Yıldız Savaşlarının Şaşkın Figüranları

George Lucas’ın yetmişli yılların sonunda filmini çekmeye başladığı bilim kurgu hikâyesi “Yıldız Savaşları”nı bilirsiniz. Dünya çapında çok büyük ilgi gören bu filmin senaryosu, seti, müzikleri, oyuncuları, hatta robotları bile fenomen haline gelmiştir.

sw_mci_obi-wan-kenobiBu film serisi, başarısını muhteşem özel efektlerine, yıllar içinde akıllara kazınan müziğine, bitmez tükenmek bilmez karakter çeşitliliğine olduğundan daha çok senaryosuna borçludur.

Klasik iyiler ile kötüler savaşı ekseni üzerine kurulmuş filmde, Jedi (jeday diye okunuyor) şövalyeleri çok ilgi çekicidirler. Jedi şövalyeleri çok üstün kabiliyetleri ile her türlü savaşın belirleyici unsuru olmakla kalmaz, bir tür irfanın da temsilciliğini yaparlar. Bütün uzayı saran tek bir kuvvet alanı filmde “güç” diye isimlendirilir. Güç, hem kötü hem iyi Jedi şövalyelerinin beslendiği kaynaktır. Bazıları gücün karanlık-şer tarafında, bazıları aydınlık-hayır tarafında yer alırlar. Bir Jedi şövalyesinin gerçek rakibi ancak başka bir Jedi şövalyesi olabilir. Diğer insanlar ve yaratıklar “gücü” anlamak ve kullanmak noktasında bir fikir sahibi olmadıklarından kuru kalabalık sayılırlar.

Obi-Wan-Kenobi_6d775533Filmin ilk bölümlerini seyrettiğim yıllarda, gücün aydınlık tarafında kalan son Jedi şövalyesi, ihtiyar Obi Van Kenobi’yi körpe zihnimle ne kadar sevmiştim. Beyaz sakalı, bol beyaz cüppesi, kuşağı ve kuşağından asılı duran kılıcıyla görünüşünü “Çağrı” filminde heyecanla seyerttiğim sahabelerin görünüşlerine benzetmiştim.

Karanlığın bütün kâinatı kaplar gibi olduğu bir anda ihtiyar Obi Van kendine bir talebe bulup yetiştirmeye başlamıştı. İşin garibi, gücün karanlık tarafında da sadece bir karanlık Jedi kalmıştı. Yani büyük kitleleri karanlığa sevk edenler de onların karşısında durmaya çalışanlar da sayıca fazla değillerdi. Sayıca eksiklikleri, üstün nitelikleri kapatıyordu.

Sıradan insanlar ve uzaylı yaratıklar “gücü” anlamaktan da dönen kavganın mahiyetini kavramaktan da fersah fersah uzaktaydılar. Bir tür dolgu maddesiydiler sanki.

ObiWanHS-SWEŞimdi düşünüyorum da bugünkü halimizi izah için bu mazmun kullanılabilir. Alan, satan, kavga veren, yükselen, düşen, oynayan, eğlenen, kızan, hesap yapan, tuzak kuran, tuzağa düşen, aldatan, aldatılan insanlar olarak aslında kartondan bir hayatın içinde oyalandığımızı fark edemiyoruz. Daha kötüsü, ömür sermayesini hayatın mahiyetini kavramak için çalışarak tüketen büyük adamları, sayılı nefeslerini kendilerini neredeyse cinnetin eşiğine taşıyan bir tecessüsle peşine düştükleri arayışlarda harcayan ârifleri anlayamıyoruz. Kendimize o kadar güveniyoruz ki, bırakın bir üstad aramayı, ariflerin asırlar ötesinden yankılanan seslerine kulak vermeyi bile lüzumsuz görüyoruz.

Yıldız savaşları filminin kuru kalabalığı, isimsiz figüranlarıyız.

Üstelik kendi halimizden öylesine habersiziz ki, iletişim imkânlarının gelişmesiyle artık hepimiz kendi başımıza bir “ârif” müsveddesi, plastik bir “Jedi” olma yolunda ilerliyoruz…

Tekerlek her ferdin şahsında yeniden keşfolunuyor. Bütün bir kavramlar dünyasını kendimize göre yeniden inşa ettiğimizi düşünüyoruz ve yanılıyoruz. Böylesine büyük bir inşanın altından kalkmamız mümkün olmadığından bize fark ettirmeden sunulan kavramlara razı oluyoruz. Bu süreçte o çok güvendiğimiz aklımızı, muhakememizi hiç devreye sokmuyoruz bile. Bize “lego setleri” misali sunulan kavramlar dünyası alternatifleri arasındaki seçimimizi çocukça hislerimize bırakıveriyoruz.

George Lucas’ın kurgusunda, hayır tarafında da şer tarafında da olsa, gücün tek kaynağı önünde saygıyla eğilen Jedi’lar var. Bizim “gerçek” dünyamızda ise vaziyet biraz farklı. Şer tarafında faaliyet gösteren efendiler kendilerini iyice tanrı yerine koyuyorlar. Belki de gerçek rakiplerini tamamen tasfiye ettiklerini düşündüklerinden, dünya üzerinde gönüllerince at oynatıyorlar. Her geçen gün dünyayı biraz daha kendi karanlıklarına çekiyorlar.

sw_cutout_obi-wanPeki, biz “sıradan” insanlar ne yapabiliriz bu sürükleniş karşısında?

Belki aramızdan kabiliyetli olanlar, talebe Luke Skywalker misali, gücün iyi tarafında kalabilmiş bir Jedi ustasından ders almalı. Bu tür arayışa girenler için üstadın hayatta olmasının önemi olmayacaktır. Filmde hologramlar olarak görünen ölmüş üstadlar, gerçek hayatta bizi kitap sayfaları arasında beklemektedirler.

Bu kadar büyük iddiası olmayanlar ise en azından şu paket ideolojilerden yakalarını kurtarmaya çalışabilirler. Birilerinin milyon kez tekrarlanmış klişelerini çöpe atarak işe başlayabiliriz. Belki de cesur olanlar “bugüne kadar tekrarladıklarım arasında yanlışlar olabilir mi” sorusunu sormalılar kendilerine. Acaba dünyaya bakayım diye bana sunulan daracık pencere aslında görüşümü sınırlıyor olabilir mi diye merak etmeliler. Cemil Meriç’in kendine has üslubuyla ifade ettiği gibi “ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir”. Bu deli gömleklerini yırtıp atmak elimizdedir. Gereken biraz cesaret, biraz delikanlılık, biraz tecessüs, belki biraz da isyandır…

Twitter: @salihcenap

Sosyal Mutantlar – 2

Mutant-Cell-Pearl-l[1]

Genetik mühendisleri işe “kötü geni” tespit etmekle başlarlar. “Kötü gen” tespit edildikten sonra etkisiz hâle getirilmeye yahut devre dışı bırakılmaya çalışılır. Tabi onun yerini alacak “iyi gen” de tespit edilir ve değiştirme operasyonu başlar. Mesela domatesin renginin kırmızıya dönmesini geciktiren yahut engelleyen gen tespit edilir ve domatese kan kırmızısı bir renk verecek genle değiştirilir.

İnsanı dehşete düşürse de “sosyal genetik mühendislerinin” de benzer bir yol takip ettikleri söylenebilir.

Domatesin yerini, düşünen, hisseden, hareket eden insanlar almıştır. “Kötü” genler tespit edilir.

Mesela Avrupalılar gibi giyin(e)meyen doğuluların bu “eksiklikleri” hedef alınabilir. Hedefin mahiyetine göre önce “cerrahi” bir müdahale gerekebilir. Çıkarılan kanunlarla, silahlı güçlerin zoruyla “kötü sosyal genlere” savaş açılır. İstimal edilen usulün tabiatı gereği cemiyetin terörize edilmesi icap edebilir. Ancak bütün bunlar operasyonun sadece ilk adımlarıdır. Asıl faaliyet, gizli ve açık telkinlerle sürdürülür. Kâh dinî sebeplerle, kâh alışkanlıktan dolayı otantik kıyafetleri taşımakta ısrar edenler çağdışı ilan edilir ve mütemadiyen hakarete uğratılır. Eldeki tüm iletişim imkânları seferber edilir. Cemiyetin itibar ettiği kişilere “iyi genlerin” propagandası yaptırılır. Kitle iletişim araçlarındaki “kötü genlerden arındırılmış prototipler” işe koşulur. Kâh kurgu eserlerde, -dizilerde, oyunlarda, filmlerde- kâh haber programlarında, belgesellerde “yanlış” kıyafetleri taşıyanlar hem gizlice hem açıktan zemmedilir. Hatta tahkir edilir. Hayattan kovulmaya çalışılan kıyafetleri taşıyanlar dizilerde, filmlerde cahil, köylü ve zavallı olarak canlandırılırlar. Onların “yanlış” kıyafetlerden sıyrılarak nasıl bir saygınlık ve zenginlik elde ettiklerine dair klişeler birçok yapımda tekrarlanır.

