Mavi mi kırmızı mı?

pill
Morpheus: Mavi hap mı kırmızı hap mı?

This is your last chance. After this, there is no turning back. You take the blue pill – the story ends, you wake up in your bed and believe whatever you want to believe. You take the red pill – you stay in Wonderland and I show you how deep the rabbit-hole goes.

Bu senin son şansın. Bundan sonra geri dönüş yok. Mavi hapı alırsan, hikaye biter, yatağında uyanırsın ve her neye inanmak istiyorsan inanırsın. Kırmızı hapı alırsan, harikalar diyarında kalırsın ve ben de sana tavşan deliğinin ne kadar derinlere gittiğini gösteririm.

Morpheus – Matrix

Gazetelerimiz, televizyonlarımız, internetimiz müthiş tartışmalar, kavgalar, ayak oyunları, algı manipülasyonları ile kaynıyor bu günlerde.

Kavga var.

Entelektüellerimiz, kanaat önderlerimiz, düşünürlerimiz ve tabiatıyla onların rehberlik ettikleri kitleler arasında son yıllarda iyice tebarüz eden, bugünkü kavganın köklerinde,  tohumları yüz sene önce atılmış çok temel bir çatışma var ki nedense kimsecikler o temel çatışmadan bahsetmiyor.

İnsanımız basitçe iki kampa ayrılmış vaziyette.

Birinci kamptakiler, gücünün zirvesinde, zengin, hâkim -ama köhnemiş ve yozlaşmış- batı medeniyetinin karşısına bir alternatif medeniyet tezi ile çıkma idealini seslendiriyorlar. Gücünü ve hâkimiyetini dünyanın geri kalan halklarını, gerek gizleyip saklamadan açıktan, gerekse kapitalizm postuna gizlenmiş bir sömürgecilik anlayışı ile sömürerek elde eden zalim batı medeniyetine dur demekten, direnmekten bahsediyorlar. Bunun için, yeniden küllerinden doğacak bir medeniyetin hayaliyle yanıp tutuşurken, yeniden kuvvetlenip sadece kendimizin değil, ezilen, sömürülen tüm milletlerin hamisi ve müdafii olarak yeniden tarih sahnesine çıkacağımız günlerin bizi beklediğine inanıyorlar.

Birinci kampın mensupları, ideallerini gerçekleştirmek için bir an vakit kaybetmeden elde ne varsa onunla direnişe geçme derdindeler. Elbette entelektüel uçurumun farkındalar ama muhtemel bir yakın çatışmada daha kritik olacağını varsaydıkları unsurların elde edilmesini önceliklendiriyorlar. Batıdan bağımsız bir savunma sanayii kurmak, kendi uçağımızı, tankımızı imal etmek, enerji bağımlılığından bir an önce kurtulmak vs. gibi.

İkinci kamptakiler ise, birinci kamptakilerin ham hayaller peşinde olduklarını düşünüyorlar. Batının ileri teknolojisine, demokrasisine, şehirlerine, hukuk sistemine, refahına, zenginliğine, köklü müesseselerine, muazzam askeri gücüne bakıp böyle bir kuvvet karşısına çıkıp direnç göstermeyi intiharla bir sayıyorlar. İnsanımızın eğitim seviyesinden, teknoloji üretme kapasitemize, tefessüh etmiş devlet kurumlarımızdan, hiç de ümit vaat etmeyen sanatçılarımıza, âlimlerimize, sporcularımıza bakıp, perişan halimizi işaret ederek ilk kamptakilerin irrasyonel hayallerine şaşırıyorlar. Eski medeniyetimizin diriltilemez şekilde yok olup gittiğine de yeni bir medeniyet vücuda getirmemizin imkânsızlığına da o kadar eminler ki, o boş hayallerin “bizi” “dünyadan” koparacağından bahsediyor, rasyonel herhangi bir temelden yoksun bu çılgın görüşlerin hepimizi büyük tehlikeye soktuğundan dem vuruyorlar.

