokulmuş uydurma rivayetlerin, hurafelerin, sapık itikatların “ayıklanması” kamudan cemaatçi memur ayıklanmasından daha acil ve mühim bir meseledir.

Olmak ve Yapmak

Olmak ve Yapmak

olmak-ve-yapmak

Küçük bir çocuk gördük mü sorarız:

– Büyüyünce ne olacaksın?

Bu soru yanlış bir sorudur.

Bu soru, kültürel genlerimizin derinliklerine sinmiş, sakat bir varlık kavrayışının yansımasıdır aslında.

Çocuğa “büyüyünce ne olmak istediğini” değil, “büyüyünce ne yapmak istediğini” sormak gerekir.

Olmak pasif bir eylemdir. Öznesinin çabası olmadan dış faktörlere, özellikle de zamanın akıp geçmesine bağlı olarak gerçekleşir.

Kavun olur, karpuz olur, kızılcıklar olur, yaz olur, tatil olur ama insan “olmaz”!

İnsanı insan yapan “yaptıklarıdır”.

Ama nasılsa bizde oluşlar, emeklerin değil beklemenin neticesinde gerçekleşir.

Eğitim fakültesine kapağı atarsan, biraz da atama beklersen eninde sonunda öğretmen olursun.

Askerlikte harbokulundan mezun olduktan sonra “arazi olup” bir maraza çıkarmadan yeteri kadar beklersen komutan olursun.

Üniversitede asistan olduktan sonra asla suya sabuna dokunmadan yeterince beklersen profesör olursun.

Nüfuzlu bir dayın varsa, düzenli olarak suyu verilen bir saksı çiçeği misali solana kadar bir köşeyi sessiz sedasız işgal eden, daha sonra unutulup giden bir memur olursun.

Ama bu oluşlardan, kendin, ülken, inancın, insanlık ve yaşadığın dünya için “ne yaptın” sorusuna bir cevap çıkaramazsın.

Olmak tek başına kıymetli bir şey değildir.

Kıymetli olan, yapmanın neticesinde gerçekleşen oluştur.

Kafamızdaki insan tasavvuru, bir ucunda “olmak” diğer ucunda “yapmak” olan bir skalada kendimize seçtiğimiz yere göre şekillenir.

Bugün yaşadığımız pek çok problemin temelinde, kendimize “yapmaktan” çok uzak, “olmaya” pek yakın bir yer seçmiş olmamız yatmaktadır.

İtikadımızı ele alalım mesela.

Kitabımıza göre insan için sa’yından (çabasından, yapıp ettiklerinden) başka bir şey yoktur.

Ülkemizde genel geçer inanca göre ise Müslüman olmak için kelime-i şahadet cümlesini söyleyivermenin ötesinde bir şey “yapmak” lüzumsuzdur.

Çok garip değil mi?

Adil olmasak da, Allah’ın bizden ne istediğini öğrenmek için parmağımızı bile kıpırdatmasak da, muhtacın, fakirin, yetimin yardımına koşmasak da, namaz kılmasak da, oruç tutmasak da,  Müslüman “oluşumuza” bir halel geleceğini düşünmeyiz.

Yapılması gerekenleri yapmakta başarısız olduğumuz gibi yapılmaması gerekenler konusu da pek umurumuzda değildir.

Velev ki bunlar dinin açıkça yasakladığı şeyler olsa bile!

Yalan söylesek de, hırsızlık yapsak da, cinayet işlesek de, zina etsek de, rüşvet alıp versek de, kumar masalarında sabahlayıp sarhoş gezsek de tastamam Müslüman kalabileceğimize inanırız.

Halbuki Kur’an-ı Kerim’de yüzü aşkın ayetteinanmak” “salih amel” işlemekle, iyi ve doğru şeyleri “yapmakla” beraber anılır. Yani kuru kuru inanmak (olmak) yetmez, gerçekten inanmanın göstergesi o inanç doğrusunda ameller işlemek, yani “yapmaktır“.

Eğer futbolcuysanız krampon giymeniz, sahaya çıkmanız, koşmanız, topa vurmanız gerekir. Ben bunları yapmayan bir futbolcuyum diyebilir misiniz? Yahut bunu söyleyen bir kişinin herhangi bir futbol takımında kendine yer bulmasını bekleyebilir misiniz?

Bu amelsiz “olmak” saçmalığını o kadar benimsemişiz ki birisi bize ne yapıyorsun diye sorduğunda ne yaptığımızı değil ne ya da nasıl “olduğumuzu” söylüyoruz.

“- Ne yapıyorsunuz?” sorusuna,

“- İyiyim çok şükür” cevabını veren çok oluyor. Ya da aynı soruya mesela,

“- Üniversitede araştırma görevlisiyim!” diye cevap verince herkes tatmin oluyor.

Halbuki bu soruya mesela “Osmanlı devletinin 16. asır vergi kayıtları üzerinde araştırmalar yapıyorum”, “elektromanyetik dalgaların uzayda hareketlerini inceliyorum”, “hareket halindeki araç plakalarını okuyabilecek bir algoritma geliştirmeye çalışıyorum”, “1930-1940 arası sosyalist şairlerimizin hayatlarını araştırıyorum” gibi bir cevap vermek gerekmez mi?

Bir de memurlar var.

Ne iş yapıyorsun sorusuna “memurum” cevabı geliyorsa kimse üstelemeye gerek hissetmiyor.

Muhatabın hiçbir gerçek iş yapmadığı anlaşılmış oluyor.

Aslında onlardan pek de farkı olmayan yöneticileri ise burunlarından kıl aldırmıyorlar.

“-Ne iş yapıyorsunuz?” sorusuna “-filan bakanlıkta genel müdürüm”, “falan kurumda müsteşar yardımcısıyım”, “-feşmekan yerde daire başkanıyım” diye cevap veriyorlar.  Gerçekten ne yaptıklarını öğrenmek için ikinci, üçüncü soruları sormak gerekiyor. Yine de cevap alamadığınız oluyor. Bu durumda algısal olarak bir yerde olmanın, yani bir makamda bulunmanın, bir şey yapmaktan daha öne geçtiği  ifade edilmiş oluyor. Bu bireysel bir algı ifadelendirilmesi değil elbette.  İçinde yer aldığımız  sosyo-kültürel kodlamanın bir ifadesi olarak tezahür ediyor. O zaman bir yerde olmanız bir sonraki makam  için bir manivela  işlevine dönüşüyor. Esasen bir yerde olarak bir şey yapmak, yani bulunduğun yeri inşa ve ihya etmek de birincil amaç olmaktan çıkıyor.

Şimdi bu söylediklerimiz çerçevesinde olan ve yapan arasındaki farkların altını çizelim:

Olan, edilgendir, yapan etken.

Olan, tüketicidir, yapan üretici.

Olan, daha çok hisleriyle hareket eder, yapan daha çok aklıyla.

Olan, yaşadığı ana odaklanır, yapanın gelecekle ilgili düşünceleri, yapmayı kafaya koyduğu hedefleri vardır.