Bu müthiş faaliyet kısa zamanda meyvelerini verir. Telkine en açık olan ve en çok maruz kalan bölgelerde “kötü genlerden” arınmış kimseler türemeye başlar. Bunlar artık “maya” vazifesi göreceklerdir. Daha büyük kitleleri arındırmak için mikrofonlar, kameralar, objektifler bu “ucubelere” döner. Tesettürden kurtulup “güzelliğini cesurca sergilemekten” kaçınmayan genç kızların “doğru yolu” (!) buluş hikâyeleri gazete sütunlarını kaplar. Tesir süratle yayılır. Gerçekten arzulanana yakın neticeler de elde edilebilir ama insan tabiatı üç-dört bilinmeyenli bir denklemden çok daha karmaşık olduğu için sosyal mühendislik çabaları mühendisler açısından hemen her seferinde hüsranla neticelenmeye mahkûmdur. Öyle olsa da acı gerçek şudur: tabii olan artık bozulmuştur. Verilen telkinle dönüşmeye başlayan insanlar asıl sosyal genlerinin tesirinden de tam sıyrılamazlar. İstenen karakteri istenen ölçüde hazmedemezler. Barlarda, meyhanelerde tesettürlü kızlar görülmeye, pop yıldızlarının konserlerinde dans eden, başı örtülü ama göbeği açık kızlar boy göstermeye başlar. O kızlar gibi sosyal mutant olan ama bunu fark etmekten aciz köşe yazarları bu garip sahneye alkış tutar. Müdahalenin selameti için, her karşı telkin tehlikesi takip edilir.  Her “düzelme/düzeltme” gayretinin başarısız olması için her şey yapılır.

Neticede dev bir boşluk hissiyle bunalan, şuur altında bir yanlışın fakında olan ama yanlışı izah etmekten çok uzakta, dile getirilemeyen hafakanlarıyla, bunalımlarıyla yaşamaya mecbur yeni “sosyal mutantlar” elde edilmiş olur.

İtiraf etmemiz gerekir ki bu coğrafyada sosyo-kültürel genleriyle az yahut çok oynanmamış hiçbir fert kalmamıştır artık.

Bir medeniyet kendini yeniden üretemediği anda çürümeye başlar. Dünyanın birçok yerinde hâkim kültür, kadim medeniyetlerin can damarlarını kesmektedir.

Mesela sosyal mutantlar artık kendi kültürlerinin müziğini üretemez hale getirilmişlerdir. Hasbelkader üretseler bile ürünleri makbul sayılmaz, sessiz sansürün sağır derinliklerinde boğulur. Ancak “sentez” adı altında “etnik müzik” adı altında popüler tüketime sunulurlar ki bu da başka türlü bir “mutantlaştırma” ameliyatıdır.

Bu model diğer sahalara kolaylıkla teşmil edilir. Sosyal mutantlar kendi sosyo-kültürel zeminlerinde ademe mahkûm edilmişlerdir.

Kendi lisanlarını tekâmül ettiremezler. Budanmış lisanlarında yürüttükleri ilmî çalışmalar güdük kalmaya mahkûmdur. Onlara mütemadiyen lisanlarının ilim yapmaya müsait olmadığı telkini verilir.

Kendi ilimlerini tabîi mecra’ında akıtamazlar. Ancak hâkim bilim mahfillerinin –ki onlar da “iyi” sosyo kültürel genlerin taşıyıcılarınca teşkil edilir- müsaade ettiği ve uygun bulduğu çalışmaların “ilmî” sayılacağı belletilmiştir.

Kendi edebiyatlarını üretemezler. Kendi edebiyatlarının çağdışı, işe yaramaz, modası geçmiş bir alay boş laf olduğu telkininin altındadırlar.

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (5)

Elimde imkân olsa, bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim!

Sinekli Bakkal romanı hakkındaki mütalaalarımızın son bölümüne gelmiş bulunuyoruz.

Sinekli BakkalHalide Edip Adıvar’ın insanı sürükleyen, harikulade bir üslupla anlattığı hikâyede zaman zaman “kültür”, “medeniyet” ve hatta “inanç” gibi “zor” konulara bu kadar mahirane bir şekilde girmesi ve akışı bozmadan, didaktik anlatım tuzaklarına düşmeden bu tür meseleleri, hadiseler örgüsü içinde tartışabilmesi takdire şayan. Mesela avamın, cahil halkın inanışları ile Rabia’nın inanışını inceden inceye mukayese edip aradaki benzerlikleri ve farkları gösterdiği şu satırlar çok dikkat çekici:

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene’nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah’tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah’tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah’a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığını temin ediyor. Penbe’nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu.

Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe’ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar hâlbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkâr, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. “İyi saatte olsunlar” derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede’ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti.

— Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia’yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız.

Penbe’ye göre, Rabia’nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia’nın harekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl “İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver” der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için. (s.229)

Sinekli Bakkal romanından bahsederken unutulmaması gereken hususlardan biri de arz ettiği müthiş edebi lezzet. Halide Edip romanında öylesine tasvirler yapıyor ki adeta sizi koltuğunuzdan havalandırıp muhteşem bir manzaranın karşısına taşıyıveriyor. Bir misal verelim:

Kafes kalkık. Camın ötesi Boğaziçi. Odanın üstünde rüzgâr saçakları, su borularını birbirine katıyor. Siyah bulut yığınları bir karanlık akıntısı gibi havadan geçiyorlar; barut renginde sular azgın azgın akıyor; karşı yakanın zarif kıvrıntıları, nemli ve kurşunî bir duman içinde hayal meyal seçiliyor. Kızın gözleri ve kulakları bunları takip ediyor, fakat kafası başka yerde. (s.247)

Bizi bir öğlen vaktinde İstanbul’da dolaştıran başka bir misal:

Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtiler. Tepelerinde İstanbul’un öz göğü bir Bizans mozaiği, bir tavus gibi mavi, bir tek bulut yok. Gökyüzünde kaynayan sarı ışık kazanı yere altın şua akıtıyor. Her şeyin üstünde bu altın aydınlık. Sol taraflarında Haliç. Üstünde yelkenler, direkler sarı ışıkta titreşiyorlar. Sağ taraflarında Boğaziçi vapurları, kayıklar, salapuryalar yeşil suların üstünde oynaşıyor. Köprü’nün üstünden askerî bir bando geçiyor. Bütün halk ayağını uydurmuş arkasından yürüyor.(s.312)

İstanbul’da, adeta sayfalardan süzülerek yükselen, gümüş sisli bir sabah rüyası:

Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu, uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik. Suların kurşunî yüzü uykuda. İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor.

Galata rıhtımı… Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar. Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarının açtılar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu, çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve Mevlevî dedesi çıkardılar. Arabalardan çıkanlar birbirine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar elele, birbirine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler.

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayıldı, açıldı… Selimiye önünde demirleyen şevket-i derya’ya doğru yol aldılar. (s.204)

Elimde bir imkân olsa bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim. Belki edebiyat derslerinde bir okul dönemi boyunca talebelere romanda tartışılan mevzuları konuşturur, bu meseleler ekseninde münazaralar tertip ederdim.

Ben bahsettiğim işaret fişeğini yolladım. Bu romanı okumadıysanız mutlaka okunacak kitaplar listenize alın. Edebiyatımızın kıymeti yeterince bilinememiş bir şaheserinden habersiz kalmayın.

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (2)

Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak!

Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eseri hakkındaki mütalaalarımızı paylaşmaya devam ediyoruz.

Kur’an okumak için götürüldüğü bir paşa konağında, romanın başkahramanı küçük hafız Rabia’nın kabiliyetinin farkına varılır. Bu kabiliyetin “ziyan” olmaması için himaye edilmesi, müzik ve piyano dersleri alması gündeme gelir. Fakat bu paşa konağının ortasından da tüm romana konu teşkil eden doğu-batı, eski-yeni zelzelelerinden birinin fay hattı geçmektedir. Zaptiye nazırı Selim Paşa, kadim Osmanlı medeniyetine gönülden bağlı bir bürokratken, oğlu Hilmi batı özentisi içinde, kendi medeniyetinden neredeyse nefret eder hale gelmiş bir gençtir. Onların anlaşmazlıklarından çok güzel mesajlar süzer Halide Edip. Bu baba ve oğul arasında, Ivan Turganyev’in meşhur Babalar ve Oğullar romanında Yevgeniy Vasilyiç Bazarov ile babası Vasilyev Ivanoviç Bazarov arasındaki çekişmeyi hatırlara getiren bir tartışma geçer. Mevzu, küçük hafızın kim tarafından nasıl eğitileceğidir. Hilmi, kızı dinsiz İtalyan piyanist Peregrini’yi teslim etmek isterken Selim Paşa buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Derken mevzu bir medeniyet tartışmasına dönüşüverir:

Sinekli Bakkal— Avrupa sahnelerinde icrayı sanat eden kadınları hep Peregrini mi yetiştirir?

