Demir Kafes Kırılınca

6 Ağustos 2017 tarihli bir haber:

Yolda evlilik teklifi planı hüsranla bitti…

Sakarya’nın Serdivan İlçesi’nde polis, evlilik teklifinde bulunacak olan arkadaşları için araçlarıyla yolda toplanan yaklaşık 50 kişilik gruba izin vermedi. Serdivan ilçe merkezinde bulunan Kafeler Sokağı’nda yaklaşık 50 kişilik grup, evlilik teklifinde bulunacak arkadaşları için organize oldu. Kalabalık teklif için yolda toplanırken, olay yerine Sakarya Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı motorize trafik polisleri geldi. Ekipler yolda bekleyen sürücülere trafiği tehlikeye düşürdüklerini söyleyip, araçlarını bulunduğu yerden almalarını istedi. Sivil kıyafetli bir komiser de aracından inerek kalabalığa ‘dağılın’ uyarısında bulundu. Ancak grup dakikalar içinde teklifi yapıp dağılacaklarını söyleyince bu kez komiser, “İstemiyorum, burada kimse kalmayacak. Kim varsa gözaltına alırım. Yolu boşalt hemen. Gördüğünüz tüm araçlara ceza yazın” diye cevap verdi.

Haberin verildiği internet sitesinde hadisenin videosu da var. “Trafiği durdurarak cadde ortasında evlilik teklifi” fantezisinin organizatörü oldukları anlaşılan genç kadın ve erkekler trafik polisi ile tartışıyor, “canım ne var on dakikalığına trafik kesilse” diye polise meydan okuyorlar.

13 Mart 2017 tarihli diğer bir haber:

15 dakika kuralı mağdur etti… Sınav yerine polis merkezine götürüldüler

Selçuk Üniversitesi Kampusu’nda sınava geç gelen öğrenciler, polis ve güvenlik görevlileri ile tartıştı. Tartışma sonucu fakültenin kapı girişlerinde camlar kırıldı. YGS’de bu sene ilk kez uygulanan “15 dakika” kuralı sebebiyle hiçbir aday saat 09.45’ten sonra sınav salonlarına alınmadı. Bu yüzden pek çok yerde sınava geç kalan adaylar sınav merkezlerinin girişlerinde güvenlik görevlileriyle tartıştı.

Haberin görsellerinde camları kırılmış bir okul kapısı önünde ayakta bekleyen polis memurları görülüyor.

17 Ocak 2018 tarihli başka bir haber:

Antibiyotik yazmayan doktora saldırdı, tehditler savurdu

İzmir’de bir doktor, yakınına antibiyotik yazmadığı gerekçesiyle avukat olduğu öğrenilen bir kişinin saldırısına uğradı. Saldırı anı cep telefonu kamerasıyla kaydedildi. İzmir’in Karşıyaka ilçesindeki Bostanlı 4 Nolu Aile Sağlığı Merkezinde (ASM) görevli doktorun, bir hasta yakını tarafından darbedilmesine ilişkin görüntüler ortaya çıktı. Avukat olan bir kişinin yakınına antibiyotik yazılmadığı gerekçesiyle ASM’ye gelerek burada görevli hekimi darbetmesiyle ilgili İzmir Tabip Odası ve sivil toplum kuruluşlarından üyeler, merkez önünde toplanarak basın açıklaması yaptı. Merkezin Sorumlu Hekimi Mithat Kara, yaptığı konuşmada, iki gün önce gelen bir kadının, hastası olmadığı halde Dr. Bülent Öner’den acil antibiyotik reçetesi düzenlemesini istediğini aktardı. Dr. Öner’in antibiyotik yazmadığı hastayı kendi doktoruna yönlendirdiğini anlatan Kara, “Ertesi gün hastanın avukat olan ağabeyi gelip doktor arkadaşımızın odasına daldı, hakaret etti, ölüm tehditleri savurdu ve tekme attı” dedi.

Haberin videosunda küfrederek doktora saldıran bir adamı tutmaya, sakinleştirmeye çalışan insanlar görülüyor.

10 Şubat 2018 tarihli farklı bir haber:

Sınıfta skandal görüntüler

Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde bir lisede öğrencilerin öğretmenleri ile alay ettiği görüntülerin sosyal medyada yayılmasıyla duyulan skandalla ilgili soruşturma başlatıldı. Çorlu’da Ahievran Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’ndeki görüntülerde, sınıfta ders anlatmaya çalışan bir öğretmen, öğrencileri tarafından alaya alınıyor. Öğretmen ders anlattığı esnada ayağa kalkan, öğretmenin kıyafeti ile alay eden, öğretmenin kulağına el hareketi yapan, tüm bunlarla da yetinmeyerek öğretmenini kucaklayan öğrenci, arkadaşları tarafından kahkahalarla izleniyor. Yaşananları kaydeden öğrencilerin görüntüleri sosyal medyada paylaşmasının ardından skandal duyuldu.

Haberin videosunda meslek lisesi öğrencilerinin zavallı hocalarıyla nasıl terbiyesizce ve acımasızca dalga geçtikleri, onu nasıl küçük düşürdükleri görülüyor.

Bu haberlerin ortak noktası nedir?

Devletin koyduğu, herkes için geçerli olan kuralları kendi istekleri doğrultusunda esnetmek hatta ihlal etmek isteyen, bunu yapmalarına engel olarak gördükleri polis, öğretmen ve doktorları taciz eden, küçük düşüren, alaya alan ve hatta onlara saldıran “sivil vatandaşlar”.

Son tahlilde askeri/sivil bürokratlarca kurulmuş olan, hatta yer yer “memur cumhuriyeti” diye anılan Türkiye Cumhuriyeti’nde o çok müstesna, o çok dokunulmaz “devlet memuru” tahtı fena halde sallanıyor.

Bu enteresan gelişmenin sosyolojik bir fenomen olarak incelenmesi gerekiyor.

Bürokrasi iktidarının altın çağlarında “mizah” neredeyse siyasetçilerin aşağılanıp dalgaya alınmasıyla özdeşleşmişti. Milyonlarca oy almış siyasetçileri mini etekli hafif kadınlar gibi çizmek ya da tiyatro oyunlarında siyasetçilere hakaret etmek, onların taklitlerini yapmak vaka-i adiyeden sayılırdı.

Gün geldi devran döndü. Siyaset, sandık ve seçimler, tarihimizde hiç olmadıkları kadar belirleyici hale geldiler. Bürokratik vesayet, adım adım geriletildi. Cumhurbaşkanlığı makamına oturabilmek için getirilen yüzde elli barajını aşma şartı da oyların kıymetini iyice arttırdı. Bunun siyasetçileri sonsuz bir popülizme sürüklemesi beklenmesi gereken bir gelişmeydi. Eğer seçmen oyları siyasetçiye hiçbir şekilde dengelenmeyen, denetlenemeyen, neredeyse mutlak bir iktidar getiriyorsa, siyasetçinin o seçmenleri her halükârda mutlu etmeye, el üstünde tutmaya, hatta şımartmaya çalışması doğal bir netice sayılmalıydı.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra “sokağa dökülüp darbeyi önleyen kahraman halk” söylemi siyasetçilerin başat söylemi haline geldi. Darbe girişiminde bulunan “askeri bürokrasi” karşısında canı pahasına savaşarak vatanı kurtaran “sivil halk” imajı özellikle iktidarı destekleyen kitlelerin zihninde derhal kendine yer buldu. Halk kitleleri, öteden beri siyasetçilerin bir ayak bağı olarak gördükleri bürokrasiye yönelttikleri şiddetli eleştirileri görüyor ve genel olarak destekliyordu. Siyasetçilerin hedef tahtasında bazen generaller, bazen hâkimler, bazen meslek örgütlerinin idarecisi doktorlar, bazen de üniversite profesörleri oluyordu. Uzun yıllardır bürokratik seçkinlerin şiddetine, hoyratlığına, tepeden bakışına maruz kalmış olan kitleler, bu söylemi çok da zorlanmadan benimsemişlerdi. Üzerine darbe girişiminde yaşananlar da gelince “düşman” hatları iyice belirginleşti.

Siyaset kurumunun bürokrasiye karşı bir zamandır ağır ateşte pişirdiği öfke, halk kitlelerinin elinde zaman zaman kontrolden de çıkabilen tehlikeli bir enstrüman haline gelmeye başladı. OHAL kapsamında çıkartılan 696 Sayılı KHK’yla, darbe girişimine karşı mücadele eden, terör olaylarının aydınlatılmasına, bastırılmasına, etkisiz kılınmasına neden olan sivillerin, hukuki ve cezai işleme uğramayacağı garantisi verildi. Bahsettiğimiz şiddetin adeta tecessüm etiği fiili durum açıkça meşrulaştırılmış oldu.