Olan, yapabileceği başka bir şey olmadığından güven ve teslimiyeti tercih eder,  yapan kuşkucu ve kontrolcüdür.

Olan, her daim “yatış modundadır”, yapan her daim koşuşturma halinde ve meşguldür.

Olan, ne zaman kesileceğini bilemediği, kendisine lütfedilmiş kaynaktan bir şeyler akarken “biriktirme” derdindedir, yapan, bileğinin hakkıyla kazandığını doğru yerlere “harcama” peşinde.

Olan, hazırlık, plan, proje yapmaya gerek görmez, yapan planlı ve organizedir.

Olan, yavaştır, kararsızıdır, aheste hareket eder, aheste düşünür, aheste konuşur. Yapan hızlıdır, derhal karar verir, hızlı hareket eder, hızlı düşünür, hızlı konuşur.

Olan, sabır taşını çatlatacak bir pasifizmin erdeminden dem vurur, yapan böyle bir sabır anlayışını reddeder.

Olan, kendisine söylenen, telkin edilen hemen her şeyi kabule hazırdır, yapan, şüpheci ve sorgulayıcıdır.

Her ne kadar “yapmanın” ehemmiyetini vurgulasak da, aslolan “olmak” ve “yapmak” arasında doğru bir denge aramaktır. Bizde problem bu dengenin çok uzun zamandır “olmak” yönünde bozulmuş olmasındadır.

Üç asırdır mütemadiyen yenile yenile gerileyen bir medeniyetin bir türlü çare bulamadığı, ama kabule de yanaşmadığı hezimetini kutsamasıdır, “olmayı” bu kadar öne çıkaran.

Meczupta hikmet aramak gibi ümitsizce ve zavallıca bir savruluştur.

Kur’an’da anlatılanın aksine, tüm varlığı Allah’ın zihninde oluşmuş geçici hayaller gibi tasavvur ederek her türlü “yapışı” anlamsız ve kıymetsiz hale getiren cinnet hali.

Ne yapıp edip bu bozulan dengeyi yeniden tesis etmemiz lazım.

Çocuklarımıza “yapmayı”, “yaptıklarıyla var olmayı” öğretecek bir eğitim sistemi kurmamız lazım.

Doğru olanı “yapanları” ödüllendiren, hiçbir şey yapmadan “olmayı” bekleyenleri cezalandıran bir yönetim anlayışını benimsememiz lazım.

Bugün Allah için ne yaptın?” sorusunu tekrar hayatımızın en mutena köşesine yerleştirmemiz lazım.


(Bu yazı ilk olarak http://fikircografyasi.com/makale/olmak-ve-yapmak adresinde yayınlanmıştır.)

Yolu Bilmek ve Yolda Yürümek

Yolu Bilmek ve Yolda Yürümek

path

Yolu bilmekle yolda yürümek arasında bir fark vardır.
Matrix

Çoğu insan, tutarlı inançlara, tutum ve davranışlara sahip olduğu konusunda şüphe duymaz. Bildiği “doğruları” hayatının her kademesinde yaşadığını düşünür. Peki, gerçek öyle midir?

Hiç sanmıyorum.

Eğer insanların inandıkları ile yaptıkları arasında bir uyum varsa bile bu uyum, tutumlarıyla zihinlerinin derinlerinde gizli, ikinci bir inanç sistemi arasında olsa gerekir. Çifte muhasebe kaydı tutan tüccarlar gibi, bir kamuya sunulan bir de “gerçek hesapların” yer aldığı iki farklı inanç sisteminden bahsediyorum.

Sahip olduğumuz bilgi ve inançları tutum ve davranışlara dönüştüremediğimizde, rasyonelleştirme mekanizmalarımızı devreye sokarız. Bildiklerimiz ve inandıklarımız hilafına yaptıklarımız ve bildiklerimize ve inandıklarımıza göre yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız için hep müthiş mazeretlerimiz vardır.

Misaller verelim:

Yardımlaşmaya, iyiliğe, paylaşmaya yürekten inanırız ama o avuç açan fakire sırtımızı dönmemizin sebebi onun aslında bizi aldatmaya çalışmasıdır.

Futbolda şikeye asla tahammül edemediğimiz cümle âlemin malumudur ama 91. Dakikada bizim takımın lehine uydurulan penaltı için hemen şike diyemeyiz. Pozisyon tartışmaya açıktır.

İnsan haklarına, inanç hürriyetine bizden daha saygılı bir insan daha yoktur ama inancı gereği başını örten genç kızların üniversiteye alınmamasına senelerce ses çıkartmayız. Neticede her yerin bir kuralı vardır değil mi?

Yarın mahşer günü, hesap vereceğimiz hususunda şüphemiz yoktur ama o rüşvetle aldığımız ihalenin hesabı adeta hiç sorulmayacak gibidir. Hem bizim “güçlü” olmamız önemli değil midir?

Basın hürriyeti bizim için demokrasinin olmazsa olmazıdır ama şu muhalifler de biraz çok olmakta, sağlanan geniş hürriyet ortamını istismar etmektedirler.

Diktatörlük, totaliter yönetimler insanlığın başının belasıdır ama bizim sevgili liderimizin, yaptıklarını yapmak için ne kadar haklı gerekçeleri vardır!

Devlet imkânlarını, kamu malını şahsi ihtiyaçlarımız için kullanmak çok çirkin bir şeydir, kul hakkına girmektir ama makam arabamızın hanımı alıp gezdirivermesinde de abartılacak bir taraf yoktur yani!

Yalan söylemek büyük günahtır ama parkta otururken bizi arayan münasebetsize “trafikteyim, araba sürüyorum, ben seni arayayım” deyivermekten de bir şey çıkmaz değil mi?

Bir kuyruğa kaynak yaparken, sınavda kopya çekerken, trafikte kırmızı ışığı ihlal ederken, bizi arayan annemize “arkadaşımdayım ders çalışıyorum” diye yalan söylerken, randevumuza yirmi dakika geç giderken, akrabamızı el altından hak etmediği bir pozisyona yerleştirirken, kendi ağzımıza sürmeyeceğimiz ürünleri gönül rahatlığıyla başka insanlara satarken hep bir mazeretimiz vardır.

Meşhur lafı burada tekrar etmekte fayda var: “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.

Ürettiğimiz mazeretler, zihnimizde yavaş yavaş teşekkül eden paralel inanç sistemimizin yapı taşlarıdır aslında.

Bildiğimiz, inandığımız şekilde hareket etmek yerine inançlarımızı hareketlerimize göre gözden geçirmeyi seçeriz.

Hâlbuki insana, doğru bildiği, inandığı istikamette adım atmak kadar tatmin hissi veren pek az şey vardır.

Buradan yobazca bir inanışın, bir “kesin inançlılığın” avukatlığını yaptığım çıkartılmasın.

İnançlar elbette mütemadiyen sorgulanmalı, gerektikçe tadil edilmelidirler.