— Onu demek istemedim… Tabiî size bu noktayı anlatmak müşkül. Avrupa musikisinin incelişini nasıl tarif edeyim, zevkine varamazsınız ki…

— Kim demiş? Ecnebî trupları geldiği vakit, Tepebaşı’ndan ayrıldığım yoktur. Daha doğrusu Zaptiye Nazırı sıfatıyla halkın bu yabancı metâlara ne kadar rağbet ettiklerini görmek için… Sonuna kadar dinlemek biraz müşkül ama züppe güruhu bir alay seyirci var ki, onları görmek cidden her sıkıntıya değer. Herifler kendilerinden geçiyorlar…

— Hakiki musikiden anlayan herkes tabiî…

— Hakiki musiki mi dedin? Eğer kapitülâsyonlar olmasa, muzikacıları da, seyircileri de enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çıplak, hayâsız, kart frenk karısı… Sar’aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor, bir alay mart kedisi gibi çığrışıyorlar. Toptaşı saz çalmaya, şarkı söylemeye kalksa, bu işi biraz daha adamakıllı yapardı.

— Anlamadığınız bir mevzuu niçin münakaşa ediyorsunuz? /../ Garb’ı Garp yapan musikileri… Onlarda hayat var, fen var…

— Bizimkinin ne kusuru var?

— Halkın tembelliği, uyuşturucu kanaati, yüksek sınıfların boş ve düşük bir sefahate dalmaları hep bu bizim inleyen, ağlayan musikimizin tesirinden. Kadınlarımızın kafasızlığı, zilleti…

— Kadınları bu bahse sokma. Bizimkiler, her halde frenk karılarından daha edepli, daha hanım… Onların erkeğinde de, karısında da ben, yüzsüzlükten, aç gözlülükten başka bir şey görmedim. Paşa durdu, öksürdü, sonra köpürdü:

— Bir Müslüman milletinin an’anesini, medeniyetini neden her vesile ile tahkir ediyorsun?

Medeniyetimiz yok ki tahkir edeyim. Ziya Paşa’nın dediği gibi, sizin tahkir ettiğiniz küfür diyarı mamureler kâşanelerle dolu; mülk-i İslâm baştan başa virane..

Kâşaneleri başlarına yıkılsın. O imansız, padişah haini herif gibi sen de medeniyeti kâşane, mamure farzediyorsan sana yuf!

Paşa sustu; esnedi. Nereden bu peltek oğlanla münakaşaya girişmişti? Hiç değer miydi? Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak!

— Küçük hafızın tahsilini ben dilediğim hocaya yaptırırım. Sen çocuk sahibi olduğun vakit, istediğin gibi yap. Korkarım, çocukların Asım Bey’in kukla kızlarına benzeyecek… Bonmarşe bebeği gibi… Karnına basınca mama, papa, diye öten kuklalardan. (s.49)

Halide Edip, mazmunlarla, istiarelerle edebiyat okuyucusuna nasıl da zengin tedailer sunuyor… Bonmarşe bebeği kavramını bugüne taşısak ilk üretildiği gündeki manasını halen muhafaza ettiğini görebiliriz. Bugün de etrafımızda sayısız “Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran fırıldak” yok mu? Hakikatin acı tarafını da eksik bırakmayıp dile getirelim: Bugün hepimiz biraz öyle değil miyiz?

Medeniyet Kâşane midir?

Medeniyeti “mamureler, kâşaneler” farzetme meselesini ele alalım. Hilmi, Ziya Paşa’nın meşhur,

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm”

beytiyle başlayan gazeline bir gönderme yapıyor. Selim Paşa hiddete kapılıp Ziya Paşa’ya biraz haksızlık etse de bunun arkasında padişaha gönülden bağlılığının olduğunu anlıyoruz.

Kâşane büyük, çok süslü, çok gösterişli ev ya da saray demek. Mamure de imar kelimesi ile aynı kökten türeyen bir kelime. Gelişip güzelleşmesi, hayat şartlarının uygun duruma getirilmesi için üzerinde çalışılmış olan, bakımlı, imar edilmiş, mamur yer anlamına geliyor.

Bugün “kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran fırıldaklara” Selim Paşa misali bir hiddetle karşı çıkanlar artık siyaseten güçlüler. Ama artık medeniyet denildiğinde, onların bile çoğunun akıllarına maalesef sadece kâşaneler, mamureler geliyor. “İmansız herifler gibi” onlar da medeniyeti kâşane, mamure farzettiklerinden aslında koskoca bir “yuf” hak ediyorlar! Bilmem hal-i pür melalimizi daha iyi ne anlatır…

Halide Edip Adıvar’ın renkli çağrışımlarla okuyucusunu gezdirdiği düşünce ufuklarından bahsetmeyi sürdüreceğiz.

Twitter: @salihcenap

Dövüş Kulübünde Paralellikler

Dövüş Kulübünde Paralellikler

İki günde iki kitap okudum. Algıda seçicilik dedikleri sanırım böyle bir şey: okuduklarınız zihninizde patikalar oluşturuyor. Her okuduğunuz cümle bir şekilde, az önce okuduklarınızla irtibatlanıyor. Başka zaman olsa dikkat etmeyeceğiniz bazı desenler yakalamaya başlıyorsunuz.

Bir anda okuduğunuz, seyrettiğiniz, dinlediğiniz her şeyde, o sırada beyninizi meşgul eden düşüncenin parçalarını görmeye başlıyorsunuz.

Okuduğum kitaplardan ilki Chuck Palahniuk isimli yazarın, daha sonra çekilen unutulmaz filmiyle iyice şöhret kazanmış “Dövüş Kulübü” isimli romanıydı. Bir şizofreni hastasının ağzından anlatılan müthiş hikâye, hem kapitalizmin insanoğlunu sürüklediği bataklığa dikkat çekiyor hem de kendi zihnimizin bizi aldatma potansiyelini çok sarsıcı bir şekilde ortaya koyuyordu.

FightClub01Romanı okurken, önümüze “basit, küçük hayatlarımızın” nihai gayeleri diye koyulan  “örnek vatandaş hayatının” boşluğunu ve sıkıcılığını anlatan “birkaç yara izim olmadan ölmek istemiyorum” cümlesinin altını çizdim.

Şizofreni hastasının kendi kendisine telkin ettiği “sonsuza kadar yaşamak istiyorsan, ilk adım olarak ölmek zorundasın” cümlesini oldukça dikkat çekici buldum.

Romanda, farkında bile olmadan gizli bir terör örgütü kuran şizofren karakter Tyler Durden’ın “insanların dövüş kulübündeki kimliği gerçek dünyadaki kimliklerinden farklıdır” deyişi çok enteresan geldi.

Yazarın Tyler Durden’a söylettiği, “Güzel ve emsalsiz bir kar tanesi değilsin. Herkes gibi sen de çürüyen o organik maddeden yapılmasın. Hepimiz aynı pürenin parçasıyız. Kültürümüz hepimizi aynı yaptı. Artık kimse gerçek anlamda beyaz ya da siyah, zengin ya da yoksul değil. Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Teker teker hiçbirimiz, hiçbir şey değiliz.” cümlelerini bir kenara not ettim.

fight_club_quote_by_julianmadesomething-d6kp0fmUğrunda yaşama ve ölmeye değer bir gaye arayışının fıtratımızın derinliklerinde var olduğuna inanıyorum. Bu arayışı istismar etmek içi hazırda bekleyen kötü niyetli yahut hasta insanların mevcudiyeti de bu hayatın başka bir gerçeği.

Tüm kırılganlığı ve manipülasyonlara açıklığına rağmen muhkem kaleler sandığımız zihinlerimiz belki de en zayıf noktalarımız. Yumuşak karnımız. Hislerimiz ise bizi mahir kuklacıların parmaklarına bağlayan ipler.

inOkuduğum ikinci kitap, emekli istihbarat daire başkanı Sabri Uzun’un bugünlerde çok tartışılan “İn” isimli kitabıydı.

Sanki dövüş kulübünün ikinci cildine devam ediyormuşum gibi hissettim kendimi.