Siyasetçinin öfkesi aslında -eski alışkanlıklarını sürdürüp- iktidarını paylaşmaya kalkan üst düzey bürokratlara, generallere, yüksek yargı mensuplarına yönelikti. Bu tepkinin halktaki yansıması ister istemez çok daha alt düzeyde vücut buldu. Halk öfkesini doğrudan temas kurabildiği memurlara yöneltti.

Neticede olan, öğretmene, polise, doktora oldu.

Fert bazında değil ama topluluk olarak “öznelikleri” sürekli vurgulanan, dünyanın kendileri etrafında döndüğüne inandırılan kitlelerin önüne geniş bir hareket alanı açılınca başta örnekleri verilen türden hadiseler hızla yaygınlaşmaya başladı.

Max Weber, rasyonelleşmenin somut yansıması olarak gelişecek bürokratik kurumların, birer “demir kafes” haline gelerek insanlığı hapsedeceği öngörüsünde bulunmuştu. Ülkemizde batı taklidi bir modernleşme çabasının, doğuda çok aşina olduğumuz “zorbalıkla idare etme” anlayışıyla kol kola girip çatısını çattığı, o bize mahsus bürokratik demir kafes kırıldı. Ancak bu kafesin kırılmasının kitlelere gerçek bir özgürlük sağladığı iddiası çok su götürür…

Siyasetçiler görmüyor olamaz: Kamu düzeninin tesisi ve idamesi halk kitlelerinin memnuniyeti için olmazsa olmazlar arasındadır. Koyulan kuralları ihlal eden kişiye göz yumulması belki o kişinin oyunu kazandırabilir ama öte yandan mağdur olan çok sayıda başka kişinin oyunu kaybettirir. Hukukun kişiye özel olarak uygulanması, kuralların “sevgili dostlarımız için” birkaç kez “esnetilivermesi” aynı ayrıcalıklara erişemeyen geniş kitlelerde zaman içinde infiale sebep olur.

Toplumsal kuralların uygulanmasıyla görevlendirilmiş öğretmene, polise, doktora hücum eden cahil kişilerin yaptıklarına göz yummak, zar zor yürüttüğümüz birlikte yaşama çabasının kolonlarını dinamitlemekle eşdeğerdir. Sürükleneceğimiz kaos ortamında onların oyunun hiçbir kıymeti kalmayabilir.

Siyasetçilerimizin toplumsal barışımızı sürdürmek adına ucuz halk pohpohlamalarından, popülizmden vazgeçmeleri gerekiyor. Bürokrasinin sinsi bir ejderhaya dönüşmemesi için her şeyi yapmaya evet ama bürokrasiyle savaşıyoruz diye orman kanunlarına dönmeye de hayır.

Bu dengeyi tutturmak mecburiyetindeyiz.

Z.A.M.

Z.A.M.

Çağ atlayan Türkiye, küllerinden doğan medeniyet, İslam dünyasının geri dönen hamisi gibi retorikler bir çoğumuzu ne kadar heyecanlandırsa da, içinden geçtiğimiz müthiş duraklama dönemi, görebilen gözlerin önünde acı bir hakikat olarak duruyor.

Sanki üzerimize ölü toprağı serilmiş gibi.

Mütemadiyen iş değil, boş laf üretiyoruz.

Mesela siber saldırıya uğruyoruz. Bu tür bir saldırıya dayanmak için hiçbir hazırlığımız olmadığı, bugüne kadar bu iş için hiçbir kapasite oluşturmadığımız ortaya çıkıyor. Bir yetkili yaşadığımız hezimetin üzerinden daha üç gün bile geçmemişken “Siber savaşa hazırız” diye gazetelere beyanat veriyor.

Mesela teröristler, bombalar temin edip, çalıntı araçlara yükleyip, ülkemizde epeyce gezdirdikten sonra vatanımızın en korunaklı, en güvenli yeri olmasını beklediğimiz başkentimizde patlatıyorlar. Siyasiler artık “istihbarat zaafı yok” demekten utandıkları için “bu tür saldırılara karşı yapılabilecek bir şey yok” diye konuşuyorlar. Tedbir almaktan sorumlu bürokratlar ise ne herhangi bir mesuliyet hissediyor ne de bir açıklama yapmaya lüzum görüyorlar.

Mesela eğitimde dökülüyoruz. İki milyon insanın girdiği üniversite sınavında matematik neti ortalaması “dört” olarak açıklanıyor, ne öğretmenler umursuyor, ne eğitim fakültesi hocaları huzursuz oluyor, ne eğitim bürokrasisi. On iki sene boyunca matematik öğrettiğimizi iddia ettiğimiz çocuklarımız ortalama dört matematik sorusunu nasıl yapamaz diye kimse dertlenmiyor.

Üzerimizdeki bu ölü toprağını ne zaman ve nasıl silkeleriz bilemiyorum ama nitelikli bir insan kaynağını oluşturmadan bunu yapamayacağımız ortada.

Beklenen hamleyi yapabilmek için devlette üç niteliği birden haiz insanlara ihtiyacımız var.

Bunlarda ilki “zeka”.

“E bundan tabiî ne olabilir ki” diye düşünmeyin.

Bugün, seçilen kamu görevlileri için kabul gören, arzulanan, öncelikli nitelikler olan “sadakat”, “itaatkârlık”, “teslimiyet” ille de zekâ gerektirmiyor. Hatta zekâ, beraberinde araştırmayı, sorgulamayı ve nihayet itirazı ve muhalefeti getirebileceği için tehlikeli bile sayılabiliyor.

Neticede işin gerektirdiği zekâ cevvaliyetinden mahrum bir çok idareci ile karşılaşıyoruz.

İkinci nitelik “ahlak”.

Ne yetiştiği aile ortamında, ne gittiği mekteplerde, zihnine ve kalbine çok sağlam ahlaki ilkeler nakşedemeyen bir nesil ile karşı karşıyayız.

Ahlaki ilkelerin “yaşanan duruma göre değişebilecek kurallar” olduğunu düşünebilenlerin sayısı hiç de az değil.

Bunu besleyen bir siyasi ortam olduğunu da göz ardı edemeyiz.

Üçüncü nitelik ise “motivasyon”.

İçimizdeki “bir şeyler yapma” hevesini mütemadiyen törpüleyen, uzun bir eğitim sürecinden geçiyoruz.

Kalan enerjimiz zaman içinde bürokrasi koridorlarında yavaş yavaş emilip yok oluyor.

Neticede çoğu insanımız, bir şeylerin düzeltilebileceğine, ıslah edilebileceğine, yoluna koyulabileceğine hatta değişebileceğine dair inancını ve dolayısıyla motivasyonunu kaybediyor.

Bir insan zeki ve iyi ahlaklı olduğu halde motivasyonunu kaybetmişse ondan bir verim almak mümkün olamıyor.

Şiddeti yavaş yavaş azalan sürekli bir üzülme, yakınma ve mızmızlanma haliyle bir ömür tüketiyor bu insanlar.

Zeki ve ahlaklı oldukları için üzülüyorlar ama inanç ve motivasyonlarını kaybetmiş olduklarından hiçbir şey yapamıyorlar.

Zeki, motive ama ahlaksız insanları anlatmaya sanırım gerek yok. Zekâları derhal şeytani bir kurnazlığa inkılap ediyor bu tür insanların ve bulundukları pozisyonları kişisel çıkarları için suistimal etmeye girişiyorlar.

Ahlaklı ve yüksek motivasyonlu olduğu halde gerekli zekâdan mahrum insanların da misallerine çok rastlıyoruz çevremizde. Bu tür insanlar “akıllı düşman akılsız dosttan evladır” sözünü hatırlatıyorlar bizlere. Verdikleri zarar, sağladıkları faydanın çok ötesine geçiyor.

Zekâ, ahlak ve motivasyon…

Bu üç niteliği beraberce taşıyanların, kendileri gibi olanları aramak, bulmak, öne çıkarmak gibi bir mes’uliyetleri olduğuna inanıyorum.

Ve bu üç nitelikten herhangi birinden yoksun olanları “ayıklamak” da bu mes’uliyetin tabiî bir gereği sayılmak gerekir.

İdarecilerimiz anlatılan mes’uliyeti iliklerine dek hissetmedikçe, ne yazık ki yazının başında belirttiğim umut verici idealler, retorikten ve hamasetten ibaret kalmaya devam edecektir.


Bu yazı ilk olarak Fikir Coğrafyası sitesinde yayınlanmıştır.