Birinci gruba nispeten batıyı daha iyi bilen, batıyla teması çok daha fazla olan ikinci kampın mensupları, selameti batı medeniyetine mutlak bir teslimiyet ve çatışmasızlıkla “eklemlenmekte” görüyorlar. Zaten makul ve mümkün görmedikleri “alternatif medeniyet” iddiasında olanların bu “tehlikeli” iddialarından derhal ve samimiyetle vazgeçmeleri gerektiğini ileri sürüyorlar. Bugün yapmamız gerekenin, güçlü ve gelişmiş batı medeniyetine “eklemlenmek” için çalışmak, onlardan kabul görmek için çabalamak, kendimizi doğru tanıtıp anlatarak bizden onlara bir zarar gelmeyeceğini ispat etmek olduğuna inanıyorlar.

Şimdi bir yol ayrımındayız.

Hangi kampın yolundan gideceğiz?

Mavi hapı mı, yoksa kırmızı hapı mı alacağız?

Birinci kamptakiler yüreğimizin derinliklerinde taşıdığımız fıtrî bir teli titreştiriyorlar: Zulme dur demek, haksızlığa karşı çıkmak, hakkı tutup kaldırmak.

İkinci kamptakiler daha mantıklı şeyler söylüyorlar: Çatışmasızlık, kavgadan uzak durma, maceradan kaçınmak, huzur, denge… Ama ne pahasına?

Wass_de_Czege_U.S._Army_photo
Huba Wass de Czege

 “The will to fight is at the nub of all defeat mechanisms….One should always look for a way to break the enemy’s will and capacity to resist.”
 “Savaşma arzusu tüm bozgun mekanizmalarının merkezinde durur… Daima düşmanın direnme kapasitesi ve arzusunu kırmanın bir yolu aranmalıdır.

Huba Wass de Czege

Amerikan ordusu School of Advanced Military Studies okulunun kurucu müdürü ve hava-kara savaş doktrininin mimarı.

İlk kamptakilerin yaklaşımının kökleri, bir zamanlarının süper gücü olmanın genlerimizde bıraktığı izlerde bulunabilir belki ya ikinci kamptakilerin görüşleri? Onların kaynağı ne?

İkinci kamptakilerin “fikirlerinin” köklerini, yıkılan Osmanlı’nın son demlerinde başlayıp cumhuriyet tarihi boyunca devam eden, son derece detaylı ve sinsi bir sosyal mühendislik çalışmasında aramak gerekir. Adım adım güçlenip, kendisini rasyonalitenin üzerine inşa eden modern batı medeniyeti, kendisi için asırlarca en büyük tehdit olarak gördüğü Osmanlı’yı mağlup edip parçalarken, elbette asıl zaferi sadece düşman ordularının perişan edilmesinde, şehirlerinin işgalinde, zenginliklerine el konulmasında, liderlerinin elde edilmesinde görmeyecekti. Düşmanın direnme kapasitesinin yok edilmesi asla kâfi değildi, direnme arzusunun da kesinlikle yok edilmesi şarttı.

Üç kıtada bir zamanlar “pax ottomanica” şemsiyesi altında gölgelenen halklara kur(dur)ulan her “devletçikte”, Osmanlı padişahının düşüp parçalanan tacından saçılan her parçanın uydurma bir krala tac olduğu her “Ortadoğu ulus devletinde” aynı temel prensip benimsenmişti: insanların batı medeniyetinde karşı direnme arzusunu ve itirazını ilelebet yok etmek!

Bu ülkelerin en mühimi, en kritiği olan Türkiye’de kölece bir batı hayranlığının, taklitçiliğinin yeni kurulan devletin esas politikası olması tesadüf değildir. Her türlü direnme fikrinin akıllarda, kalplerden kazınıp çıkartılması için benimsenecek motto ise “yurtta sulh cihanda sulh” olacaktır.

Muasır medeniyetler?
Muasır medeniyetler?