Bir sürü “sıradan” insana, uğrunda yaşanıp, uğrunda ölünecek bir “gaye-i hayâl” sunan karizmatik bir lider. Kasaba kasaba, şehir şehir, yeraltında örgütlenerek genişleyen örgüt ağı. Üyelere verilen zorlu “ödevler”. Ve kargaşa projesi… Belirlenen yüce hedef uğruna bir yanda “dövüş kulübünün” daha da büyümesi için en fedakârâne hislerle gecesini gündüzüne katıp kendisini adeta parçalayan, bir yanda “dövüş kulübüne” zarar gelmesin diye yalandan iftiraya, şantajdan kumpasa her komploya balıklama dalan “adanmışlar”.

fightclub-jacks-6Tyler Durden Ankara’da, emniyet ve yargı kurumlarında şöyle bir gezinse, eminim birçok polis, savcı ve hâkim ona büyük bir saygı, derin bir sevgi, sonsuz itaat ve teslimiyet hisleriyle dolu gözlerle bakarak “hoşgeldiniz efendim” derlerdi. Ve Durden onlara dövüş kulübünü sorsa, hep bir ağızdan “dövüş kulübünün ilk kuralı” derlerdi, “dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır”.

Twitter: @salihcenap

Yeni Distopyamız: Anarko Kapitalizm

Yeni Distopyamız: Anarko Kapitalizm

Devletin hantallığı, verimsizliği ve zorbalık üretme potansiyeli, sıradan vatandaşların gözünde liberal tezlerin her geçen gün daha çok kabul görmesi neticesini doğuruyor. Devlet kurumlarının ve devleti idare edenlerin sebep olduğu tüm olumsuzluklar, bu konuda zaten hassas olan liberal görüş sahiplerini “anarko kapitalizm”, “liberteryen anarşizm”, “özel mülkiyet anarşizmi”, “piyasa anarşizmi” veya “serbest piyasa anarşizmi” gibi isimler altında daha radikal söylemlere itiyor. Anarko kapitalistlerin yaklaşımı Vikipedi’de şöyle tanımlanıyor:

“Anarko kapitalist toplumda; serbest piyasa işleyişini, toplumsal kurumları, yasa uygulamalarını, güvenliği ve altyapıyı, devlet yerine kâr amaçlı rekabete dayalı şirketlerin, yardım derneklerinin veya gönüllülüğe dayanan birliklerin düzenlemesi öngörülür.”

Anarchocapitalismflag-620x413Kapitalizmi neredeyse bütün hücreleriyle benimseyen bir toplum olma yolunda ilerlediğimiz inkâr edilemez bir gerçek. Televizyonlarımızı açtığımızda bir zamanlar kapitalizmin karşısına dikilmiş ideolojiler de dâhil olmak üzere her türlü “alternatif” dünya görüşü sahiplerinin çoktan teslim bayrağını çektiklerini müşahede ediyoruz.  Sadece teslim bayrağını çekmiş olsalar yine iyi, -bir zamanlar- kutsal gördükleri kendi sembollerine varıncaya dek herşeylerini kapitalist piyasada pazarlama peşinde koşuyorlar.  Kemalist kapitalistler “Atatürk resmi”, “bayrak”, “kalpak”, “Nutuk”, “rozet” satma peşinde. Alevi kapitalistler Hz. Ali’nin “Zülfikar’ını” pazarlıyorlar. İslamcı kapitalistler ise uydurma dua kitaplarından tutun, zemzem suyu katılmış kremlere, misvaktan, çörek otuna kadar dinle ilişkilendirdikleri nesneleri geniş toplum kesimlerine satma derdindeler.

İnsanımız kapitalizmi öyle hızla içselleştiriyor ki, alış veriş merkezleri her kesimden insanın hayatının ayrılmaz bir parçası haline gelirken çok değil on sene önce yapılsa kıyamet koparacak satış kampanyaları artık en ufak bir tepki bile görmüyor.

Maalesef bir yandan da devletin hem yolsuzluk hem haksızlık üretmesinin önüne geçemiyoruz.

Böyle bir vasatta anarko kapitalizm konusunun geniş toplum kesimlerinin gündemine girmemesi enteresan! Keşke günlük siyasi tartışmalar yerine bu gibi meseleler üzerinde dikkatle çalışan ve fikir üreten aydınlarımızın tartışmaları gündemimizde yer bulabilseydi…

Liberallerin, mümkün olan her yerde devletlerin yerine şirketleri ikame etmeyi telkin edişlerine daima şüpheyle baktım. Önceleri sebebini bir garip altıncı hisse atfedebileceğim bu antipati, bilfiil dev bir uluslararası şirkette çalışma tecrübesini yaşadıktan sonra sağlam temellere kavuştu. Hislerimin beni yanıltmadığını görmüş oldum.

İnsanların vücut verdiği bütün kurumlar, özellikle belli büyüklükleri aştıkları andan itibaren birer “yabancılaştırma” merkezi haline geliyorlar. İnsanları her sabah karanlık bir ağız gibi açılan kapılarından yutup, akşam oluncaya kadar insanlıklarından sıyırma operasyonlarından geçiriyorlar. Devlet dairelerinin hâli herkesçe malum. Ama ya devletin yerine ikamesi adeta bir tür kurtuluş reçetesi gibi sunulan diğer müesseseler? Özellikle yeni dünya düzeninin ibadethaneleri gibi lanse edilen devasa özel şirketler?

Burada bahsettiğim türden dev bir uluslararası şirketin iç yapısına, “corporate culture” yani “şirket kültürü” denilen meseleye ilk defa muttali olunca, sorularıma bazı cevaplar bulmam mümkün oldu.

Maalesef, insanlığın yakın gelecekte macerasını üzerine inşa etmeyi planladığı temeller hiç de sağlam görünmedi bana.

Herşeyden evvel, şirket hayatının, “makyajı silinmiş korkunç yüzüyle” doğrudan karşı karşıya kalınca, devlette temel şikâyet mevzuu olan verimsizliğin de, yozlaşmanın da hatta zorbalaşmanın da âlâsının aynen orada da mevcut olduğunu gözlemledim. Adam Smith’in ortaya attığı “piyasanın görünmez eli” hiç de iddia edildiği gibi, kâr amacı gütmeyen, varlık sebebi özellikle kâr etmenin dışında bir takım bilimsel, dini yahut ahlaki esaslara dayandırılmış devlet otoritesinin vazifesini yerine getiremiyordu.

Peki, “şirket kültürünün” insan psikolojisi üzerindeki tesirleri nasıldı? Bu noktada “şirket kültürünün”, devletin “kurumsal kültürünün” sebep olduğu yaralara da bir merhem sunamadığını ayan beyan gördüm. “Yabancılaşma problemi” şirketlerde de onulmaz bir yara olarak ortada duruyordu.

Uluslararası bir şirketin kapısından girerken, derhal gerçek kişiliğinizden ayrılmanız gerekiyor. Çünkü orada kimse sizi siz olduğunuz için selamlamıyor. Orada, şirket denilen makinanın bir çarkı olduğunuz için tebessümleri hak ediyorsunuz. Karşılığında sizin de gülücükler dağıtmanız bekleniyor. Rol yapmaya, olduğunuzdan farklı görünmeye ve davranmaya mecbur ediliyorsunuz. İnsanı dehşete düşüren korkunç bir illüzyonun, kollektif bir yalanın parçası olmanız bekleniyor sizden.

Mesela şirketin insan kaynakları temsilcisi size geçen ay işe başlayan iş arkadaşlarının ne kadar “hoş” insanlar olduğunu anlatıyor. Onları ne kadar tanımış olabileceğini sormanız söz konusu olamıyor tabi. Sizden sonra gelenlere de sizin ne kadar hoş insanlar olduğunuzu anlatacağını düşünüyorsunuz. Bu çalışanın açıkça rol yaptığını anlıyorsunuz. Aslına onun insanlara “hoş” demesi, kendisinden beklenen bir “hoşluk”, o kadar…

Daracık ofislere tıkıştırılmış insanlar, kâğıttan tepeler yahut dev ekranlar arkasında yazıyorlar, çiziyorlar, telefonlara cevap veriyorlar. İnsanın durup, “Hey! Bütün bu yaptıklarınızla birkaç patrona ciddi servetler kazandırıp, mevcut halinizden sadece azıcık daha iyi şartları elde etme peşinde kısacık ömrünüzü harcayacaksınız farkında mısınız?” diye sorası geliyor. Ama soramıyorsunuz. Çünkü binalar dolusu insanlarla oynadığınız saçma oyunun kurallarını bozmamanız icabediyor.