Mühendis Hasan Bey’in Müthiş Deneyi

Mühendis Hasan Bey’in Müthiş Deneyi

Müsteşar yardımcısı Tarık Bey, saat dokuza yirmi kala makamındaydı. Hızlıca gazetelere bir göz attı. Ülkenin gündeminde yine kamu reformu vardı. Saat başına beş dakika kala telefon ahizesini kaldırıp sekreteri Yasemin Hanıma,

– Arkadaşlar geldi mi? Adaylar hazır mı? diye sordu.

– Herkes yerini aldı ve ilk adayımız da hazır efendim, diye cevapladı Yasemin Hanım.

– Güzel.. Ben mülâkat salonuna geçiyorum. Adayımızı da gönderebilirsiniz.

Tarık Bey kalkıp odasındaki arka kapıdan toplantı salonuna geçti. Salonda diğer müsteşar yardımcısı Atilla Bey ve personel genel müdürü Akif Bey koyu bir sohbete dalmışlardı. Onlara merhaba deyip yerini aldı.

Salonun bir köşesinde bir gizli kameranın çalıştığını ve bir üst katta meraklı gözlerin onların her hareketini büyük bir merak ve heyecanla takip ettiğini hiçbirisi bilmiyordu. Bakışlarını monitöre kitlemiş olan Bakan, sekreterine ikinci bir talimata kadar hiçbir telefonu bağlamamasını, yanına hiç kimseyi göndermemesini söylemişti.

Memuriyet mülakatına girmek üzere gelen ilk aday Murat isimli bir gençti. Hızlıca evraklarına göz attılar. KPSS’den hayli yüksek bir not almıştı. Pek de kendine yakıştıramadığı, giymeye alışık olmadığı belli takım elbisesi içinde gösterilen koltuğa oturdu. Gözleri büyük bir özgüvenle ışıldıyordu.

Müsteşar yardımcısı Tarık Bey,

– Merhaba Murat, dedi. Özgeçmişin ve KPSS notların önümüzde. Matematik, Türkçe ve yabancı dil testlerinde gayet iyi sonuçlar aldığını görüyoruz. Ama tabi kurumumuzda “uzman” olarak çalışmak için bundan fazlası gerekir. Şimdi bu iş için doğru kişi misin onu anlamaya çalışacağız.

Bir an için Murat’ın yüzü gölgelenir gibi oldu. Yüzünü ekşitecekti ama kendini tuttu. İçinden, “adamlara bak” dedi, “notlarım ortada, torpilim en büyük yerlerden, mecbur alacaklar beni, bu görüşme bir formaliteden ibaret ya ille havalarını basacaklar!”. Sonra kendini toparlayıp gülümsedi.

– Buyurun, dedi..

– İlk soruyu ben sorayım, diye lafa girdi Tarık Bey. Aldığın bu puanla birçok başka kamu kurumuna baş vurabilirdin. Neden bizim bakanlığımızı tercih ettin?

Murat duraksadı. Sınavlara çalışırken sormuş soruşturmuş, en az çalışılan kurumun hangisi olduğunu bulmaya çalışmıştı. Kapağı bir kez devlete attıktan sonra mühim olan, mümkün olduğu kadar az çalışmaktı. Saklamaya lüzum görmedi:

– Burası pek fazla yoğun olmadığı için, deyiverdi.

Atilla Bey, hayret eden gözlerle önce Akif Bey’e sonra Tarık Bey’e bir bakış attı. Murat yine içinde “bakın bakın birbirinize… istediğiniz kadar bakın… sonuçta bana hoş geldin demekten başka çareniz mi var… ta Bakan’dan torpilliyim…” diye geçirdi.

Ne Tarık Bey ne diğerleri bu beklenmedik cevapla ilgi yorum yapmak istedi. Üçü de hızla artan şiddetli bir baş ağrısı hissediyorlardı. Gerçekten Bakan bu adayla ilgili olarak üçünü de aramış, ısrarla bu çocuğu övmüş, alınmasını istediğini açık açık belirtmişti. Kıymetli bir arkadaşın pırıl pırıl oğluymuş, böyle hem parlak hem güvenilir gençlerin kamuda görev almasında fayda varmış vesaire…

Atilla Bey gittikçe şiddetlenen baş ağrısını belli etmemeye çalışarak bir soru yöneltti:

– Aldığın puanlara, üniversite bitirme derecene bakıldığında parlak bir mühendis olduğun görülüyor. Serbest piyasa da buradan alacağın ücretin iki katına çalışabilirsin. Neden özel sektörde bir iş aramayı tercih etmedin?

Murat’ın canı iyice sıkılmıştı. İçinden “sana ne be, seni ne ilgilendirir” diye bağırmak geçiyordu. Bu formalite bir an önce bitsin istiyordu. Hissettiği müthiş özgüvenle daha da dürüstçe, hatta küstahca bir cevap vermeyi seçti:

– Teknoloji her geçen gün hızla ilerliyor. Sürekli çalışmak, sürekli yeni şeyler öğrenmek gerekiyor. Özel sektör sizden bunu bekliyor. Ayrıca gece geç vakitlere kadar çalışmalar, hafta sonu mesaileri hiç bana göre değil. Ben dünyaya çalışmak için gelmedim diye düşünüyorum. Bana dokuz beş mesaisi yeter de artar bile.

– Peki, burada çalışırsan, nasıl olacak da doğru dürüst zaman ayırmadığın, hakkıyla bilmediğin bir işin uzmanı olacaksın?

– Buradaki uzmanlar çok mu biliyor sanki!

– Buradaki uzmanlar yeterli olsaydı yeni uzman almaya ihtiyaç duyar mıydık?

Murat sustu. Üç bürokratın da alınlarında boncuk boncuk terler birikmişti. Tarık Bey ve Atilla Bey bakışlarını Akif Bey’e çevirdiler. Bu da vazifeyi ona verdikleri anlamına geliyordu. Akif Bey ağrıyan başı ile anladığını gösteren bir işaret yapıp, gayet kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

– Murat Bey, bu işin ehli olmadığınızı düşünüyoruz. Bu Bakanlıkta çalışmanız kesinlikle söz konusu değildir. Çıkabilirisiniz.

Murat’ın yüzü bembeyaz olmuştu. Olanlara inanamıyordu. Son bir hamle yapmak istedi:

– Fakat sayın Bakan sizi ara…

– Lütfen salonu derhal terk edin…

Bu sözleri telefona uzanan Akif Bey söylemişti. Hemen telefonda Yasemin Hanım’a,

– Sonraki adayı gönderir misiniz, dedi.

Murat dehşet içinde kalktı. Sallanarak yürüdü ve güçlükle açtığı kapının ardında kayboldu.

Kapı kapandığı anda üç memur da başlarını bir mengeneden kurtarmış gibi hissettiler. Baş ağrıları aniden geçivermişti.

Tam o anda bir üst katta, herşeyi an be an takip eden Bakan’ın makamında sevinçli bir kutlama başladı. Bakan, kalın çerçeveli gözlüğünün ardındaki gözlerinde sevincini saklayamayan ses mühendisi Profesör Hasan Bey’in elini hararetle sıkarken, “Harika! Şimdi bunu yaygınlaştırmalıyız” diye naralar atıyordu.

Aslında herşey bir yıl kadar önce, Hasan Bey’in köyünü ziyareti esnasında başlamıştı. Komşu köyün imamı Mehmet Hoca’nın çok hasta olduğu söylendiğinde Hasan Bey bu methini hep duyduğu ama ziyaret fırsatı bulamadığı hocaefendiyi hayattayken görmek istemişti. Hasan Bey hocanın yanına vardığında çok garip bir şey farketmişti. Bu, köyünden askerlik dışında hiç çıkmamış hocanın inanılmaz bir yeteneği vardı. Davudi sesi ile söylediği herşey çok kuvvetli bir telkin niteliği kazanıyordu. Köyünün diğer köylerden ayrılması da bundan kaynaklanıyor olmalıydı. Onun köyündekiler dürüstlükleri ve yardım severlikleriyle tanınırlardı. O anda Hasan Bey’in kafasında bir fikir uyanıverdi. Hocaya fikrini açtı. Hoca pek anlamasa da samimi bulduğu Hasan Bey’e “peki” deyince Hasan Bey yüksek kalitede ses kaydı yapan cihazıyla yanında bitiverdi. Mehmet Hoca’dan o müthiş davudi sesiyle Nisa suresinin 58. ayetinin mealini okumasını rica etti:

“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Hasan Bey tatilini tamamlayıp üniversitedeki görevinin başına dönmüştü ki Mehmet Hoca’nın vefat haberini aldı. Biraz da bu haberin tesiriyle, derhal fikrini denemeye girişti. İlk önce hocanın sesini dijital ortamda çeşitli filtrelerden geçirdi ve insan kulağının işitme aralığının üstündeki frekanslarda yeniden üretti. Tüm mesajı saniyenin onda birinde verilebilecek şekilde sıkıştırdı ve bir saniyede on kez tekrarlanacak şekilde kaydetti.