Ama bu samimi hakikat arayışı başka bir şeydir, bulunduğu her kabın şeklini almak başka.

Yolu bilip yolda yürümemek, imtihan sorularının cevabını bilip imtihan kâğıdına yazmamaya benzer.

Ne kadar bilirseniz bilin, böyle yaparsanız alacağınız not “sıfır” olacaktır.

Twitter:@salihcenap

Maturid’den çıkıp The 99’a uzanan yol

Son yazılarımda, bizdeki bazı tabiatüstü, harikulade menkıbeleri anlatılan evliyalarla, batı zihninin ürettiği Superman, Batman, Spiderman gibi süper kahramanlar arasında bir benzerlik olduğu üzerinde durmaya çalıştım.

Nasıl oluyor da “Tanrısal” güçlere sahip, (mesela depremlere sebep olabilen ya da tabi afetleri durdurabilen) insanların inanılmaz hikâyeleri, tevhidi her şeyin önüne koyan İslam inancının içinde kendisine yer bulabiliyor sualine cevap arıyorum.

Bu basit gibi görünen meselenin kaynağı, aslında İslam dünyasındaki kadim kelam tartışmalardan birine gidip dayanıyor.

Pek çoğumuz bize daha çocukken ezberletilen “itikatta imamız İmam Maturidir” sözünü ya hayal meyal hatırlarız ya hiç hatırlamayız. İmam Maturidi’nin kim olduğu ve neden itikat konusunda onun takipçisi olduğumuzu kimseler pek merak etmez. Onu tercih ettiğimizi söylediğimize göre İmam Maturidi ile aynı görüşte olmayan başka kimselerin de olması gerektiğini çıkarabiliriz ama ne o kimselerin kimler olduğunu ne de hangi noktalarda Maturidi’den ayrıldıklarını merak ederiz.

Kabul etmek gerekir ki bu kelam tartışmaları çok derin felsefi tartışmalardır ve avamın, sıradan hak kitlelerinin bu derin meselelere ilgi duymaması ve onları anlayamaması normaldir. Öte yandan ta dokuzuncu asırda tartışılmış derin mevzuların bugün “havas” arasında hak ettiği şekilde tanınıp bilinmediği, yeterince tartışılmadığı da bir gerçektir.

Her ne kadar çetin meseleler de olsa bu teorik tartışmaların doğrudan pratik hayatımıza tekabül eden, gayet can yakıcı sonuçları bulunmaktadır.

Allah’ın zatı ile sıfatlarının birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı konusu bunlardan birisidir.

Esma-ül Hüsna olarak günlük hayatımızın içinde yer eden, Allah’ın güzel isimleri diye bildiğimiz, ezberlememiz, her gün belli sayılarda tekrar etmemiz öğütlenen isimler aslında Allah’ın sıfatlarıdır.

Tartışma şudur: Allah’ın zatı ile sıfatları birbirinden ayrılabilir mi?

Eğer ayrılamaz diyorsanız zaten bunları sıfat değil, “isim” olarak tanımanız gerekiyor. Mesela ikram eden, nimet veren anlamındaki “kerim” sıfatının sadece Allah’ı tanımlayan ve ondan ayrılamayacak isimlerinden birisi olduğunu benimsiyorsunuz.

Peki, bunun pratik hayatımızda karşılığı ne? Bu hassasiyeti taşıyan ve bu meseleden haberdar olan Müslümanlar, çocuklarına nasıl asla “Allah” ismini vermiyorlar, ama kolayca “Abdullah” (Allah’ın kulu) ismini veriyorlarsa, aynı sebepten “Kerim” yerine de “Abdülkerim” yani (Kerim’in kulu) ismini verirler. Çünkü Kerim olan sadece Allah’tır ve çocuğu o isimle çağırmak, Allah diye çağırmak gibi yanlış görülür.

Ama Allah’ın bazı sıfatlarının bazı insanlarda olduğu gerçeğini ne yapacaksınız? Mesela bolca ikram eden, “kerim” kullar vardır dünyada. Kendisine kolayca “çok kuvvetli, çok dayanıklı, âcizliği, za’fiyeti ve gevşekliği olmayan” anlamında hakikaten “metin” veya çok çok zengin anlamında “gani” diyebileceğiniz kişiler tanırsınız. Çok affedici anlamında “gaffar”, sıfatını hak eden dostlarınız olur.

İşte burada Allah’ın zatı ile sıfatları birbirlerinden ayrılmaz diyenlerin iddiaları “vahdet-i vücud” düşüncesine doğru evirilmeye başlıyor. Allah’ın sıfatı kendisinden ayrılamayacağına göre –haşa- yeryüzünde yürüyen sayısız Allah fikrinden kaçınmanın tek yolu olarak, Allah’ın sıfatlarını yeryüzünde sergileyen kimselerin aslında Allah’ın yeryüzündeki hayli eksik birer tecellisi/yansıması oldukları düşüncesi ileri sürülüyor. Bu düşüncenin sahipleri, nihayet her varlık kategorisi, her sıfat bir şekilde Allah’a nispet edilebileceği için “la mevcude illallah” yani aslında Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur diyerek kendi varlıklarını bile inkâr etme noktasına ulaşıyorlar.

Hilmi-YavuzHilmi Yavuz “İslam’ın Zihin Tarihi” isimli eserinde, aslında Maturidî ve Eşarî kelamları arasında bu konuda tartışma olmadığını, Allah’ın zatı ve sıfatlarının ayrılamaz oluşu konusunda, “fuzzy-kırçıl” bir noktada konsensus olduğunu iddia ediyor:

Maturidîler fiili sıfatların Allah’ın zatıyla kaim, kadim sıfatlardan olduğunu; Eş’arilerse bu sıfatların (fiili sıfatların) nisbi ve hadis sıfatlar olduğunu ifade ederler. Ebu’I Muin El-Nesefi’nin Tebsiret el-Edille’sinde bu fark, Maturidilik açısından şöyle izah edilmektedir: “Bizce fiili sıfatlar dahi zati sıfatlar gibi kadimdir (…) Eş’arilerce fiili sıfatlar kadim değildir, hadistir. Bizce “Tekvin’ sıfatı kadim olup, hadis olan ‘Mükevven’dir, yani bunların (Eş’arilerin, H.Y.) kail oldukları gibi, “Tekvin’ ile ‘Mükevven’ yekdiğerinin aynı değildir. Binaenaleyh ‘Mükevven’ hadis ise de, ‘Tekvin’ hadis değildir.”