Labirent misali koridorlarda bir yerden bir yere koşuşup duran insanlar görüyorsunuz. Herkes meşgul, herkesin işi başından aşkın. Kimsenin gözü pencerenin hemen ardında kovalamaca oynayan yaramaz bulutlara takılmıyor sanki. Takılanlar oluyorsa da hemen kendilerini toplayıp küçük kaçamaklarının –yahut gizli günahlarının- fark edilip edilmediğini anlamaya çalışıyorlar.

Kimse aslında gerçekten istediği gibi hareket edemiyor, giyinemiyor, konuşamıyor. Belli hareket kalıpları içinde hareket etmeyene kısa sürede şirketin kapısı gösteriliyor. Ama bu uygulama için “faşizan” sıfatını kullanmak mümkün değil! Çünkü herkes gönül rızasıyla burada bulunuyor.

Batı Descartes’in öncülüğünde din ve günlük hayatın yollarını ayırdı. Şimdi sıra, zevk alınan, istekle, dolu dolu, insan gibi yaşanan gerçek hayatla, o hayatı kazanmak uğruna kabullenilen renksiz, kokusuz, insanlığın rızayla rafa kaldırıldığı sahte bir hayatın yollarını ayırmaya gelmişe benziyor. Peki, bu biraz daha yabancılaştırmayacak mı insanları? İnsanlığımızdan biraz daha uzaklaştırmayacak mı bizleri? Düşünüyorum da, muasır medeniyetler seviyesine gelmek için gayret göstermek, dehşetli bir uçurumdan dökülmek üzere çılgınca akan bir nehirde sürüklenirken akıntı yönünde kürek çekmeye benziyor.

Kült

Batı medeniyetini soyut ve somut meseleleri kavrama ve derinlemesine tahlil etme noktasında fersah fersah önümüze geçiren en önemli unsurlardan biri muhakkak “tanımlama” kabiliyeti olmalı. Bir kavramı, olguyu tanımlama, batıda akademinin ve intelijansiyanın neredeyse varlık sebebi gibidir.  Sözlükler, ansiklopediler düşüncenin temel yapıtaşları olan kavramları kesin şekilde tanımlarken aslında havada oynaşan dumanlar gibi muğlak, iç içe geçmiş kavramları birbirinden ayrıştırır ve tesbit eder. Yani sabitler. Yakalayıp ayaklarını yere bastırır. Kaypaklığını yok etmeye çalışır. Bir kavramın tanımı üzerinde uzlaşmaya varmak kolay bir şey değildir ama bir kez bu sağlandı mı gerisi kolaydır. Artık mânâsız ve neticesiz tartışmalarla vakit kaybedilmez.

Bizde düşünenler, enerjilerinin çoğunu fikir dünyamızı istila etmiş ithal kavramların, hudutlarımızdan geçerken iyice muğlaklaşmış anlam dünyasında süregiden bir kör dövüşüne harcamak zorundadırlar. İlmî disiplin ve mesuliyet hislerinden nasibini almamış akademimiz ve puslu havayı seven kurtlar misali karanlıktan ve belirsizlikten rahatsızlık duymayan yarı aydınlarımız kavramları tanımlamak ve tanımlar üzerinde uzlaşmak için yeterli gayreti göstermezler. Cemil Meriç ne güzel anlatır bu vaziyeti:

Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.

Batıda epeyce zamandır var olsa da, bizim hayatımıza son yıllarda karışmaya başlayan önemli bir kavram var: “kült”.

Bu kelime mühim bir kelime. Yukarıda bahsettiğim karmaşadan yakasını kurtarabilirse belki bugün yaşadığımız birçok şeyi anlamlandırma noktasında bize yardımcı olabilecek anahtar bir kavram.

Bu yeni kelimenin fikir dünyamızdaki yolculuğunu mercek altına almaya çalışalım.

Mütecessis birkaç aydınımızın erkenden keşfettiği “kült” kavramının gündelik hayatımıza yaygın şekilde girmesi sinema üzerinden oldu. Bazı filmler “kült film” diye niteleniyorlardı.

Kült film kavramı Vikipedi’de şöyle tanımlanıyor:

Kült film (İngilizce: Cult film) sadık, tutkulu ama görece az sayıda bir hayran kitlesine sahip filmler için kullanılan bir terimdir. Kült kelimesi (İngilizce: Cult, Fransızca: Culte, Almanca: Kult) batı dillerine tapınma anlamındaki Latince cultus kelimesinden girmiştir ve Türkçe’de de batı dillerindeki gibi tutku, ilahlaştırma derecesinde aşırı saygı anlamlarını taşır.

Kült filmler ilk gösterime verildiklerinde önemli bir ticari başarı gösterememiş, aynı zamanda eleştirmenlerden de övgüler alamamış genelde düşük bütçeli bağımsız filmlerdir. Bu filmler başlarda çoğunluğu oluşturan ortalama sinema seyircisinin dikkatini çekmemiş de olsa zaman içinde kendilerine has, az sayıda ama tutkulu, hatta saplantılı bir seyirci kitlesi oluşturmuşlardır. Bu filmlerin fanatik hayranları (veya müritleri) kült film olarak kabul ettikleri bir filmi defalarca seyrederler, repliklerini ezberlerler, filmle ilgili en ince ayrıntıları öğrenirler, filmin değişik versiyonlarını biriktirirler.

Bu tanım “kült” kavramının tek başına kullanımı hakkında da gayet güzel fikir veriyor ama “hakikati ardında kaybedeceğimiz, müphem ve karanlık diğer bir ithal mefhum istemiyoruz! Bu kelimeyi nasıl tanımlamışlar iyice öğrenmemiz lazım. Amerika’da 1979 yılından bu yana, sosyal psikolojinin bu özel dalında faaliyet gösteren Uluslararası Kült Araştırmaları Derneği (ICSA) isimli bir dernek var. Bu dernek “kült” konusunda 800’den fazla makale yayınlamış. Onların “kült” tanımına da bir göz atmakta fayda var:

Bir “kült” karizmatik ilişkilerle bir arada tutulan, yüksek seviyede adanmışlık talep edilen ideolojik bir örgüttür.

Kültler üyelerini aşırı derecede manipüle ve suiistimal eden bir yapıya dönüşme riski taşırlar.

Bir çok uzman ve araştırmacı “kült” kavramını manipülasyon ve suiistimal vaziyetinin sürekliliği anlamında kullanırlar.

Farklı insanlar aynı kült çevrelerinde farklı tepkiler verirler.

Amerika’da 2500-3000 civarında kült olduğu tahmin ediliyor. Konuyla ilgili 25.000 makaleyi e-kütüphanesinde üyelerinin kullanımına sunan ICSA’nın web sitesinde “kült” grupların karakteristik özellikleri bir liste halinde şöyle tanımlanıyor:

  1. Grup, ister ölü olsun ister diri, liderine aşırı ve sorgusuz bir bağlılık sergiler, onun inanç sistemine, ideolojisine ve hareketlerine mutlak hakikat muamelesi yapar.

  2. Sorgulama, şüphe, muhalefet hoş karşılanmaz, hatta cezalandırılır.

  3. Grup ve lider hakkında olabilecek şüpheleri baskılamak için, meditasyon, ilahiler, zikir, toplu kınama törenleri, üyeleri bitkin düşürecek kadar yorucu çalışma programları gibi zihin kontrol yöntemleri aşırı derecede kullanılır.

  4. Üyelerin nasıl düşünmeleri, hareket etmeleri ve hissetmeleri gerektiği lider tarafından –bazen çok detaylı olarak- dikte edilir. Mesela üyeler karşı cinsten biriyle görüşmek, iş değiştirmek, evlenmek için liderden izin almak zorundadır. Yahut lider müritlerin nasıl giyineceklerini, nerede yaşayacaklarını, çocuk sahibi olup olmayacaklarını, çocuklarını nasıl yetiştireceklerini söyler.

  5. Grup seçkinlik iddiasındadır. Grubun, liderin ve üyelerin kendileri için özel ve yüksek bir statü iddiaları vardır. Mesela liderin seçilmiş bir kişi, mesih ya da avatar (Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi) olduğuna ve cemaatiyle beraber tüm insanlığı kurtarmak gibi özel bir misyonla gönderildiğine inanılır.

  6. Grupta iyice kutuplaşmış bir “biz ve onlar” düşüncesi hâkimdir ve bu da geniş toplum kesimleriyle grup arasında çatışmalara sebep olabilir.

  7. Grup liderinin, mesela öğretmenler, komutanlar, din adamlarının mesul olduğu şekilde hiçbir otoriteye karşı mesul olmadığına inanılır.