İş deney aşamasına gelmişti. Hasan Bey çevresinde torpicilikleriyle meşhur hocaları gizlice deneylerinde kullandı. Günde birkaç kez bahaneler bularak o hocaları telefonla aradı ve her aramasında havadan sudan konuşurken bir yandan da yüksek frekanslı telkin mesajını onlara dinletti.

Netice mükemmeldi. Hocaların kulakları yüksek frekanslı sesi işitmiyor ancak beyinleri mesajı gayet güzel algılıyordu. Torpilci hocalar deneyden sonra torpil yapamaz hale gelmişlerdi. Hasan Bey vakit geçirmeden üniversiteden arkadaşı, üç sene boyunca aynı öğrenci evinde beraber kaldığı Bakan Bey’i aradı ve müthiş buluşunu ona anlattı. Bakan Bey, ilk önce anlatılanlara pek inanamasa da, arkadaşının hatırına bir deneme yapmayı kabul etti. Bakan Bey’in sekreterinin telefonuna Hasan Bey’in “yüksek frekanslı telkin mesajını” kaydettiler. Böylece sekreter hangi bakanlık bürokratını ararsa arasın mesaj dinletilmiş oluyordu. Sonra Bakan deneyin hatrına en nefret ettiği şeyi yaptı: “torpil” yapmak için ilgili bürokratları aradı.

O gün Bakan’ın odasında büyük bir sevinçle kutlanan da işte bu deneyin neticesiydi. Mülakatları gerçekleştiren bürokratların başlarını mengenelere sokan da her telefon görüşmelerinde şuuraltlarına yerleştirilen telkinlerdi. Yöntem işe yaramış, ehli olmayan bir kişinin torpille devlet memuru olması engellenmişti.

Bakan’ın sevinçli sesi ta sekreterinin odasında iştiliyordu:

– Bunu şimdi tüm kamuda yaygınlaştırmak lazım!

Twitter: @salihcenap

Yaşamak

03[1]

Meşhur Japon yönetmen Akira Kurosava, 1952 yapımı Ikuru (Yaşamak)  isimli muhteşem filminde, İkinci Dünya Savaşından, yaklaşık üç milyon insanını kaybederek mutlak bir mağlubiyetle çıkan Japonya’nın başkenti Tokyo’da yaşayan ve belediyede çalışan orta yaşlı bir devlet memuru olan Kanji Watanabe (Takashi Shimura)’nin hikâyesini anlatır. Otuz yıl boyunca “gerçek” hiçbir iş yapmadan daireye gidip gelmiş uyuşuk bir memur olan Watanabe, nihayet “Halkla İlişkiler Dairesi Kısım Amiri” olmuştur. Filmin hemen başında memur felsefesinin özeti olan şu cümle geçer:

“Bu dünyada makâmınızı korumanın en iyi yolu hiç bir şey yapmamaktır.”

ikiru-630x378Filmin başında Watanabe’nin yoğun ama anlamsız meşguliyetini ve ne kendisine ne başkalarına en ufak bir fayda sağlamadan geçirdiği yeknesak hayatı izleriz.

Bir gün mide ağrısı şikâyetiyle doktora giden Watanabe, mide kanseri olduğunu ve en fazla altı ay ömrü kaldığını öğrenir.

Bir anda uyuşuk memurun tüm hayatı altüst olur. Hayatı boyunca bozuk para gibi harcadığı “zaman” bir anda kıymetlenmiştir. Yıllardır biriktirdiği küçük bir serveti vardır. Ömrünün kalan kısmında, bu “biran önce harcanmazsa boşa gidecek” serveti harcamayı düşünür. Kendini daha önceleri tasarruf adına kaçındığı eğlencelere vermek ister ama bunun bile nasıl yapılacağını bilmemektedir. Tesadüfen tanıştığı başarısız bir yazar onu Tokyo’nun gece hayatına sokar. Fakat barlar, pavyonlar, içkiler, kadınlar Watanabe’nin aradığı tatmini sunamazlar.

Ikiru_posterSona yaklaştığını öğrendiği anda her saniyesi bir anda altına dönüşen ömrünün geri kalanını bu tür yerlerde “harcamak” Watanabe’yi tatmin etmek bir yana iyice derin bir depresyona sevk eder.

Artık bitmesine çok az kaldığını bildiği saatlerini en çılgın eğlencelerle bile olsa “boşa” harcamak müthiş derecede rahatsız edici bir fikirdir.  

Watanabe bu sefer kendi memurları arasında, daha önceleri biraz hayret biraz da kınamayla takip ettiği hayat dolu genç bir kızın peşine takılır. Hayatının geri kalanını o genç kız gibi neşe içinde geçirebilmek için onun neler yaptığını, nasıl böyle enerjik ve mutlu olabildiğini anlamak ister. Ama bir süre sonra anlar ki kızcağızın felsefi bir derinliği yoktur. Mutluluğu ve enerjisi sadece gençliğinden gelmektedir.

Kahramanımız nihayet derin bir depresyon, çaresizlik ve yeis içinde kavrulduğu bir anda hayatına anlam katacak şeyi keşfeder. Kalkar, kaç gündür gitmediği makamına gider ve bu sefer “gerçekten” çalışmaya başlar. Artık kendine ölmeden önce gerçekleştirmeye söz verdiği bir hedefi vardır: Bir grup annenin, çocukları hasta olmasın diye kurutularak çocuk parkına dönüştürülmesini istedikleri bir bataklığı belediye eliyle ıslah ettirmek. Filmin başında sorumluluğu başkasına atıp, iş yapmamak için kısım kısım, şube şube dolaştırdığı insanların dertlerini gerçekten gidermek.

Filmin ortalarına doğru kahramanımız ölür. Filmin ikinci yarısı neredeyse tamamen taziye evinde geçer.

ikiruWatanabe ne yapıp etmiş, ölmeden o parkı yaptırmıştır. Onu en son, soğuk bir kış gecesi kendi yaptırdığı parkta bir salıncakta neşeyle şarkı söyleyip sallanırken görürüz. O gece o parkta canını teslim etmiştir.

Belediye başkan yardımcısı, diğer memurlar taziye evinde uzun uzun konuşmalar yapar ve vaziyeti değerlendirirler. Watanabe’nin parkın yapılmasında gerçekten etkili olup olmadığını tartışırlar. Bir kısım memur, parkın bir seçim yatırımı olarak zaten yapılacağını, aslında Watanabe’nin çabasının bir tesadüf olduğunu iddia ederken diğerleri o olmasa bu parkın yapılamayacağı konusunda hemfikirdir.

Taziye evinde oğlu ve gelini de dâhil olmak üzere Watanabe için gerçekten üzülen, gerçekten gözyaşı dökenler sadece, o park için dilekçe veren anneler olur.

***

ikuru1Elimden gelse bu filmi tüm memurlarımıza defalarca seyrettirirdim.

Watanabe’den tek farkımız ne kadar ömrümüzün kaldığını bilmememiz. Ama sınırlı sayıda günümüz olduğunu bal gibi biliyoruz.

Hayatımızı anlamlı kılacak bir şeye hepimizin ihtiyacı var.

Ve bu “şey” ne yeni bir ev, ne yeni bir araba, ne yurt içi yurtdışı geziler…

Bu “şey” ardımızdan hayırla yâd edilecek bir isim bırakmak…

İnsanlara faydası dokunacak birşeyler yapmak, yolunda gitmeyen birşeyleri yoluna koymak.

İki atom bombası yemiş ve mutlak bir şekilde mağlup olup işgal edilmiş Japonya, o günden bugüne gelebildiyse bizim için de bir ışık var demektir.

Ikiru_1956_Movie_Poster_7_xydcf_movieposters101(com)“Böyle gelmiş böyle gitmez” diye haykıracak insanlara ihtiyacımız var.

“Evet, yapabiliriz, yeniden doğru, dürüst, ahlaklı bir toplum kurabiliriz” diye düşünen kafalara…

Hayatın anlamını, insanlığa hizmette ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmede arayan nesillere…

Yeni ümitlere, heyecanlara…

Devletin Anozognozisi

anazognozi

Meşhur bir türkü vardır: “insan kısım kısım yer damar damar” diye. Anozognozi denen hastalığı öğrendiğimde işte bu türkünün sözler geldi dolaştı zihnimde.

İnsan çok karmaşık bir varlık. Henüz organlarımızın her birinin nasıl çalıştığına bile tam hâkim olabilmiş değiliz. Bunların en karmaşığı, en bilinmezi ise beynimiz. Anozognozi diye isimlendirilen rahatsızlık da beyinle ilgili.