(..) Gazali, El İktisad’da ‘zatî’ sıfatlar ile ‘fiili’ sıfatların, birbirlerine bilkuvve ve bilfiil nisbetleri olduğunu belirtir. Bir başka deyişle zatî ve fiili sıfatlar arasında var olduğu iddia edilen fark, aslında, bilkuvve olan ile bilfiil olan arasındaki farktan öte bir şey değildir. Fark, ilahi bir sıfatın bilkuvve veya bilfiil mevcud oluşuna göre, zati veya fiili sıfat adını almasındadır. Yani, Eş’ari kelamında da zât ile sıfat, tıpkı Maturıdî kelamında olduğu gibi, ne aynıdır, ne gayrı. Kısaca, bir sıfatın bilfiil veya bilkuvve mevcut olması, ‘zatî’ ve ‘fiili’ ayrımını meşru göstermez. El İktisad’da Gazali’nin verdiği örnek yeterince açıklayıcıdır: “Mesela, kılıç daha kınında iken ‘keskin’ dendiği gibi, kılıç ile herhangi bir kesme eylemi hasıl olduğu zaman da, fiile iktiranından dolayı ‘keskin’ denir. (…) Kılıç kınında iken bilkuvve ve kesme eylemi hasıl olduğu zaman da bilfiil keskindir. (…) İşte bunun gibi, daha kınında iken kılıca ‘keskindir’ denmesine sebep olan manaya uygun olarak Yüce Allah da ‘ezelde Halık’dır’ denmesi doğru olur.”

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/esari-maturidi

Günümüzde Müslümanların önemli bir kesimi, bu itikadi çizgiyi benimseyerek, bir mürşid-i kâmil elinde, isleri silip temizlenen bir cam gibi temizlendikçe Allah’ın nurunu daha çok yansıtacaklarına, nihayet bir noktada asıllarına rücu ederek Allah’da yok olacaklarına (fena fillah) inanıyorlar.

Eğer zaten tüm insanların Allah’ın yeryüzündeki eksik yansımaları olduğuna inanıyorsanız, bazı kimselerin “insanüstü” fiiller gerçekleştirmesi sizin için sıradanlaşıyor.

Ağırlaşan yazımın bu noktasına kadar tahammül edebilenler oldu mu bilmiyorum ama bu uzun girizgâhı bağlayacağım bir yer var!

OpenerBahsettiğim düşünce sistemi, çoktan bir “İslami süper kahramanlar” çizgi romanına ilham vermiş!

Naif El Mutava isimli Kuveytli bir psikolog her biri Allah’ın 99 ismine tekabül eden 99 “İslami” süper kahraman karakteri yaratmış. Ürününün ismi “The 99”. Ülkemizde hem çizgi romanı yayınlanıyor hem de çizgi filmi. Mutava’nın karakterlerinden bazılarından örnek verelim:

Alim (herşeyi bilen) sıfatının temsilcisi Nasır Ali. Süper kahraman hüneri: akıl okuma.

Baki (hiç ölmeyen) sıfatının temsilcisi Hatem El Cahari.  Süper kahraman hüneri: hiç bitmeyen enerji, ölümsüzlük potansiyeli

Bari (şifa veren) sıfatının temsilcisi Harun Ahrens. Hüneri: iyileştirme kabiliyeti.

Batın (gizli, saklı) sıfatının temsilcisi Rola Hadrami. Hüneri: kendini ve başkalarını görünmez yapabilme ya da görünmez olanları görünür kılma (gizli bilgisayar dosyaları da dâhil (!))

Fettah (açıcı) sıfatının temsilcisi Toro Rıdvan. Kabiliyeti: ışınlanma.

Hadi (rehber) sıfatının temsilcisi Amire Han. Hüneri: izcilik ve yön buluculuk.

 T99_Jabbar_1920x1200[1]Cabbar (güçlü) sıfatının temsilcisi Navaf el-Bilal. Süper güçlü kasların sahibi.

Nur (ışık) sıfatının temsilcisi Dana İbrahim süper gücüyle her yeri ve herşeyi aydınlatabiliyor.

Rafi (kaldırıcı) sıfatının temsilcisi bir Türk! Adı Murat Uyaroğlu ve yerçekimi üzerinde kontrol sahibi!

Daha böyle çok karakter var ama şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.

Son derece teorik ve soyut bir felsefi tartışma nasıl da insanların hayatlarını şekillendiriyor. Bugün IŞİD böyle düşünen insanları şirke girmekle, Allah’a ortak koşmakla suçlayıp kafalarını kesiyor. Ülkemizde bu anlayış iliklerimize kadar işlediği için biz de özellikle Eşari itikadını benimseyen bazı Arapları Vehhabi falan diyerek aşağılıyor hatta yer yer tekfir ediyoruz.

the-99İnsan düşünmeden edemiyor.

Acaba bu meseleleri ne zaman kafa kesmeden, kavga etmeden tartışabilir hale geleceğiz?

Dokuzuncu, onuncu asırda yakaladığımız entelektüel derinliğe ne zaman tekrar kavuşacağız?

Twitter: @salihcenap

Doğu ile Batının Buluştuğu Garip İnanç Zemini: Gnostisizm

Tasavvuf çevrelerinde anlatılan, bazı “özel” zatlarla ilgili menkıbeler, batılı süper kahraman hikâyelerine çok benziyor. Hatta hususi bir çalışma yapılsa her batılı süper kahramanın tasavvufi menkıbeler dünyasında bir muadili bulunabilir belki!

İnternette dolaşırken bu orijinal zannettiğim keşfimle(!) ilgili olarak çeşitli yazılar kaleme alındığını hayretle gördüm. Hakikaten bu mavi gök altında söylenmemiş yeni hiçbir şey kalmadığına inanacağım neredeyse! Denk geldiğim yazılardan bir tanesinde x-men isimli çizgi süper kahraman romanınında hareketle şunlar yazılmıştı:

Kötülerin lideri olan Magneto’nun özelliği ise bünyesinde topladığı manyetik güçlerle metal cisimlere hükmedebilmesi ve onları dilediği biçimde yönlendirebilmesi. Bu özellik bana hemen büyük kıyamet alameti olan Mesih Deccal’ı hatırlattı. Bildiğimiz gibi Mesih Deccal’ın da en belirgin özellikleri, manyetik ve spritual birtakım güçlere sahip olmasıdır. “Spiro” Latincede Nefes, Ruh anlamına gelmektedir. Spritualizm, Ruhun etkilerini akıl yoluyla değil bilakis deney yoluyla araştıran bir bilimdir. Parapsikolojiyle de bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Sprituallere göre bütün evren yüce bir nefes olarak ifade edilir (Hayat Sıfatı) ve yaşam bu yüce nefesin soluması işlevidir. Her şeyi idare eden bir öz ana Ruh, Cevher söz konusudur. Mesih Deccal’in Spritual güçlerle bağlantısı kanaatimce, bu noktadadır. Çünki İsa Aleyhisselam’da olduğu gibi Deccal de gücünü Kudret Sıfatından almaktadır.” Her şey bütün mukadderatıyla yaratıcı Ruh’un hükmü altındadır. Dolayısıyla Ana cevher olan Ruhul Kuds’la Kudret Sıfatı arasında oldukça yakın bir ilişki vardır. Gerçekte bütün görünen kudret ve güç tezahürleri Tek bir Kudretin açığa çıkışından başka bir şey değildir.”