  8. Grupta, peşinde olunan çok yüce hedeflere ulaşmak doğrultusunda “ne gerekiyorsa” yapılması gerektiği öğretilir ya da ima edilir. Bu da üyelerin gruba girmeden önce gayri ahlaki saydıkları, ailelerine ve arkadaşlarına yalan söylemek, sahte yardım kampanyaları yaparak gruba para toplamak gibi işlere katılmaları ile neticelenebilir.

  9. Liderlik grup üyelerini etkilemek ve/veya kontrol altında tutmak için utanç ve/veya suç hislerini kullanır. Genellikle bu mürit baskısı ve incelikli ikna yöntemleri ile gerçekleştirilir.

  10. Üyelerin lidere ve gruba tam teslimiyet için aileleri ve arkadaşlarıyla bağlarını kesmeleri ve gruba dâhil olmadan önceki kişisel hedeflerini radikal biçimde değiştirmeleri gerekir.

  11. Grup sürekli yeni kimseler kazanma işiyle meşguldür.

  12. Grup sürekli para toplama işiyle meşguldür.

  13. Üyelerin gruba ve grupla ilgili aktivitelere tüm zamanlarını ayırmaları istenir.

  14. Üyeler sadece grubun diğer üyeleriyle birlikte yaşamaya ve sosyalleşmeye teşvik edilir ya da zorlanır.

  15. En sadık üyeler (en hasbiler) grubun dışında bir hayat olamayacağı hissine kapılırlar. Kendilerinin ya da diğer üyelerin –bırakın gruptan ayrılmayı- ayrılmayı akıllarından geçirmeleri halinde bile cezalandırılacağından korkarlar.

Bir de İngilizlerin 1987’de kurdukları, Londra merkezli “Kült Enformasyon Merkezi” (Cult Information Center, CIC) isimli organizasyonunun tanımına bakalım:

Şu beş niteliğin hepsini birden taşıyan gruplara “kült” denir:

  1. Üyelerini psikolojik baskı ile devşirir, beyinlerini yıkar ve gruba bağlılıklarını sağlar

  2. Seçkinci totaliter bir yapısı vardır

  3. Kurucu lideri kendi kendini atamış, dogmatik, mesihlik/mehdilik havasında, kimseye hesap vermez ve karizmatik bir kişidir

  4. Üyeler “gaye vasıtayı meşru kılar inancıyla” para ve üye toplamada her yola başvurabilir

  5. Toplanan servetten grup üyeleri yararlanmaz

Carey Burtt isimli yönetmenin “kolay zihin kontrolü yahut nasıl kült lideri olunur” başlıklı kısa filmi yukarıda anlatılanları çarpıcı şekilde ortaya koymakta:

Sanırım bu tanımları okuyan birçok kişi, içinde bulunduğu yahut yakın temasta bulunup dışarıdan izlediği bazı grupların, cemaatlerin, tarikatların, toplulukların buradaki tanıma uyup uymadıklarını aklından geçirmiştir. Daha çok dini cemaatlerde görülen “kültleşmenin” hem dünyanın hem ülkemizin başını ağrıtan meseleleri izah noktasında anahtar bir kavram olduğunu düşünüyorum. Bu kavramın üzerinde çalışılması, anlamı muğlaklaştırılmadan fikir dünyamıza ithal edilmesi gerekiyor. Elbette bu yapılırken “kült” kavramının İslami bir perspektiften bakıldığında nereye oturduğunu da belirlemek gerekiyor.

İsmailiye mezhebi, Hasan Sabbah ve haşhaşiler bizim fikir dünyamızda “kült” kavramını oturtacağımız zemini sunabilirler. Heteredoksi bu işin neresine oturur, tevhid ve şirk bağlamında mesele nasıl değerlendirilir gibi sorular ilahiyatçılarımızın, “kültlere” zemin sağlayan sosyo-psikolojik vasatla ilgili tartışmalar intelijansiyamızın, zihin kontrolü faaliyetlerinin tesirinde psikolojileri altüst olmuş insanların tedavileri için ne yapılabileceği meselesi doktorlarımızın zihnini meşgul etmelidir. Bu konularda akademik makaleler yazılmalı, ilahiyat, tarih, psikoloji ve sosyoloji alanlarını kapsayan multi disipliner çalışmalar yapılmalıdır.

Bir de “kült” organizasyonların içinde psikolojileri bozulan ama bunu maruz kaldıkları yoğun beyin yıkama faaliyetleri dolayısıyla çok sonraları fark edebilecek olan insanlarımıza, iyileşme süreçlerinde yardım edebilmek için stratejiler geliştirilmelidir.

“Kültler” yeni bir isim, yeni bir çehre ile arz-ı endam ediyor olsalar da bu topraklar onlara yabancı değil. Yaşanan gelişmeler, bugüne kadar ihmal edilmiş, etrafından dolaşılmış, üzerinde çok düşünülmemiş bir problemi, hak ettiği şekilde ele alabilmek için bir fırsat gibi görülmelidir.

Twitter: @salihcenap

İdeal, Ülkü, Mefkûre, Ümniyye

Uçsuz bucaksız bir okyanus düşünün. Ortasında su üstüne kalmak için çabalayan kalabalık bir insan topluluğu… Ve ne tarafa, hangi vasıtayla gideceğini tayin etmeye çalışan kalabalıkları davet eden, insanlara -sanki kendileri bilirmiş gibi- “doğru yolu” göstermeye çalışan, bunun için onları hararetle gemilerine davet eden gemi kaptanları… Bu kaptanlardan kimisi çok akıllı. Kurtuluş rotasını aklî delillerle, rüzgârların istikametiyle, akıntıların sıcaklıklarıyla, yıldızların pozisyonuyla mânâlandırıyor. Gemisinin birinci kalite malzemesinden, suya dayanıklı boyasından bahsediyor. Kimisi çok cerbezeli. İnsanların hislerine hitap ediyor. Doğru rotanın yüreğine dolan mistik bir ilhamla kendisine bildirildiğini iddia ediyor. Dinleyenleri öylesine tesir altındalar ki rotayı falan umursamıyor, önderlerinin gemisine atlayıp o hangi istikameti gösterse o tarafa doğru deli gibi kürek çekmeye hazırlanıyorlar. Kimisi pek meyus. Gidecek bir yön falan olmadığına, bir istikamet belirlemeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğuna  ikna etmeye çalışıyor dinleyenleri… Ama o meyus kaptan bile gemisine davetten geri kalmıyor insanları…

Tüm kaptanların ortak noktaları birer zan ve temenni sahibi olmaları. Benimsedikleri, kendilerini inandırdıkları, mutlak zannettikleri “hedefin” kitlelerce kabulünü temenni ediyorlar. Takipçileri, onların “zanlarını” içselleştirdikçe hakikâte daha çok yaklaştıklarına inanıyorlar.

Nihayet çoğu insan teklif edilen vasıtalardan bir vasıta seçiyor kendisi için.

Aslında çoğu insanın istikamet endişesi falan yok. Tek dertleri su üzerinde kalmak ve tanıdıklarıyla sevdikleriyle aynı gemiye kapağı atmak. Kendilerini “kuru” ve “yakınlarıyla bir arada” tuttukça bindikleri vasıtanın nereye gittiği umurlarında değil.

Bazıları için “doğru istikamette” olmak önemli ama “doğru istikameti”, sözlerine inanıp davetini kabul ettikleri kaptanın tanımladığına inanıyorlar. Kaptan zaman içinde dümeni, birbirine taban tabana zıt istikametlere çevirse de “önemli değil” diyorlar. “Bizi selamet sahiline çıkartacağına iman etmiş olduğumuz kaptanımız ne tarafa dönerse doğru istikamet orasıdır!”

Neticede milyonlar, hayat yolculuklarını akıllarına yahut hislerine hitap etmeyi bilen birkaç zeki ve cerbezeli insanın idealize edilmiş zanlarının peşinde koşarak tamamlıyorlar.

İdeolojiler, ülküler, idealler, mefkûreler, ne kadar allanıp pullansalar da, aslında zan ve temennilerin farklı elbiseler giymiş hallerinden başka bir şey değiller. Hepsinde şeytanın Adem’i cennetten kovdurmak için kullandığı ağacın cazibesi ve zehri var.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz peygamberimize şöyle sesleniyor:

Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Kuran-ı Kerim, Hac Suresi 52. ayet

Büyük mütefessir Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirini yaparken şunları söylüyor:

Temennînin asıl anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan bu tabloya “ümniyye” veya “münye” denilir ki, Fransızca “ideal” diye tabir edilir. Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli önem kazanmış ve idealizm adı ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak görevini yapmış ve sanki uydurma olduğunun belli olmaması için dilimize tercüme edilirken “mefkûre” kelimesi uydurulmuş ve her tarafa yayılmış. Şu halde “temenni“, bir ümniyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün gerçeklerin aslının “benlik” de olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist) kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak, peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Fakat Kur’ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki, peygamberlik bir arzu bir temenni işi değildir. “O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor; Kur’ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur” (Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye’ye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir, yoksa içtihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür.