Bu hastalıkta özellikle beynin sağ lobunda bir hasar oluşmasını takiben vücudun sol tarafı felç oluyormuş. Bu hastalığa duçar olanlardan sol elleriyle gerçekleştirecekleri basit bir fiziksel aktivite istenince –tabii olarak- bunu gerçekleştiremiyorlar. Ancak hayret verici olan nokta şu ki bu hastalar sol ellerinin felç olduğu gerçeğini de kabullenemiyorlar. Mesela böyle bir hastanın karşısına bir bardak koyup bunu sol elleriyle almasını istediğinizde, bunu yapamıyor ama neden yapamadığını da anlayamıyormuş. Tutup sağ eliyle verdiği bardağı neden sol eliyle alamadığı sorulduğunda, ya çok yorgun olduğu, ya da ne dediğinizi tam duyamadığı gibi mazeretler ileri sürüyormuş.

Özetle bardağı sol eliyle veremeyişinin felçten kaynaklandığını fark edemiyormuş. Bu durum gösteriyor ki bu tür hastaların beyinlerinde gerçekleşen hasar, yalnızca felç olmalarına neden olmuyor, felç olduklarını fark etmelerine de engel oluyor.

Alev Alatlı’nın bir süre önce gündemimize soktuğu “Celbedilmiş Toplumsal Sözyitimi (induced social aphasia)” rahatsızlığı gibi “anozognozi” rahatsızlığının da sosyal bir karşılığını görmek mümkün.

Bugün maalesef birçok müessesemiz felç olmuş vaziyette ama bu müesseselerimizin yöneticileri tıpkı anozognozi hastaları gibi bu felç durumunu anlamada ve kabul etmede sıkıntı yaşıyorlar. Kolunun çalışmadığını kabullenemeyen, inkâr eden felçli hasta misali, başında oldukları kurumların çalışmadığını kabullenemiyorlar.

Mesela adalet sistemimiz felç olmuş durumda. Mahkemelerimiz adalet üretemiyorlar. Milli eğitim sistemimiz felç olmuş durumda. Okullarımız çocuklarımızı eğitemiyorlar. İstihbarat müesseselerimiz felç olmuş durumda. Devlet nizamımızı ve halkımızı korumak için gerekli istihbaratı toplayamıyorlar. Afetlere müdahale için kurduğumuz yapılar felç olmuş durumda. Afet anlarında kendileri küçük birer afete dönüşüyorlar.

Ama gidin bu müesseselerin yöneticilerine sorun, size ufak tefek aksaklıklar yaşansa da yönettikleri kurumlarda hiçbir ciddi problemin olmadığını söyleyeceklerdir.

Bu yöneticilerin anozognozi hastalarından bir farkları yoktur.

Hastanın hastalığı inkârının en önemli neticesi, tedavinin mümkün olamamasıdır.

Eğer tedavi edilecek bir rahatsızlığınızın olduğunun farkında değilseniz doktora başvurmazsınız.

Ufak tefek zannettiğiniz ciddi problemlerinizi vitamin takviyesi ile aşabileceğiniz zannına kapılırsınız.

Bazı devlet kurumlarımızda tam da böyle bir manzara hâkim.

Bu kurumlarımızın yöneticilerine olumsuzlukların sebebini sorun, olumsuzlukların mevcudiyetini kabul etmedikleri gibi, önünüze sayısız mazeret süreceklerdir.

Onlara göre altmış kişinin hiçbir iş yapmadan oturduğu bilgi işlem dairesine beş mühendis daha lazımdır.

Onlara göre zaten güzel yürüyen adalet sistemi, hâkim, savcı sayısı arttırılabilse daha da iyi bir noktaya gelecektir.

Onlara göre öğretmenlere daha çok maaş verilse eğitimin zaten hiç de fena olmayan kalitesi iyice artacaktır.

Tedavinin ilk adımı hastanın hastalığını kabullenmesidir.

Bunu yapamadığımız müddetçe şifa bulmayı da bekleyemeyiz.

Twitter: @salihcenap

Sadakatten Ehliyete

memurlarGördüğümüz kadarıyla artık ideolojik rejim kavgalarının bittiği yahut hayli azaldığı bir dönemdeyiz. Bundan sonra halkın teveccühü ister istemez kendisi için “sıkı çarpışanlardan”, kendisi için “sıkı çalışanlara”, nitelikli, kalıcı çözümler vadedip gerçekleştirebilenlere doğru dönecek.

Bunun farkında olan akıllı devlet adamlarının fellik fellik nitelikli çalışma arkadaşları arayacağı bir döneme giriyoruz. Bu arayışta bir paradigma değişikliği şart görünüyor. Bugüne kadar aranan en öncelikli nitelik olan “sadakatin” artık yerini “ehliyete” bırakması gerekiyor.

Peki, ehliyeti nasıl tespit edeceğiz?

Ehliyetli kişiler arayan yöneticiler diplomaları, akademik kariyeri, bitirilen okulları rasyonel bir ölçü olarak görüyorlar. Ancak herkes biliyor ki üniversite diplomaları, hatta master – doktora tezleri, adayların en fazla uyumlulukları ve çalışkan bir talebe olmalarıyla ilgili fikir verebilir.

Mesela en iyi üniversitemizin en yüksek puanlı bölümünden mezun olmuş olması, bir kişinin akranlarına göre daha zeki, çalışkan ve başarılı olduğunu gösterebilir ama “işe” ehliyetli olduğunu garanti etmez. Zira kabiliyetleri hayatın gerçekliğinde sınanmamıştır henüz.

Akademide çok başarılı olmuş koskoca profesörlerin getirildikleri farklı mevkilerde çok fena çuvallaması da bundandır. Zihin yapısı uzun yıllar boyunca akademik kariyere göre şekillenmiş insanlardan beklenen becerilerin o zamana kadar geliştirdikleri becerilerle yakından uzaktan alakası yoktur.

Ayrıca devlet yöneticilerin bu “zaafını” keşfeden genç memur adaylarının bu zaafı istismar ettikleri gerçeğinden de sarfınazar edemeyiz. Sırf misafirleri etkilemek için kitaplığa dizilmiş, içinde sayfaları olmayan parlak ciltler misali özgeçmişlerde yerini bulan yüksek lisans ve doktora bilgilerini nasıl bir ölçü sayabiliriz? Akademik referansların sadece puan toplamak için var olduğu, sözüm ona hakikat bilgimizi daha da derinleştirme iddiasındaki tezlerin niteliğini, onları mecburen okuyan birkaç hoca dışında kimselerin bilmediği bir dünyadan bahsediyoruz. Bizzat kendisi ıslaha muhtaç bir dünyadan…

Ehliyetin ölçüsü olarak görülen bir başka husus da ilgilenilen kişilerin çalıştıkları firmalardaki pozisyonları ve aldıkları maaşlar oluyor. Eğer bir genç, kısa zamanda önemli bir pozisyona geldiyse ve iyi bir maaş alıyorsa bu onun ehliyetine delil sayılıyor. Ama işin doğrusu bu da ehliyetli insan arayışında tek başına doğru bir kıstas değil.

Neden mi? Daha önce de dile getirmeye çalıştığım bir acı gerçek yüzünden:

Ülkemizde üniversite sınavında büyük başarı kazanarak iyi üniversitelerin iyi bölümlerinde okuyan mühendisler neredeyse mezun bile olmadan, gayet parlak maaşlarla uluslararası şirketlerde iş bulurlar. Bu şirketler gerçekten nitelikli, iş yapacak olanları seçer ve yurt dışındaki merkezlerinde istihdam eder. Ülkemizde kalanlar ise mühendis olarak değil “satışçı” olarak istihdam edilirler. Uluslararası şirketin geniş ürün yelpazesindeki herşeyi öğrenip bu ürünleri satmak için özellikle kamu kurumlarını kapı kapı dolaşan bu mühendisleri ilaç mümessillerine benzetebiliriz. Sattıkları ilacın farmakolojisinden yan etkilerine kadar pek çok konuda geniş bilgi sahibi olabilirler ama o ilacı “yapamazlar”. Neticede onlar artık “üretici” değil “satıcıdırlar”.

Bu vaziyetin farkında olmayan devlet adamları için filanca büyük uluslararası şirketin Türkiye müdürü, çok parlak bir istihdam hedefi olabilir. Zira o iyi bir üniversiteden mezun olmuştur, iyi bir firmada, iyi bir pozisyonda, iyi bir maaşla çalışmaktadır. Aslında bu mükemmel aday, mezun olduktan sonra mühendislik yapmadığı için bildiklerini unutmuş, sadece satışa yoğunlaşmış, ağzı iyi laf yapan ama ne bir mühendislik grubunu idare etmeyi, ne de bir ürün geliştirmeyi bilen bir kimsedir.