(…)

Tıpkı Spider Man (Örümcek Adam) filminde olduğu gibi X Man’de vurgulanan tema da hemen hemen aynı. O da “İNSANA VERİLEN BÜYÜK GÜÇLERİN BÜYÜK SORUMLULUK GETİRECEĞİ GERÇEĞİ.” Önemli olan, insanın olağanüstü güçlere sahip olması değil. Önemli olan, insana yaratıcı güç tarafından bahşedilen güçleri ne yönde ve ne amaçla kullandığı. Bu noktada Büyük Üstadlarımız ve Azizlerimiz, insandaki potansiyel gücün bilinçli olarak dışavurumunu istemez ve kolay kolay cevaz vermezler. Mecbur kalınmadıkça bu tür olağanüstü güçleri açığa çıkarmalarını hoş karşılamazlar. Çünki bu tarz güçler insanın manevi gelişiminde birer evredir. İnsan dünya şartlarında yaşadığı müddetçe madde kaydından tam olarak soyutlanamayacaktır. Kendisinde potansiyel olarak mevcut olan güçleri dünyada açığa çıkarması durumunda sonsuz yaşam boyutlarında kullanacağı enerjisini bir bakıma israf etmiş olacaktır. Hattızatında en büyük keramet de insanın kozmik bilinç boyutunda yaşayabilmesi ve o bilinci sürekli tutabilmesidir zor da olsa.

Burada anlatılan her şey Gnostisizm ile ilgili aslında. Vikipedia’da “Gnostisizm” şöyle tanımlanıyor:

Gnostisizm, Antik Mısır ezoterizmini, Antik Yunan ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani geleneklerini, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu geleneklerini ve dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikatın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır. Terim, eski Yunancadaki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir.

Bu “yabancı” kelime, günlük hayatımızda aslında “tanıdık” bir pratiğe tekabül eder. Gnostik anlayışta hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersiz sayılır. Hakiki “bilgilerin”, ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla, sezgisel yöntemle edinileceğine inanılır. Bazı seçkin insanlar çeşitli ruhi gelişim mertebelerinden geçerek bu “bilginin” sahibi olurlar ve o noktaya eriştiklerinde bazı harikuladelikler göstermeye başlarlar.

İşte bu noktada bahsettiğimiz süper kahraman hikâyelerine kapı açılıyor. Bazı “seçkin” insanların bizim göremediğimiz, işitemediğimiz, “metafizik” âlemlerle irtibatta olduğuna ve o irtibatta oldukları âlemlerden sağlanan bir takım süper güçlerle donatıldıklarına inanan geniş halk kitlelerinin talebi, sayısız “evliya – süper kahraman” menkıbesinin arzıyla karşılanıyor.

Burada peygamberimizin de bu kapsama girip girmediği sorusu akla gelebilir. Her ne kadar gelenekte şeyhleri evliyaları “uçuran” anlayışın sahipleri peygamber için de “süper güçler” uydurmuş olsa da Kur’an- Kerim’de Allah peygambere şöyle söylemesini emrediyor:

De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım, (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilah’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf-110)

Yani peygamberimiz bizim gibi sıradan bir insan. Öyle süper güçleri falan yok. Allah bunu açık açık söylemesini istiyor ondan. Hâlbuki o, bu tür “hikâyelere” inanmaya dünden razı insanlara bir göz kırpsa, derhal yarı-tanrı makamına oturtulacak, hatta belki doğrudan tanrı yerine koyulabilecek.

Belki de bu yüzden “ben sizin gibi bir insanım” demesi emrediliyor.

İslam dünyasında süper kahramanlık işleri de böylelikle münhasıran “kerameti kendinden menkul” şeyhlere kalmış oluyor.

Twitter: @salihcenap

İlahi Hiyerarşinin Gizli Bürokratları: Rical-ül Gayb

Tasavvufun, eskilerin tabiriyle şöyle “efradını câmî, ağyarını mânî” bir tanımı maalesef bulunmuyor. İlgili herkesin kendisine göre tanımladığı, kişiden kişiye göre değişen muğlak bir kavram, ele avuca gelmez bir toz bulutu adeta. Belki bir ilim, belki bir eğitim yöntemi, belki de başlı başına bir inanç… Yine de değişik tasavvufi akımlar ve yapılan tanımlar analitik bir yaklaşımla incelenirse bir takım desenler yakalamak mümkün.

mursidTasavvuf düşüncesinde, bazı “özel” kimselerin kendilerini bir takım mistik süreçlerle olgunlaştırarak Allah’tan doğrudan mesajlar alır hale geldikleri (keşif-ilham) kabul ediliyor. Bu insanların bir şekilde diğer insanlardan, Allah’la iletişim anlamında daha üstün olabileceğine, hatta Allah tarafından bir takım insanüstü güçlerle donatılabileceklerine inanılıyor.

Seyr-i-SülukEzoterik inanışlarda görülen “inisiyasyon”, tasavvuf düşüncesinde “sülûk” ismini alarak, inanışın omurgasını oluşturuyor. İnisiyasyon (sülûk) bir insanın, ruhi tekâmülünü gerçekleştirebilmesi için, sürekli kontrol edilen sıkı bir düzen ve disiplin içinde eğitimi şeklinde tanımlanıyor. Tabi bu eğitimin “ruhi tecrübeyi” “ötelerden” alıp aktarabilen bir üstadın (mürşid-i kâmil) eliyle olması gerekiyor.

Bu “gnostik” inanışta benimsenen sınırları belirsiz hiyerarşide, veli, evliya, mürşid-i kâmil, ebrar, ebdal, mukarrabin, nüceba, nükeba, evtad, gavs, kutub gibi çok sayıda makam tanımlanıyor. Tabi kimin hangi makamda olduğu genelde kendinden veya yakın çevresinden menkul oluyor. Makamlar yükseldikçe insanüstü kabiliyetlerin de geliştiğine inanılıyor. O kadar ki hiyerarşinin en üst basamaklarında “rical-ül gayb” denilen bazı adamların “ufak tefek” yaratma işleri ile görevlendirildiklerine ciddi ciddi inananlar var. Üstelik bunlar, bir iki meczubun hezeyanları falan da değil. Sağlam bir dayanağa istinat etmese de asırlar içerisinde tekrarlana tekrarlana kurumsallaşmış bir inanç sisteminden bahsedebiliriz.