Bu satırlar açıkça ortaya koyuyor ki “İslam“, peygamberler de dahil hiçbir beşerin, zannı, temennisi, yahut şahsi arzuları üzerine inşa edilmiş değildir. İslam asla bir ülkü, bir mefkûre, bir ideal veya ideoloji seviyesine indirgenemez. Bu noktadan hareketle İslamcılık da, ülkücülük de, cemaatçilik de, tarikatçılık da birer “mefkûre” olmaları hasebiyle İslam’la aynı ontolojik düzlemde bulunamazlar, zira bu “ideolojiler” bir takım akıllı/cerbezeli zevatın zan ve temennilerinden ibarettirler. Fıtratına müdahale edilmiş, genetiği ile oynanmış bir inanç sisteminin, şeytanın müdahale ettiği bir ümniyyenin mahsulüdürler. İlk bakışta köklendikleri inancın en rafine bir numunesi gibi göründükleri halde aslında içlerinde ölümcül hastalıklar taşımalarının sebebi de işte budur.

Yeri geldiğinde haramı helal saymakta tereddüt etmeyen “cihangirlerin” kalabalıkları peşleri sıra sürüklemek için kullandıkları “kızıl  elmalar”, Müslümanların peşinde koşacakları mübarek hedeflerin değil, sadece o cihangirlerin ihtiraslarının simgeleridir.

İnsanları, kafalarından uydurdukları bir takım muhayyel manevi makamlara yükseltmeyi vaadeden mistik önderlerin teklif ettikleri, nereden neşet ettiği belirsiz terbiye metotları, Allah’a yaklaşmanın sihirli reçeteleri değil, o “mürşidlerin” kendi zanlarıdır.

Allayıp pullayıp dini bir hava verdikleri, nihayet kendilerinin de ilahî bir “gâye-i hâyâl” olarak benimsedikleri “mefkûreleri” uğruna sayısız insanı sıkı bir örgüt disiplini içinde mobilize edebilen idealist hocaların gösterdikleri “ulvi” hedefler de hakikatte sadece kendi zanları, temennileri, heva ve heveslerinden ibarettir.

Müslümana düşen, yaşadığı şart ne olursa olsun iman etmek ve salih amel işlemektir. Allah bize bunu yapmayan insanların “hüsranda” olduklarını bildirmektedir. Kendi “mefkûrelerini” salih amel diye pazarlayanlara aldanmamak da kendini Müslüman olarak tanımlayan herkesin öncelikli mes’uliyetidir.

Efendilerin Şarkıları

Efendilerin Şarkıları

Bugünkü anlamlarıyla psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin tarihleri hiç eskilere gitmez. İnsanın zihnî yapısı, şahsî ve toplumsal öğrenme süreçleri, beynin nasıl çalıştığı gibi konularda yapılan araştırmalar, batı dünyasında kabul edilmiş ilmî disiplinler arasına ancak son 100-150 yılda girebilmiştir. Bu yeni araştırmalar hakettikleri saygıyı ve ilgiyi elde etmekle beraber, diğer disiplinlerdeki bir çok araştırmanın kaderini de paylaşmıştır. Kuantum çalışmalarından, gen incelemelerine kadar, insanlığın hayrı için girişilmiş hemen her bilimsel çalışma nasıl yeni ve korkutucu bir silaha dönüştürüldüyse, psikoloji ve sosyoloji alanında edinilen bilgiler de hem fertleri hem cemiyeti yönlendirmek, motive etmek yahut sindirmek gibi gayeler için kullanılır hâle gelmiştir.

zamyatin-bizYevgeni Zamyatin ve George Orwell, meşhur romanlarında, toplumu şekillendirmek ve yönlendirmek maksadıyla vatandaşların zihni süreçlerini kontrol etmeye çalışan zorba diktatörlerin hikâyelerini anlatırlar. Diktatörler, bu hikâyelerde “konvansiyonel” sayılabilecek metotlarla çalışırken Kurt Vonnegut’un, kısa hikâyesi “Harrison Bergeron”da insanları (aptallıkta da olsa) eşitlemek uğruna aptallaştıran elektronik cihazlarla tanışırız. “Distopya” olarak  tasnif edilen bu kurgu romanlar, elbette günümüzün toplum mühendislerine ilham vermek için değil, bizleri, kibirli efendilerin girişebilecekleri çok tehlikeli oyunlara karşı ikâz etmek, uyandırmak için yazılmıştır.

Hemen hemen sözünü ettiğimiz eserlerin yazıldığı tarihlerde, insan zihninin nasıl çalıştığını anlamak için yapılan çok derin ve çeşitli bilimsel çalışmalar yoğunlaştırılmıştır. Eğitim psikolojisi alanında faaliyet gösteren Amerika’lı bilim adamları, 1950’li yıllarda, bugün hâlâ geçerliliğini muhafaza eden bir teori ile zihnî faaliyetleri kabaca üç temel bölgede incelemeye almışlardır. Bunlardan birincisine düşünme, kavramlaştırma, anlama, ispat etme ve benzeri zihnî faaliyetleri ihtiva eden “bilgi bölgesi” (“cognitive domain”), ikincisine, hissetme, sevme, nefret etme, kin duyma, korkma ve benzeri hisleri barındıran “his bölgesi” (“affective domain”) ve sonuncusuna da fiziksel hareketlerimizi idâre eden “hareket bölgesi” (“psycho-motor domain”) isimini vermişlerdir.

bilissel-duyussal-piskomotor2Blooms-Taxonomy-domains

bilissel-duyussal-piskomotor

Biz, yapılan tasnifi biraz derinleştirmek ve şemaya eklemeler yapmak istiyoruz. İlk iki ana kategoriye ait yapıların, yani hislerin ve zihnî süreçlerin, hem kendi içlerinde, hem de birbirleriyle sayısız etkileşime girererek anlaşılması çok daha zor, mücerret bir üst yapı olan “inancı” oluşturacaklarını düşünüyoruz. Ve inançların da üstünde, insanları inançları istikametinde hareket etme, tavır alabilme noktasına taşıyan ihlaslı duruşu, yani “îmânı” buluyoruz. Eğer bilgiyi güfteye benzetirsek, hisler besteye, inanç ise bunların meczolması neticesi vücud bulan şarkıya benzer. Orwell’in, Zamyatin’in, Vonnegut’un resmettiği ve bizim içine doğduğumuz distopyalarda mesele şudur: Kendilerini tanrının yerine koymaktan çekinmeyen, toplum mühendisi-efendiler, kendi güftelerini, bestelerini, şarkılarını idâre ettikleri milyonlara söyletirken, insanların sadece kendi şarkılarını söylediklerinden şüphe duymamalarını sağlamayı başarmaktadırlar. Böylece bu efendiler, insanları hürriyetlerinden şüpheye düşürmeden mükemmel köleler haline getirmek üzeredirler. Peki bunu nasıl yapmaktadırlar?

2017-11-17_08-25-58

Kendimizi bir efendi-mühendisin yerine koyarak önce problemi tanımlayalım: İnsanlara, bestesi de güftesi de bize ait şarkıları söyletmek istiyoruz. Üstelik bunu söyletirken, zor kullanmaksızın, aslında herkesin kendi şarkısını söylediğine inanmasını arzuluyoruz.

Şimdi problemi çözme konusunda yardım için, yeniden başta sözünü ettiğimiz eserlere baş vurarak hislerin ve zihnî süreçlerin değişik kurgularda nasıl ele alındığını inceleyelim.

zamyatin
Yevgeny Zamyatin

Zamyatin’in kurgusunda insanların isimleri yoktur. Bunun yerine harfler ve sayılar kullanılır. Romanın kahramanı olan matematikçi D-503 diye anılır. İnsanlar düşünme, fikir geliştirme işini, adeta tapar hale geldikleri “tek devlet’e” terketmişlerdir. Tek devlet, meşruiyetini ideal doğru olduğu kabul edilen matematiksel kesinlikleri esas almasına borçludur. Romanın isminde de vurgulandığı gibi şahsî olan hemen her şey sıfırlanmış, herşey “biz”e göre ayarlanmıştır. Meselâ, sistemin sadık bir mensubu olan D-503, şahsî saatlerin devlete karşı işlenen suçların kaynaklarından sayılması gerektiğini düşünmektedir. Kusursuz işleyen devlete, yani “biz”e ait, umumî saatler dururken başkasına ihtiyaç yoktur! (Burada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” isimli şaheseri gelir aklımıza.) İnsanların mahremiyetleri asgarî seviyeye çekilmiştir. Sürekli gözetim ve kontrol vardır. “Tek devlet” marşı herkes tarafından coşkuyla söylenmek zorundadır. Gülüşlerin ve iç çekişlerin artması “tek devlete” ve onu yöneten “Velinimet’e” tehdit teşkil ettiğinden “hayal gücü” operasyonu (yahut kampanyası) başlatılır. İnsanlar bu kampanyaya katılarak hayal güçlerini “aldırmaya” davet edilirler.