Böyle bir kimseyi mesela ülkemizin siber güvenliğinden sorumlu bir pozisyona getirdiğinizde hemen tüm kamu kurumlarının yöneticilerini tanıyan ama asıl işi omuzlayacak gerçek mühendisleri tanımayan, hayatı boyunca tek bir firmanın ürününü pazarladığı için başka ürünlerden ve teknolojilerden doğru dürüst haberi olmayan birisini çok kritik bir pozisyona yerleştirmiş olursunuz.

Peki, çare nedir?

Çare, işin mahsülünü satan, işi öğreten, yöneten hatta denetleyenleri değil doğrudan ve bizzat “yapanları” aday listesinin başına koymak ve onları iyi bildikleri işi yapabilmeleri için gereken alanı onlara sağlamaktır.

Mesela, küçük de olsa yerli bir ağ güvenliği firmasını kuran, çok küçük cirolarla da olsa gerçek piyasada yaptığı işlerle ayakta tutan genç bir girişimci çok iyi bir aday olabilir. Ya da mesela yerli otomobil projesinin başına, oto sanayiinde elleri hala arada sırada yağa bulanan bir küçük patron, yabancı otomobilleri ithal edip ülkemizde satarak çok zengin olmuş bir işadamından çok daha iyi yakışır.

Doğru kişileri arayıp bulmanın kendisi başlı başına bir iştir ve bu alanda da faaliyet gösterecek güvenilir yeni kurumlara yahut bu maksatla kurulmuş kurumların derhal ıslahına ihtiyaç vardır.

Twitter: @salihcenap

Devlet Yöneticilerinin Çıkmazı

Kafası karışıkDiyelim ki siyasetçisiniz. Halk, oylarıyla sizi seçti ve iktidar koltuğuna yerleştirdi. Ülkenin çözülmeyi bekleyen meseleleri dağ gibi yığılmış karşınızda bekliyor. Ne kadar bilgili, ne kadar tecrübeli, ne kadar hazırlıklı olursanız olun, tek başına her problemi çözebilecek bir süper kahraman olmadığınıza göre, bu meseleleri çözebilmek için kabiliyetli, bilgili ve tecrübeli kadrolara ihtiyacınız var.

Eğer, aslında hiçbir meseleyi çözmek gibi bir derdi olmayan, hasbelkader elde ettiği gücü muhafaza etmenin yolunun, nitelikli niteliksiz demeden tanıdıklara devlet memurlukları hediye etmekten geçtiğini düşünen bir kimseyseniz sizin için söylenecek bir şeyimiz yok. Hem ahmak hem ahlaksızsınız demektir. Eğer bu düşüncedeyseniz bu yazıyı okumayı burada bırakabilirsiniz.

Ama kördüğüm olan meseleleri nasıl çözerim, devletin kangren olma eğilimi gösteren uzuvlarını nasıl kurtarırım, bana teslim edilen müesseseleri nasıl ıslah ederim diye düşünmekten uykuları kaçmaya başlayan bir kişiyseniz zaten çoktan ciddi bir “insan kaynağı” arayışına girmişsiniz demektir.

Bahsetmek istediğimiz çıkmaz işte tam da burada sizi beklemektedir.

Eskilerin deyimiyle “kaht-ı rical”, yani “adam kıtlığı” belinizi bükecektir.

sultan-abdulhamid-2Ta sultan II. Abdülhamid’i bile “ah kaht-ı rical” diye inletmiş olduğu halde bunca zamandır hâlâ çözümlenememiş bir mesele olan, işe yarar, dürüst, becerikli, ehil adam kıtlığı.

Kritik soru şudur:

Özellikle teknik mevzularda “en nitelikli”, işinin ehli, sizin yüzünüzü kara çıkarmayacak, kendi başarılı olurken sizi de başarılı kılacak yöneticiler, çalışanlar, takım arkadaşları nasıl bulunur?

Parlak özgeçmiş avına mı çıkarsınız? Eş dosttan sorup soruşturma yoluna mı gidersiniz? Profesyonel kafa avcılarına mı başvurursunuz? Yüksek maaşlar vadedip, nitelikli adayların oltanıza takılmasını mı beklersiniz? Yoksa emaneti teslim etmek üzere mevcut devlet memurları arasında gizli kalmış bir hazine arayışına mı girişirsiniz?

Ne yazık ki bunların hiçbiri sizi maksadınıza ulaştıramayacaktır.

Eş dostun tavsiye edeceği kimselerin, belki ancak ahlakları konusunda fikir sahibi olunabilir. Bir dostunuzun kulağınıza fısıldayacağı “Bizim hanımın yeğeni elektronik mühendisi, çok iyi çocuktur” türü bir tavsiye size adayınızın teknik konudaki ehliyeti hakkında hiçbir fikir vermez.

Devlet geleneğimizde yeri olmadığı, teamüllere, hatta mevzuata aykırı olduğu halde, profesyonel kafa avcılarına, yani insan kaynakları şirketlerine başvurmak, daha rasyonel bir çözüm gibi görünebilir. Bir şekilde bu tür bir istihdam yöntemine mevzuatta yol bulabilseniz bile, ülkemizde bu tür şirketlerin sağlayacağı “insan kaynağının” ne niteliği, ne de devlet açısından güvenilirliği garanti edilebilir. Bu yoldan bulunan kimselerle bir doku uyuşmazlığı yaşamanız pek muhtemeldir.

Yüksek maaş vaadiyle ortaya çıktığınızda bu “ballı” pozisyonu kaçırmak istemeyen birçok milletvekili, bürokrat, hatta zengin işadamının açık hedefi haline gelirsiniz. İstediğiniz nitelikteki çalışanı bulmak bir tarafa, o pozisyona ehliyetsiz bir yakınını getirmek isteyen birçok kendini bilmez adamla muhatap olmak zorunda kalırsınız.

Peki, mevcut memurlar arasında işe yarar kimseler bulunabilir mi?

Gençlerimiz için ne kadar cazip olursa olsun, “devlet memuriyeti” maalesef insanı çürüten, kabiliyetlerini törpüleyen, ıslah niyetini adım adım yok eden bir meslektir. Genç memurların ilk öğrendiği şey bürokrasi denen heyulanın işleyişinde bir değişiklik yapmaya kalkmanın bir çılgınlık olduğu, yeni bir şey yapmaya kalkan herkesin, bırakın ödüllendirilmeyi, eninde sonunda mutlaka cezalandırılacağıdır.

Bu iyiden iyiye bozulmuş yapının içinde istisnalar yok mudur? Elbette vardır ama bir dirhem bal için bir çuval keçiboynuzu yemeyi ister miydiniz?

İşte karşınızda size bahsettiğimiz çıkmaz.

İnsanın aklına Refik Saydam’ın meşhur “Devlet idaresi A’dan Z’ye bozuktur, düzeltmek ister” sözü geliyor. Ne acıdır ki Refik Saydam’ın bu sözleri sarf etmesinden yaklaşık 65 yıl sonra aynı can yakıcı tespiti bugün de yapmamız ve derhal bir hal çaresi aramamız gerekiyor.

Bu kadar üniversitenin harıl harıl mezun verdiği, beynelmilel piyasada rekabet edip iş yapabilen bu kadar işadamına sahip, seksen milyonluk ülkemizde artık “kaht-ı ricalden” yakınmak çok da mânâlı değil.  Cevap aramamız ve buluncaya dek ardını bırakmamamız icap eden soru şudur:

İşte “rical-i devlet” dediğin böyle olur diyeceğimiz insanlara nasıl ulaşır ve onları devlette vazife almaya nasıl ikna ederiz?

Twitter:@salihcenap

You Are Hired! You Are Fired!*

*İşe alındınız! Kovuldunuz!

fired Özellikle Amerikan film ve dizilerinde sıkça işittiğimiz bu sözlerin bizim dilimizde elbette bir karşılığı var ama hayatımızda gerçek bir karşılığı olduğunu söylememiz oldukça zor.

Özellikle Amerika’da, insanların işe alınması da işten çıkartılması da patronun iki dudağı arasındadır.

Amerikan dizilerinde çoğu zaman mesleğini hakkıyla yapan kahramanların etrafında kurgulanan senaryolarda, kendisini bir vesileyle ispat eden gencin işe alınması esnasında da, işini iyi yapmayan bir kişinin “kovulması” gündeme geldiğinde de başlıktaki sihirli cümleler kolaylıkla telaffuz edilir.

Bizde ise bir işe girmek, sınavlarla, mülakatlarla hatta büyüklerin tavassutlarıyla uzatılmış, dini bir ritüele dönüştürülmüştür adeta.