İslam Ansiklopedisi’nin “Tasavvuf” maddesine baktığımızda, bu ezoterik anlayışın tasavvufun merkezine İbn-i Arabi tarafından yerleştirildiğini öğreniyoruz:

Tasavvuf anlayışına göre Allah’ın velîleri (evliyaullah) arasında “ricâlullah, ricâlü’l-gayb” gibi kavramlarla ifade edilen, kendilerine Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve müdebbirât (en-Nâziât 79/5) gibi isimlerle anılan meleklerin görevlerine benzer görevler verilen, âlemdeki mânevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışan kimseler bulunmaktadır. Bağdatlı sûfî Muhammed b. Ali el-Kettânî tarafından dile getirilen (Hatîb, III, 75-76) ve Hakîm et-Tirmizî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Sülemî, Kuşeyrî, Hücvîrî, Gazzâlî gibi sûfîlerce benimsenip eserlerinde yer alan bu anlayış, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’sinde ayırdığı bölümün (II, 2-16 vd.) yanı sıra Risâle fî mağrifeti’l-aķtâb (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 123), Risâletü’l-gavŝiyye (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 6824) ve Menzilü’l-ķutb (Resâilü İbni’l-Arabî içinde, Haydarâbâd 1327 hş./1948) gibi müstakil risâleler kaleme alan Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından tasavvuf anlayışının merkezine yerleştirilmiştir. Kaynaklarda unvanları, yetkileri, sayıları ve bulundukları yerlerle ilgili çeşitli bilgiler bulunan bu velîler arasında belli bir hiyerarşi vardır. En başta olana “kutub, kutbü’l-aktâb, gavs, gavs-ı a‘zam” gibi isimler verilmektedir. Öte yandan kalbini mâsivâdan temizleyip Allah’a bağlayan sûfîlerin birtakım özel bilgilere ve hallere ulaştıklarına inanılır. Herkesin erişemeyeceği bu bilgilere “havas ilmi”, buna sahip olan velîlere “havas”, en üstün olanlarına “hâssü’l-havâs” denilmektedir. Bu hususta Zünnûn el-Mısrî, Gazzâlî, Sühreverdî el-Maktûl, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi sûfîler çeşitli eserler yazmıştır.

http://www.tdvislamansiklopedisi.org/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=tasavvuf&konts=50

Medrese çevrelerinde, ciddi ilim mahfillerinde çok da ciddiye alınmayan bu inançların avam arasında rağbet görmediği söylenemez. Halk arasında yaygınlık kazanmış, o çok tanıdık üçler, beşler, yediler, kırklar vs. hikâyelerinin membaı işte tam da burası.

SIZINTIAslında bahsettiğimiz ezoterik inanışların odağı, “tarikatlar” ama tarikatlar dışında da bu inanışların yaşatıldığını müşahede ediyoruz. Mesela Fethullah Gülen, 2000 yılında Sızıntı dergisinde yayınladığı, daha sonra “Kalbin Zümrüt Tepeleri” ismiyle kitaplaştırılan makalelerinden birisinde, bakın bahsettiğimiz “ilahi bürokrasi hiyerarşisini” kendi penceresinden nasıl anlatıyor:

../ üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere (ebdâl) denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var… Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

../..

Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve vazifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:

Bunların üç yüzü Âdem nebinin kalbi, kırkı Hazreti Musa’nın kalbi, yedisi Hz. İbrahim’in kalbi, beşi Cibril-i Emin’in sînesi, üçü Mikâil Aleyhisselâm’ın sînesi, biri, birincisi ve velâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın kalbi üzerinedir ve O’nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncusu vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur.

Ebdâlın sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirinden farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sınıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmaktadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü’minlere yardım eder.. ve onlardan belaları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir, Allah esbab-ı mânevî plânında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır..

http://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/diger/fethullah-gulen-kalbin-zumrut-tepeleri/1269-Fethullah-Gulen-Veli-ve-Evliyaullah-1

Gülen, yazının devamında, dünyanın yörüngesinde dönmesini sağlamak, kendilerini klonlamak gibi çok acayip süper güçlere sahip gizli adamlarla ilgili olduğunu söylediği yirmi kadar hadisin kaynaklarını vermediği gibi, bunların bazı alimlerce mevzu (yani uydurma) sayıldığını da belirtiyor. Ama kendisi o kanaatte olmadığından olacak, bu mevzuda bize susmak düşer dediği halde, uzun uzun anlatıyor.

dnaCiddi İslam alimleri, ezoterik inanışların İslam’ın temel prensipleriyle çeliştiğini gördükleri için, bu temelsiz hikâyelere itibar etmiyorlar. Allah’ın kendilerine izin verdiği, Allah adına hareket ettikleri söylense de, Allah’tan başka, “yaratma kabiliyetine sahip”, Allah’ın bile “hürmet ettiği” bir takım insanların varlığına inanmak, insanları doğrudan şirk batağına çekecektir. Hadis âlimleri bu konularda dayanak diye ileri sürülen hadislerin uydurma olduklarını tespit ediyorlar. Fıkıh âlimleri Allah’tan doğrudan mesaj alan birinin aldığını iddia ettiği mesajla, peygamberin getirdiği asıl mesaja muhalefet edebileceğini ve buna inanılırsa tüm fıkhi kaidelerin nasıl bir anda anlamlarını yitirebileceğini görüyorlar. Siyer âlimleri peygamberimizin hayatında bu tür “ezoterik” uygulamaların olmadığını, çeşitli makam mevkilere sahip “yarı-tanrı” insanlar fikrinin peygamberimiz zamanına ait olmadığını açıkça ortaya koyuyorlar. Müfessirler batınî ya da hurufî zorlamalar olmadan Kur’an’dan bu inanışlara bir destek bulunamayacağını söylüyorlar.
Bu böyleyken artık neredeyse tamamına yakını sözüm ona okuryazar olan geniş halk kitleleri hâlâ yarı sihir, yarı masal bir din anlayışını benimsemeye devam ediyor.

Bu kısır döngü nasıl kırılır? Dinimiz bunca batıl inançtan nasıl arındırılır? Bizce din konusunda kafa patlatanların en önce meşgul olmaları icap eden husus budur.



Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (5)

Elimde imkân olsa, bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim!

Sinekli Bakkal romanı hakkındaki mütalaalarımızın son bölümüne gelmiş bulunuyoruz.

Sinekli BakkalHalide Edip Adıvar’ın insanı sürükleyen, harikulade bir üslupla anlattığı hikâyede zaman zaman “kültür”, “medeniyet” ve hatta “inanç” gibi “zor” konulara bu kadar mahirane bir şekilde girmesi ve akışı bozmadan, didaktik anlatım tuzaklarına düşmeden bu tür meseleleri, hadiseler örgüsü içinde tartışabilmesi takdire şayan. Mesela avamın, cahil halkın inanışları ile Rabia’nın inanışını inceden inceye mukayese edip aradaki benzerlikleri ve farkları gösterdiği şu satırlar çok dikkat çekici:

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene’nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah’tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah’tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah’a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığını temin ediyor. Penbe’nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu.

Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe’ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar hâlbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkâr, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. “İyi saatte olsunlar” derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede’ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti.

— Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia’yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız.