Millî kültürümüzü, “muasır medeniyet” seviyesinin üstüne çıkaracağız”.
M. Kemal Atatürk – Nutuk – 1933

Çok derinlere gömülmüş olsa da ölmeyip depreşecek “direnme isteği” tehlikesini bertaraf etmek için bir başka fikrin zihinlere nakşedilmesine çalışılır: Batı medeniyeti çok ileridedir. Biz çok gerideyizdir. A’dan z’ye her işimiz bozuktur. İnsanlık için artık batı medeniyetinden gayrı bir medeniyet alternatifi kalmamıştır. Doğrusal bir gelişme modeli vardır ve tek yol batının geçtiği yollardan geçmektir. Hedefimiz “muasır medeniyet seviyesini yakalayıp üstüne çıkmaktır”. Ama o muasır medeniyet almış başını giderken ve her adımda farkı açarken bu nasıl mümkün olabilir? Tut ki oldu, biz batı medeniyetinin izlerini adım adım takip ederek batı medeniyetini geçsek medeniyetimiz zaten batı medeniyetinin bizzat kendisi olmayacak mıdır? O halde batı medeniyetiyle çatışmanın, batı medeniyetine karşı direnmenin mânâsı nedir?

İşte doksan senelik sosyal mühendislik çabalarının mahsulü bahsettiğimiz ikinci kamptır.

Birinci kamp ise bir “anomali” yahut üretim hatasıdır. Tüm çabalara rağmen o irrasyonel direnme fikrini dimağlarının bir köşesinde saklamış, ilk fırsatta da ortaya koymaktan çekinmemiş “kalın kafalı” insanların kampıdır.

Bugün iki kamp kıyasıya çatışmaktadır.

Son siyasi çalkantılar, huzursuzluklar, sokak hadiseleri, medya savaşları hep bu temel çatışma ekseninde değerlendirilebilir. Batı, aldığı tedbirlere rağmen ortaya çıkan tehlikeyi pek yakından ve dikkatle takip etmektedir. Bir şekilde kontrol edemedikleri, tehlike arzeden tüm liderlere yaptıklarını yapmakta, ülkenin liderini itibarsızlaştırmak için gerekeni (bbc,bbc,theguardian,theguardian,amerikanınsesi,nytimes,independent,derspiegel) yapmaktadırlar.

Press!..
Press!..

Batının nihayetsiz kuvveti ve üstünlüğü karşısında kendilerinin nihayetsiz güçsüzlüğü fikrini içselleştirmiş kitleler boş hayaller peşinde ülkeyi tehlikeli maceralara sürükleyen siyasi kadroları istememektedir. Onlar da var güçleriyle hem aynı koroya iştirak etmekte (hürriyet, aktifhaber, haberler, rotahaber, sosyalinsiyatif), hem de “içeriden” veri sağlamaktadırlar.

İşte gerçekten görmek istedikleri fotoğraf!
İşte gerçekten görmek istedikleri fotoğraf!

Cemaatin Kemalistlere Yolu İste Tam da Bu Kampta Kesişti

Cemaat adına söz söyleyen, fikir beyan eden herkesin tasnifimizdeki ikinci kampta yer aldığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Amerika’da ikamet eden liderleri başta olmak üzere tüm cemaat, mütemadiyen ikinci kampın sloganlarını tekrarlamaktadır. 10 Mayıs 2014 tarihli yazısında Ahmet Kurucan, Fethullah Hoca’nın bir Amerikalı entelektüelin (?) “nasılsınız?” sorusuna verdiği, aslında ikinci kampın sloganlarından biri olmaktan çok da öte bir derinlik taşımayan cevabını epeyce allayıp pulladıktan sonra şöyle yazdı:  “Üzülüyorum. Sabrediyorum. Ülkemin dünyadan kopmasından endişe duyuyorum.”

Aslında bahsettiğimiz çatışma, cemaat-hükümet çekişmesinin ana eksenidir.

Cemaat “batı medeniyetinin yegâne ve tartışılmaz sözcüsü konumundaki Amerika’yı” kızdıracak her türlü siyasi çıkışı son derece tehlikeli bulmaktadır. 30 Mart seçimleri öncesinde yürüttükleri kampanyayı da hükümetin temelsiz, irrasyonel çıkışlarının sebep olduğu ciddi tehlikeyi kendileri gibi açık seçik gören geniş halk kesimlerinin hükümetin “ipini çekeceği” varsayımı üzerine kurgulamışlardı.

Fakat işler planladığı gibi gitmedi.