Böylece girilen işlerin, özellikle devlet memuriyetlerinin bir Katolik nikâhı gibi algılanması da bundandır belki, kim bilir…

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” sözünü bizim atalarımız söylememiştir sanki!

Bizde beyaz yakalılar, işlerini “yaptıkları”, “bildikleri” sayesinde bulmadıkları gibi, koltuklarını da “başardıkları”, “kazandırdıkları” sayesinde muhafaza etmezler.

Devlete ya da “devletleşmiş” büyük bir şirkete “kapağı atan” bir memurun “kovuldunuz” cümlesini işitmesi için, ya yüz kızartıcı bir suç işlemesi ya da yöneticilerine sağlam bir kazık atması gerekir.

Maalesef işini iyi yapmamak bizde yüz kızartıcı bir suç gibi görülmez.

Bu bataklıktan çalışanlar kadar işverenler de mesuldür.

İşini iyi yapmayana “ekmeğiyle oynamamak” adına göz yummak tüm müesseselerin verimini düşürür. Marazi bir merhamet hissi hem bir iş ahlakının oluşmasına mâni, hem adaletsizliğe sebep olur.

Bu yüzden bizim yöneticilerimizin de işini iyi yapmayanın “gözünün yaşına bakmadan” ipini kesmeyi öğrenmesi şarttır.

Bu ne gaddarlıktır ne merhametsizlik.

Bu bir iş ahlakı tesis edebilmek için atılması gereken çok mühim bir adımdır.

Devlette neredeyse bir garantiye dönüşen “iş güvencesi” memurları ahlaken zehirlemektedir.

Evine ekmek getirmekten sorumlu üç milyonun üzerinde insanın “ahlaken” zehirlenmesi tüm toplumu “ahlaken” zehirler.

youre-firedDevlet memurlarının işten çıkartılabilmesini kolaylaştırmak, hiçbir şey yapmadan mesaiye gelip giden, öylece vakit geçirip hiçbir iş yapmamayı başarı sayan, bir yandan dışarıya el altından iş yaparak haksız gelir elde eden memurların ahlaksızlıklarıyla mücadelenin öncelikli adımı olmalıdır.

Devlette her kademedeki amire belli ikaz aşamalarından sonra netice alamaması halinde altında çalışanların işini sonlandırabilme yetkisi verilmelidir.

Bu şekilde hem verimsizleşmiş ve ahlaksızlaşmış memurlar tasfiye edilmiş, hem de arkadan gelen gençlere yer açılmış olacaktır.

Böyle bir yetkinin suiistimallere, adaletsizliklere yol açacağına dair itirazları duyar gibiyim ancak mevcut durumun çok daha büyük suiistimallere zemin hazırladığı ortadadır. Hemen herkesin aklına, işle alakası olmayan, siyasi, dini, etnik ya da şahsi gerekçelerle işten çıkartılabilecek memurların yaşayacağı adaletsizlik “ihtimali” gelirken ne yazık ki hepimizin vergilerini “çalan” binlerce memurun sebep olduğu adaletsizlik “hakikati” kimsenin gündemine girmemektedir.

Hiyerarşide her kademenin bir üstüne karşı gerçekten mesuliyet taşıdığı, hesap verdiği bir yapı için istihdamı değil meslek bilgisini, beceriyi ve tecrübeyi odağa koyan radikal bir ıslah hareketine mecburuz. Bir meritokrasi kurabilmek için gerektiğinde gözünü kırpmadan “you are fired” cümlesini hayata geçirebilecek yetkilerle donatılmış, idealist ve nitelikli yöneticilere ihtiyacımız var.

Twitter: @salihcenap

Memur Cumhuriyeti

Devlet müesseselerinin içinde bizzat bulunup mesai harcayan hemen herkes, bu müesseselerde yapılan çalışmaların ne kadar yavaş ve verimsiz yürüdüğünü derhal görür. Memurların çoğu, hayatlarını idame ettirmelerine yetecek bir ücret karşılığında, her gün yarı açık cezaevi niteliğinde bir devlet dairesine girip zaman öldürmeyi kabul etmiş, gönüllü mahkûmlara benzerler.

Memurların verimsizliği meselesi bize mahsus değildir. Umumi kanaatin aksine, Amerika yahut Avrupa’daki devlet memurları bizimkilerden çok da farklı değildir. Bizde bu meselenin bu kadar öne çıkmasının bir sebebi cumhuriyeti kuran kadroların memur kökenli olmalarıdır. Bir diğer sebep ise istihdam edilen memur sayısının diğer devletlerinkine nazaran fazlalığı olsa gerekir.

Memur meselesi bizim için yeni de değildir. Osmanlı’nın yıkılış döneminde tasarlanan askeri-sivil bürokratik sistemimiz, çöken bir devletin tüm hastalıklarını taşımaktaydı. Yeni devletin kurucularını içinden çıkartan bürokratik yapı, maalesef bütün bu hastalıkları “yeni” devletin tüm hücrelerine taşıdı.

Falih Rıfkı Atay meşhur, Zeytindağı isimli eserinde Cemal Paşa’nın tembel, işi yokuşa süren memurlarla nasıl mücadele ettiğini eğlenceli bir hikâye ile misallendirerek anlatırken, Cemal Paşa’nın bunu yapabilmesinin, memurdan çok “iş adamı” olması sayesinde mümkün olduğunun altını çizer:

(Cemal Paşa) İş adamı olduğu için, bürokrasiyi ve memur kafasını iyiden iyiye kırmıştır. Bir vakitler ordu müesseselerinde bütün müracaatların 24 saatte hallolunması emrolunmuştur. Yirmi dört saatte herhangi bir işi bitiremeyen memur, kendi büyüğüne sebebini söylemeye mecbur olduğu gibi, müracaat sahibi, amirin kapısını vurup işinin bitirilmediğini haber verebilirdi.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/memur-zihniyeti

Esaslı yollardan biri yapılacaktı. Yolun belli bir zamanda bitmesine lüzum vardı. O zamanlar Lübnan’da oturuyorduk. Cemal Paşa, Şam Valisi Hulusi Bey’e (Eski Nafia Nazırı, mühendis) bu tarzda emir verdi. Hulusi Bey:

– Fennen imkân yoktur, diyor ve bu imkânsızlığı ispat etmek için başmühendisi yola çıkardığını yazıyordu.
Başmühendis Ayin Sofar’a geldi. Koltuğu çanta ve dosya dolu idi. Bu yığınlarca kâğıt ve cetvel, yalnız bir şeye yarayacaktı: Orduya lazım olan yolun ordu için lüzumlu olduğu zamanda yapılamayacağını ispat etmek!Başmühendisi kumandanın yanına ben götürmüştüm. Kendinden pek emindi. Fakat daha kapıdan girer girmez Cemal Paşa, suratı astı:

– Şimdi koltuğunuzun altında ne varsa, hepsini şu masa üstüne atınız! dedi. Mühendis şaşırdı.

– Hepsini, hepsini, son kâğıda kadar! Ve şimdi karşımda durunuz.Gözlüklü mühendis, boş kollarıyla dikili kaldı.

– Size yalnız şunu emrediyorum. Bu yolun o tarihte bitmesi için ne kadar paraya, ameleye, kazma ve küreğe ihtiyacınız vardır? Gidip dairelere haber vereceksiniz ve doğru Şam’a hareket edeceksiniz. Yol o tarihte bitmezse, sizi son taşların atıldığı yerde idam ettireceğim.

Başmühendisin idam edilmediğine tabii şüphe etmezsiniz. Yol, saati saatine bitti.Bugünkü okurlar bu idam sözüne şimdi hayret edeceklerdir. Büyük Harp’te öldürmek, astırmak, vurdurmak sözleri beş lira ceza gibi hafif kıymetler almıştı.Bir gün Beyrut’ta bir telgrafçının önüne:– Bir dakika geciktiren, idam olunur! ihtarlı, doğrudan doğruya, yahut transit olarak, bir tomar telgraf yığılmış olduğunu ben görmüştüm.

Bu adamın bin parça edilmesi lazımdı.

İfratlar bırakılırsa, bürokrasiye karşı her türlü şiddet benim hoşuma gider.Bürokrasi bilhassa bizde tembelliği, kararsızlığı, kafasızlığı, kötü niyeti, bilgisizliği meşrulaştırmak demek olmuştur.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/mizmiz-memurlari-calistirma-yolu             

Falih Rıfkı Atay’ın tespitlerine katılmakla birlikte bürokrasiyi bu korkunç haliyle yeniden üreten yapının da bizzat bürokrasinin kendisi olduğu gerçeğini atlamamamız gerektiğini düşünüyorum. Siyaset kurumunun memuriyeti bir sus payı, muhalif fikir sahiplerini pasifize etme aracı ve oy satın almak için elverişli bir koz olarak kullanmak istediğini göz ardı edecek değilim. Ancak bürokrasiyi siyasetin tanzim ettiğini söylemek de, 1950’ye kadar mutlak hâkimiyetini sürdüren, sonrasında da on senede bir asıl iktidar olduğunu gayet yıkıcı bir şekilde “hatırlatan” bürokratik vesayetin etkisi ve belirleyiciliğini görmezden gelmek olacaktır.