Penbe’ye göre, Rabia’nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia’nın harekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl “İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver” der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için. (s.229)

Sinekli Bakkal romanından bahsederken unutulmaması gereken hususlardan biri de arz ettiği müthiş edebi lezzet. Halide Edip romanında öylesine tasvirler yapıyor ki adeta sizi koltuğunuzdan havalandırıp muhteşem bir manzaranın karşısına taşıyıveriyor. Bir misal verelim:

Kafes kalkık. Camın ötesi Boğaziçi. Odanın üstünde rüzgâr saçakları, su borularını birbirine katıyor. Siyah bulut yığınları bir karanlık akıntısı gibi havadan geçiyorlar; barut renginde sular azgın azgın akıyor; karşı yakanın zarif kıvrıntıları, nemli ve kurşunî bir duman içinde hayal meyal seçiliyor. Kızın gözleri ve kulakları bunları takip ediyor, fakat kafası başka yerde. (s.247)

Bizi bir öğlen vaktinde İstanbul’da dolaştıran başka bir misal:

Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtiler. Tepelerinde İstanbul’un öz göğü bir Bizans mozaiği, bir tavus gibi mavi, bir tek bulut yok. Gökyüzünde kaynayan sarı ışık kazanı yere altın şua akıtıyor. Her şeyin üstünde bu altın aydınlık. Sol taraflarında Haliç. Üstünde yelkenler, direkler sarı ışıkta titreşiyorlar. Sağ taraflarında Boğaziçi vapurları, kayıklar, salapuryalar yeşil suların üstünde oynaşıyor. Köprü’nün üstünden askerî bir bando geçiyor. Bütün halk ayağını uydurmuş arkasından yürüyor.(s.312)

İstanbul’da, adeta sayfalardan süzülerek yükselen, gümüş sisli bir sabah rüyası:

Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu, uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik. Suların kurşunî yüzü uykuda. İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor.

Galata rıhtımı… Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar. Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarının açtılar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu, çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve Mevlevî dedesi çıkardılar. Arabalardan çıkanlar birbirine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar elele, birbirine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler.

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayıldı, açıldı… Selimiye önünde demirleyen şevket-i derya’ya doğru yol aldılar. (s.204)

Elimde bir imkân olsa bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim. Belki edebiyat derslerinde bir okul dönemi boyunca talebelere romanda tartışılan mevzuları konuşturur, bu meseleler ekseninde münazaralar tertip ederdim.

Ben bahsettiğim işaret fişeğini yolladım. Bu romanı okumadıysanız mutlaka okunacak kitaplar listenize alın. Edebiyatımızın kıymeti yeterince bilinememiş bir şaheserinden habersiz kalmayın.

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (3)

Halide Edip: Semalarımızdan silmeye çalıştığımız parlak yıldızımız!

Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eserinin bizdeki çağrışımlarını paylaşmaya devam ediyoruz.

HalideEdipHalide Edip Adıvar, zamanının çok ilerisinde, sterotiplere uymayan, son derece entelektüel, son derece parlak bir kadın yazarımız. Farklı, sıra dışı, nevi şahsına münhasır olmasının karşılığı olarak yıllardır hem Kemalistlerin hem İslamcıların hışmına uğrayan, Yahudilikle, siyonistlikle, ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edilen Halide Edip hakkında yapılan dedikoduların hepsinin yeri bizce çöp tenekesidir.

Halide Edip’in imanına şüpheyle bakanlar hem çok ayıp bir şey yapmakta hem de iftira ettikleri için büyük günaha girmektedirler. Halide Edip’i ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edenler arasında Allah’ı tanımayanların söylediklerine ise aşağılık ırkçı zihinlerin ifrazatı nazarıyla bakılabilir.

En iyisi ikinci el kanaatlerden kurtulup, Halide Edip’in hayat hikâyesine ve yazdıklarına bakmak.

İki oğluna Ali Ayetullah ve Hasan Hikmetullah isimlerini veren Halide Edip’i Müslüman saymamak için nasıl da acayip komplo teorilerine ihtiyaç var. Hâlbuki 19 Mayıs 1919 günü Fatih mitinginde toplanan elli bin insana şu meşhur seslenişi bugün bile Müslümanların tüylerini diken diken eder:

“Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece… Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp müşaşa bir sabah yaratacağız. […] Hanımlar, bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak ve Allah var. Tüfek ve top düşer, Hak ve Allah bakidir Topun yüzüne tükürecek kadar evlâtlar, analar, kalbimizde aşk ve îman, milliyet duygusu var.

Yahut yine 1919’daki Sultanahmet mitinginde söylediği şu sözler nasıl unutulur:

“Kardeşler, vatandaşlar… Yedi yüzyılın şerefi, göğe yükselen bu minarelerin tepesinden Osmanlı tarihinin yeni faciasını seyrediyor, bu meydanlardan çok zaman alay halinde geçmiş olan büyük atalarımızın ruhuna hitap ediyor, başımı bu görünmeyen ve yenilmez ruhlara kaldırarak diyorum ki: ‘Ben İslamiyet’in bedbaht bir kızıyım ve bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman devrinin anasıyım. Atalarımızın ruhları önünde eğiliyor, onlara bugünün yeni Türkiye adına hitap ediyorum ki silahsız olan bugünkü milletin kalbi de onlarınki gibi yenilmez kudrettedir. Allah’a ve haklarımıza iman ediyoruz…”

Rus-­Japon savaşı sonrasında, o dönemde Batı güçlerinin bir parçası sayılan Rusya’ya karşı “Doğu”nun zafer kazanmasını sağlayan ünlü Japon komutan Togo Heihachiro’ya hürmeten ikinci oğlunun ismine “Togo” adını ilave eden yazarın bir batı ajanı olduğunu iddia etmek ne kadar ahmakça!

Biz yine romana dönelim ve bahsettiğimiz mevzuun izlerini biraz da romanda sürelim.

Sinekli Bakkal’da batıcı, kendi medeniyetlerine inançlarını kaybetmiş gençler, romanın kahramanı küçük hafız Rabia’yı, din adamlığından ateistliğe geçmiş piyanist Peregrini’nin karşısına çıkartırlar. Musiki kabiliyetini göstermek adına Rabia’nın Peregrini’ye sunabileceği tek şey Kur’an tilavetidir. Peregrini’nin Rabia’nın Kur’an okuyuşunu ilk dinlediği sahne müthiş tasvir edilmiştir. Halide Edip, adeta bir film çeker gibi detaylar vererek bu sahnenin zihnimizde canlanmasını sağlar:

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini’nin yüzüne, dikildi. Fakat Peregrini’nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı.

Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet “Sadakallâhülâzim’de yavaşladı ve birdenbire kesildi.

Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu.

Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini’ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti.

Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa:

— Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti.

Hilmi gene koştu. Paşa’nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia’nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe’sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu:

— “Rab, meleklere: “biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz”, dediği zaman onlar: “Biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun”, dediler.

Piyanist defterini cebine koydu.

— Beni Allahımdan, ruhbaniyetten ve manastırdan ayıran işte meleklerin bu mantığı, bu itirazı olmuştur, dedi.

Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp’ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı. Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia’nın Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı.

Hilmi sordu:

— Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre?