İrrasyonel halk reyini akıldan, mantıktan yana kullanmadı! Bütün aydınlatma(!) çabalarına rağmen batı medeniyetinin “nurunu” görmemekte ısrar ederek ikinci kampın eski sakinleri olan Kemalistlere defalarca hayal kırıklığı yaşatan cahil Anadolu insanı, aynı hayal kırıklığını bu kez de ikinci kampın yeni sakinleri olan şakirtlere yaşatıyordu.

Burada değerlendirilmesi gereken husus şudur: Cemaatin halktan gördüğü destek, hiçbir zaman ikinci kampa, yani içselleştirilmiş köle ruhuna yahut mağlubiyet ideolojisine verilen bir destek olmamıştı. Halk, ikinci kamp mensuplarının o “ev kölesi” ruhuyla söyledikleri bin türlü ümit kırıcı laf arasında yer alan hakikatlerin farkındaydı. Doğruydu: henüz çok zayıftık. Doğruydu: bir medeniyet kuracak hazırlığımız yoktu. Doğruydu: çok çalışmamız lazımdı. Doğruydu: batıyı bilmeli, düşmanı tanımalıydık. Doğruydu: yüksek kalitede organizasyonlar yapma, müesseseler kurma kabiliyetleri geliştirmeliydik. Doğruydu: bunlar olmadan olmazdı!

Aslında Anadolu insanı, cemaate tam da bu eksiklikleri giderme iddiasında olduğu için sahip çıkmıştı. Japonlar gibi, Çinliler gibi, Hintliler gibi bütün itirazlarını bir kenara fırlatıp, batı medeniyetinin korkunç cinayetlerini olmamış saymayı, bir de üstüne üstlük o medeniyetin çarklarını çeviren gönüllü köleler olmayı nasıl kabul edebilirdi? Hele bu yolda batı medeniyeti adına sömürge komiserliği görevini üstlenip kendisine zulmedenlerin vesayetinden henüz kurtulmuşken, aynı vesayetin yeşil renge boyanmışına nasıl razı gelebilirdi?

Anadolu insanı yurt dışında okul açanları neden destekliyordu? Neden çocuklarını Afrika çöllerine yahut Asya steplerine gönderiyordu? Neden finanse ediyordu okulları? Amerika’ya sadık, tecrübeli, dil bilen sömürge komiserleri yetiştirmek için mi? Hayır! İla-yı kelimetullah için orada biliyordu gidenleri. Batının dünyanın boğazını sıkan elini bir gün tutup arkasına kıvıracak kahramanlar yetiştiriliyor sanıyordu.

Ne zamanki “ev zencileri” sahiplerinin canını sıkıyorlar diye “tarla zencilerine” hücum etti, işte o an tüm hüsn-ü zan kaleleri yıkılıverdi.

Son olarak birinci kampla ilgili bir iki düşünce…

Hz. Peygamber, bedeviler arasında İslam’ı anlatmaya başladığında bir tarafta Roma, bir tarafta İran medeniyetleri vardı. Hz. İsa Hıristiyanlığı tebliğe başladığında Roma bir heyula gibi karşısında dikiliyordu. Hz. Musa ise karşısında firavunları ve kadim Mısır medeniyetini bulmuştu. O kadar “parlak medeniyetlerdiler” ki bunlar, hiçbir rasyonel analist, “yüce efendilere” meydan okuyan bir avuç zayıf insana başarı şansı vermezdi. Ama tarih öyle işlemiyor işte! Tüm o parlak medeniyetler toprak oldu gitti ama o peygamberlerin ümmetleri bugün hâlâ tarih sahnesindeler. Denilebilir ki onlar peygamberdiler… Doğru, ama Allah’ın resullerine ikramını, o resullerle gönderdiklerine uymak için çabalayanlardan esirgeyeceğini kim söyleyebilir?

Aç ya da tok, zengin ya da fakir, kuvvetli ya da zayıf olmamız, imtihanımızı değil, sadece imtihan oluş şeklimizi değiştirir. Müslüman’a düşen, her şartta şunun bunun değil, Allah’ın muradının ne olduğunu araştırıp ona göre hareket etmektir.

Salih Cenap
17 Mayıs 2014
twitter:@salihcenap