 

Zamyatin’in distopyasında insanların hem bilgi, hem his bölgeleri baskı altında tutulmaktadır. Bilgi planında sanki çok bir sıkıntı yok gibi görünür. İnsanlar matematiksel kesinliğin bilgi planında alternatif mütealalara yer vermeyecek şekilde hakim olmasını kabul etmiş gibidirler. Çatışma his bölgesinde yaşanır. Zaten D-503 devlete karşı suç işlemeye, yani bazı şeyleri gizlemeye, yalan söylemeye ve standart dışı hareket etmeye E-330 diye anılan kadına aşık olması akabinde başlar. Hislerin topyekün bastırılması değil yönlendirilmesi mevzu-u bahistir. Halktan “tek devlet” adına bir coşku, sadâkat hatta yerine göre ferâgat beklenir.

George-Orwell
George Orwell

Orwell’in 1984’ünde de çok benzer bir tabloyla  karşılaşırız. En büyük fark Zamyatin’in dünyasında daha önce halledilmiş gibi görünen, “bilgi planındaki operasyonun” 1984’te henüz sürüyor olmasıdır. Düşünce dünyasının kontrolü için, kullanımdaki kelimelerin hızla azaltılması, bir “arı dil” oluşturulması yoluna gidildiği görülür. Kelimeler ve kavramlar asıl ifâde ettikleri mânâlardan koparılarak kullanılmaktadırlar. İşkenceden sorumlu bakanlığın adı sevgi bakanlığı, yalan haberler üreterek ve gerçek haberleri yok ederek toplumu yönlendiren bakanlığın adı “doğruluk” bakanlığıdır. Öte yandan hislerin kontrolü asla ihmal edilmez. Meselâ “iki dakikalık nefret” töreni ve nefret haftası halkın, “iç partinin” ve “ağabeyin” düşmanlarına karşı nefret hislerini sergilemesi (yahut ispat etmesi) için bir zemin oluşturur. Ayrıca “zararlı” fikirler üretmemeleri için insanları porno yayınlarla meşgul etme yönünde bir devlet politikası olması da ilgi çekicidir.

 

Kurt-Vonnegut
Kurt Vonnegut

Vonnegut’un dünyasında hislere ilişen kimse yokmuş gibi görünür. Çünkü hislerin bir işe yaraması için, bir başka değişle tehlikeli olabilmesi için, zekâya ihtiyaç duyacağı varsayılır. Yine de hislerin zekayı tetiklememesi için, zekice olma ihtimali olan eserlerle beraber, güzel, estetik açıdan kıymetli olması muhtemel eserlerin halka ulaşmasına mâni olunur. Herkesin kafasına taktığı bir cihaz, sürekli elektrik şokları vererek normal zekâlıları aptallaştırır ve diğerlerinin seviyesine çeker. Hikâyenin kahramanı Bergeron, fırsatı yakaladığı anda estetik kıymeti haiz eserleri kitlelere ulaştırarak bir uyanış sağlamak peşinde koşar ve kısmen muvaffak da olur.

 

İnsanlık tarihinde tanrılık iddiasında bulunan pek çok kral olmuştur. Şeytanın bugünkü ortakları, son asra damgasını vuran mühendislik metodlarının yardımı ve geçmişlerin tecrübelerinden istifâdeyle, en karanlık, en korkunç oyunlarla karşımıza çıkmaktadırlar. İletişim imkânlarının fazlalaşması da, tarihin gördüğü en dehşet verici zihin manüpülasyonların yapılabilmesini mümkün kılmıştır. İletişim imkânlarının bugün vardığı nokta Zamyatin ve Orwell’in tahminlerinin, projeksiyonlarının çok ötesindedir.

Şeytanın en büyük başarısının, insanları, aslında var olmadığına inandırmak olduğunu söylerler. Söylediklerimizi büyük bir komplo teorisi olarak algılamaya temayüllü çok insan çıkacaktır. Halbu ki mesela Orwell’in “arı dil” üzerine kurguladıklarını neredeyse birebir yaşamışlardır bu insanlar. Şuurlu olarak bir kavram kargaşası içine sürüklenmişlerdir. En yakın dostlarıyla bile sıhhatli bir iletişim kurmalarına imkan kalmayacak şekilde, ortak bir kelime-kavram dağarcığından mahrum bırakılmışlardır. Hisleriyle oynanmıştır. Dün nefret ettiklerini bugün sevmeye mecbur edilmişlerdir. Kısacası farkına varmadan, kendi şarkıları yerine ikame ettikleri efendilerin eski şarkılarını unutup, efendilerin yeni şarkılarını söylemeye başlamışlardır.

La-Vefa
La vefâe mi mulûkîn (Kralların vefası olmaz)

Efendilerin kölelerine karşı giriştikleri, artık tamâmen zihnî planda cereyan eden büyük “gayr-i nizâmî harbte” insanlar, “bilgi cephesi” muharebelerini büyük ölçüde kaybetmiş ve daha geride bulunan “his cephesine” çekilmişlerdir. Şu günlerde muharebeler işte bu “his cephesinde” yoğunlaşmaktadır.

Eskinin fikir tartışmaları artık kalmamıştır. Açık oturumlarda, siyâset meydanlarında, sempozyumlarda,  radyolarda, televizyonlarda fikirlerini yarıştıranlar aniden buharlaşıp kaybolmuşlardır. Artık kitleler fikirlerinden değil hislerinden yakalanarak sevk ve idâre edilmeye başlanmıştır. Toplumu meşgûl eden meseleler, artık televizyon şovlarındaki kurgu hayatlara duyulan meraklarla, spor organizasyonlarında peşine düşülen marazî coşkular arasına sıkışmıştır. Bir zamanlar psikolojik harb birliklerin indoktrinasyon üslerine çevrilen televizyon haber bültenleri, artık sadece “üçüncü sayfa haberleri” diye anılan cinayet ve kaza haberlerine hasredilmişlerdir. Bu haberlerin düşünülecek tarafları yoktur. Ekrandan dökülenler insanda sadece acıma, üzülme, merhamet yahut nefret hisleri uyandırır ve birkaç dakîka geçmeden unutulurlar. Karmaşık bilgi bombardımanı nasıl zihnî süreçleri berhavâ ettiyse, bu haberler de insanî hisleri yok etmek üzeredir. Yavrusunun kanlar içindeki cesedini ellerinde taşırken haykırarak ağlayan Filistin’li annenin görüntüleri, tıpkı diğer cinayet görüntüleri gibi herhangi bir düşünme, fikir yürütme süreci başlatmadan acı vererek geçip gitmeye başlar. Hisler her seferinde derinliğini biraz daha kaybeder ve nihâyet bir gün, benzer görüntüler çıktığında “eğlenceli görüntülerin olduğu” başka bir kanal açılıverir. İnsan, efendilerce arzulanan his seviyesine indirilmiştir: zevki arayan ve acıdan kaçan canlılar seviyesine. Tıpkı hayvanlar gibi! Böylece artık sevk ve idâresi bir hayvan sürüsününki gibi kolaylaşacaktır.

Bilgi ile tepki verme iktidarını çoktan kaybetmiş insanlar, artık -en temel (hayvânî) olanlar hariç tutulursa- hissî tepkiler de veremez hale getirilmişlerdir. Böylesi bir his zemini manüpülasyona son derece açıktır. Kamçının yahut ateşin ucunu göstermek bile sürüyü istenen istikamete sevk etmek için kâfi gelebilecektir.

Distopyacılar kurtuluş için çok az ümit verirler ama ümit için çalacağımız kapı onların kapısı değil Mevlana’nın kapısıdır. Hikâyeye göre Mevlana bir gün ney sesinin hatırına şeytanın ağlamasını getirdiğinden bahsetmiş. Çevresindekiler şeytanın neden ağladığını sormuşlar. O da şöyle demiş: “Şeytan binbir emekle kurdurduğu yapıların, hiç yıkılmaz sanılan imparatorlukların, Firavun’ların, Nemrud’ların devletlerinin nasıl zamanla un ufak olup tarihe karıştıklarını görür de çabasının beyhudeliğini fark eder. İşte o zaman oturur ağlar.”

Salih Cenap Baydar

13 Ekim 2004 Çarşamba

Ankara