Rabia’nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki:

— Hayır, Sezar’ın malını Sezar’a, Allah’a ait olanı Allah’a vermek gerek… Ben Sezar’ın, ben Şeytan’ın zümresindenim. Çocuk Allah’ın, bırakın olduğu yerde kalsın. (s.68)

Bu satırları okurken zihnimde şu cümleler yankılandı durdu: Bunları yazan, böyle düşünen, böyle hisseden bir insanı imansızlıkla, kripto Yahudilikle itham etmek ne büyük acımasızlık ve kıymet bilmezlik! Böyle yazabilen, ifade kudretine hayran bırakan, “bizden” bir yıldızı semalarımızdan silmek için bu gayret neden?

Düşünen insan elbette zülf-ü yâre dokunacak, elbette bir takım fikir kavgalarına girecek ama sırf bazı mevzularda bizden farklı düşünüyor diye sıra dışı bir aydınımızı, çok mühim bir mütefekkirimizi itibarsızlaştırma, hatta mümkünse yok etme gayreti nasıl izah edilebilir?

İnsanın aklına Cemil Meriç’in o meşhur cümleleri geliyor:

“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı memleketim. Karanlığa o kadar alışmışsın ki yıldızlar bile rahatsız ediyor seni. Memleketim… En seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çeken memleketim…”

Twitter: @salihcenap

Ne dalkavuk köpekleriz, Kimi görsek etekleriz!

Ne tuhaf! Zaman içinde her saniye biraz daha hızlanan bir uzay mekiğinin yolcuları gibi hissediyoruz kendimizi. Hadiseler o kadar hızlı meydana geliyor ve akıp geçiyorlar ki etrafımızdan, çoğu zaman ne olup bittiğini anlayamıyoruz bile! Daha tuhaf olanı ise şu: Bir an için dönüp, çoktan geride bıraktığımız, pek uzaklarda kaldı sandığımız ufuklara baktığımızda dehşetle fark ediyoruz ki hiç de öyle uzun mesafeler almış değiliz. Bugün tartıştığımız mevzular bundan bin sene evvel de, beş asır evvel de, elli sene evvel de bugünkü hararetle tartışılıyormuş.

Bizim gibi başka faniler de dünyayı kendi çevrelerinde döner bilmişler bir zamanlar.

O masal cümlesinden daha güzel ne özetler bu vaziyeti bilmem: Az gitmişiz. Uz gitmişiz. Dere tepe düz gitmişiz. Sonra dönüp ardımıza bir bakıyoruz ki ancak bir arpa boyu yol almışız!

Peyami Safa’nın 1960 yılında, Tercüman gazetesinde kaleme aldığı fikirlerini okurken yine yukarıda anlattığım türden hislere kapıldım. Şöyle yazmış çok kıymetli muharririmiz:

Bizde mücerret insanı Tanrılaştıran kozmopolitler, Atatürk’ü Tanrılaştıran devrimbazlar, Said-i Kürdî’i Tanrılaştıran Nurcular, Marx’ı Tanrılaştıran mahutlar, Mevlâna’yı Tanrılaştıran hayranları, Shakespeare’i Tanrılaştıran mütercimler görülmüştür.

Mücerret insanı Tanrılaştıran Tevfik Fikret.

Takdis eden beşer,

Takdise müstahaktır.

Odur rabb-i hayrü şer.

Rabb-i mümkinat.

demiştir. Atatürk için Behçet Kemal, tamamını unuttuğum bir manzumesinde:

Türklüğe Allah olan ölmez.

mısraını söylemiştir.

Marx’ın Kapital adındaki ana eserini Kur’an yerine koyan Nâzım Hikmet, bir şiirinde:

Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum.

demiştir. Dr. Abdullah Cevdet, Jül Sezar tercümesinin önsözünde, Allah’a mahsus vasıfları kullanarak aynen şöyle der:

“Shakespeare’in azamet-i kibriya-yı bi-pâyânı önünde ettiğim secdelerden, ibadetlerden biri de bu Jül Sezar tercümesidir.”

Rahmetli sefir -ediplerimizden biri- bir mecliste, Atatürk tenkid edilirken düşüp bayılmış. Said-i Kürdî’den, önünü ilikleyerek ve gözlerini süzerek “Efendi Hazretleri buyururlar ki…” diye bahsedenler görülür. Mevlâna’yı zikrederken sesleri titreyenlere ve gözleri yaşaranlara şahit oldum.

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/insanlari-tanrilastirma-zihniyeti

Yeryüzü TanrılarıOn dört asıl evvel Allah, kendisinden başka tanrılar icat edip yoldan çıkmış insanlığa son ve kesin bir uyarı vermek üzere hazreti peygamberimizi gönderdi. Allah, kendi katında kabul görecek inanç sistemine dâhil olmanın ilk ve en önemli şartının, kendisinden başka ilah tanımamak olduğunu son bir kez daha hatırlatıyordu.

Yedi yüz elli sene önce İbn Teymiyye, gönderilen ilahi mesajı unutup sapıtmaya başlayan, hatta insana tapınmayı İslam içinde bir akım olarak kurumsallaştırmaya kalkan insanlara, Allah’ın peygamberimiz vasıtasıyla gönderdiği, kendisinden başka kimseyi tanrı edinmeme emrini hatırlatmak için çırpınıyordu.

Kanuni devri şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin bundan beş yüz sene önce yazdıklarını okusak, yine benzer tespitlerle karşılaşırız.

Hırsızlık yapmak gibi, adam öldürmek gibi, yalan söylemek gibi, “bir takım insanları tanrılaştırmak” da insan fıtratının derinliklerinde mevcut, sinsi bir dürtü olmalı. Hususi ihtimam gösterilmediğinde derhal baş gösteren genetik bir ruhi maraz!

Bu “hastalığın” kendisine karşı farkındalığı arttırmak için çabalayanlar arasında sık görülmesi de başka bir tuhaflık.

Peyami Safa’nın örneklerini bugün, “pop ilahlarıyla”, nevzuhur “mürşitlerle”, “şeyh efendilerle”, “hocalarla”, “yogilerle” hatta “çok karizmatik siyasi liderlerle” daha da çeşitlendirebiliriz.

Eski “ilahlar” ölmüyorlar, yok olmuyorlar, bilakis mütemadiyen yanlarına yenileri ilave ediliyor.

Sanki insanımız tapınmak için azıcık güçlü, azıcık şöhretli, ağzı azıcık iyi laf yapan, az cerbezeli, az karizmatik birilerini arıyor. Bulunca da hemen tanrılar listesine ilave ediveriyor.

O halde bizim de yazımızı Peyami Safa’nın elli sene önce yazılmış cümleleriyle noktalamamızda bir mahzur olmasa gerek:

Önüne gelene tapma huyuna kadar soysuzlaşan bu zihniyet bir Osmanlı şairine şu beyti söyletmiştir:

Ne dalkavuk köpekleriz

Kimi görsek etekleriz!

Twitter: @salihcenap