Zorlukları, gerçek ya da sanal engelleri olabildiğince hızla aşıp iş bitirmek isteyen iş adamı kafası ile yukarıda tarif edilen memur kafasının çatışması Ahmet Hamdi Tanpınar’ın efsanevi romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde uzun uzun işlenir. Aşağıdaki paragrafta, Tanpınar’ın bürokrasiyi, Cemal Paşa misali “iş adamı kafasıyla” yeniden tanzim etmek isteyen roman karakteri Halit Ayarcı’ya söylettikleri dikkat çekicidir.

Realist olmak hiç hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânâsı ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz dedim. Yeni adamın realizmi başkadır.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/hakikati-oldugu-gibi-gormek-bozgunculuktur

Tanpınar Halit Ayarcı’ya neden tepkilidir? Eski köye yeni âdet getirdiği, mazinin sisli hülyalar arasında kalmış güzelliklerine iltifat etmediği için mi, yoksa Ayarcı’nın getirdiği yenilikler yozlaşmayı ıslah etmek yerine daha da derinleştirdiği için mi? Romanı okurken Tanpınar’ın bir noktada önce çaresizliğe, sonra boşvermişliğe, hatta bir tür nihilizme kaydığını düşünmüştüm. Herhalde bugünün ıslahatçılarından daha müspet, daha ümitli yaklaşımlar beklemek hakkımızdır. Zamanın eskittiği her şey gibi bürokratik sistemin de fonksiyonunu sürdürebilmesi için ıslah edilip yeniden üretilmeye ihtiyacı var.

Yeni adamın realizmi nedir? Bir hakikati var mıdır, yoksa o da eskilerinki gibi süslü bir yalan mıdır? Bunları zaman gösterecek.

Twitter: @salihcenap

Sanat arkadaşıdır, ilim başının tâcı, Yurt için, millet için çalışır haritacı

Bürokratlarımız, milletvekili olabilmek için devletteki vazifelerinden istifa ediyorlar. Aslında bu istifaların oldukça rahatsız edici bir tarafı var. Nedir mi dediniz? Açıklayalım.

Hayatımızı kuşatan birçok kanuni düzenleme var. Bu düzenlemelerin bir kısmı varlık sebeplerini yitirmiş durumdalar, bazıları demode, başka zamanların ruhuna göre hazırlanmışlar ve ölmek bilmez bir hayalet gibi etrafımızda rahatsız edici varlıklarını sürdürüyorlar. Zamanında en doğru en isabetli şekilde yapılmış düzenlemeler bile bir müddet sonra eskiyorlar. Hayat akıyor, her şey değişiyor, hızla gelişen teknoloji, değişen demokratik standartlar, hatta iyileşen ekonomik durum bile değişiklikleri kaçınılmaz kılıyor.

Devlet, vatandaşların hayatlarını kolaylaştıracak, hudutları dikkatlice çizilmiş, herkesin hukukunu koruyacak, mağduriyetleri önleyecek kurallar koymak ve bunları uygulamak için çalışan devasa bir organizasyon. Kuralların belirlendiği yer meclis, yani yasama organı. Bu dev organizasyon çarkının çalışmasını temin ve idare eden kurmaylar ise bürokratlar. Sistemi işletmenin yanı sıra, işletmede çıkan problemleri tespit etmek, köhneleşen, varlık sebeplerini yitiren, delik deşik olmuş hukuki düzenlemeleri tespit edip düzeltmek aslında en başta bu “kurmaylardan” bekleniyor.

Örnek vermek gerekirse, mesela Ulaştırma Bakanlığı bürokratlarına çok iş düşüyor. 1924 tarihli ve 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun tarif ettiği telefonlar ve telgrafları ancak müzelerde bulmak mümkün bugün. Uydulardan gönderilen elektromanyetik dalgalar üzerinde taşınan devasa veri paketlerinin dünyanın bir ucundan bir ucuna saniyeler içinde nakledildiği günümüzün kablosuz iletişimini, henüz internetin adının bile anılmadığı 1983 senesinde çıkartılmış “2813 Sayılı Telsiz Kanunu” ile düzenlemek imkânsız! Eksikler nelerdir, nerelerde hangi boşluklar oluşmaktadır? Artık bugünün en büyük beynelmilel tehdit konusu haline gelen “siber güvenlik” nasıl sağlanacaktır? Gerçek dünyanın kıyısında bir gecekondu mahallesi gibi ortaya çıkıp, zamanla gerçek hayatın tüm damarlarına yerleşen “sanal dünyanın” hukuku nasıl olacaktır? Bu ve benzeri yüzlerce soruyu sormak, cevaplamak, çözümler üretmek ve nihayet ürettikleri çözümleri hukukî metinler haline getirip kanunlaşmak üzere meclise sunmak hep o bürokratların işleri.

Mesela memuriyet denildiğinde akla ilk gelen kurum olan “Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü” ve kuruluşu Osmanlı zamanına uzanan, en köklü devlet müesseselerimizden “Harita Genel Komutanlığı” bürokratlarından beklentiler de çok yüksek. Mühendislerin ellerinde kalem kâğıt, hesaplamalar yapıp haritalar çizdiği otuzlu, kırklı, ellili yıllar çok geride kaldı. Artık bilgisayarlarda “coğrafi bilgi sistemleri” ile “CAD” programları ile sayısal verilerle çalışan yeni bir mühendis nesli var. Bir zamanlar okullarda haritaların altında gördüğümüz “Harita Genel Komutanlığı’nın izni ile basılmıştır. İzinsiz olarak kopyalanamaz, çoğaltılamaz.” türünden ifadeler, şehirde buluşacakları noktanın koordinatları birbirlerine Google haritaları üzerinde gönderen gençler için artık hiçbir şey ifade etmiyor. Bilgisayarların hayatımıza bu kadar yerleştiği bir zamanda tam da bilgisayarlara yaptırılacak bir iş olan tapu sicil kayıtlarının üretilmesi, saklanması ve ilgililerine sunulması işinin yakasını, hâlâ tozlu raflarda istiflenmiş kâğıtlardan tam olarak kurtarabilmiş değiliz. Tapu kadastrodaki ağır işleyiş adalet sisteminin bileklerine prangalar vuruyor. Bitmek tükenmek bilmez tapu kadastro davaları yargının sırtında büyük bir kambur oluşturuyor. Askerî-sivil bürokrasinin ıslah etmesini beklediğimiz dünya kadar iş var.

Misalleri arttırmak çok kolay ama sanırım muradımız anlaşılmıştır.

Okuyan, yetişen, bilgi, beceri ve tecrübeleriyle temayüz eden bürokratların en verimli olacakları noktada ve zamanda istifa edip siyasete atılma heveslerine sadece bir geçerli mazeret olabilir: Bürokratken tüm çabalarına rağmen yasamanın dikkatini yeterince çekemedikleri, meslekleriyle ilgili problemleri, yasamanın bir parçası haline gelerek gündeme taşıyabilmek. Fakat bu da çok naif bir mazeret olurdu doğrusu! Eğri oturup doğru konuşalım. Kimse bir siyasetçi adayına mesela tapu kadastro sistemini ıslah etsin yahut afet yönetimini kurumsallaştırsın diye oy vermez. Bu işler ancak bürokrat koltuğunda yapılabilecek işlerdir.

Lafı dolandırmadan söyleyelim: Milletvekili olmak için vazifelerinden istifa eden bürokratların, millete de, kendilerine de, mesleklerine de saygıları konusunda kafamızda şüpheler uyanıyor.

Bu el üstünde tutulan, müsteşarlık, genel müdürlük, başkanlık gibi pozisyonlara getirilerek taltif edilen, devletin imkânları önlerine serilen ve bunların karşılığında kendilerinden çok şeyler beklenen devlet adamlarımızın, komutanı olarak atandıkları mevzileri ilk fırsatta terk edip başka bir işe talip olmaları devlet adamı ciddiyeti ile ne ölçüde örtüşür?

“Kendisine tevdi edilen vazifeleri başarıyla yerine getirmiş bir bürokrat bilgi, beceri ve tecrübelerini siyaset arenasında neden kullanmasın?” diye sorulabilir. Siyaset ile bürokrasi ne kadar iç içe geçmiş gibi görünürse görünsün tamamen farklı disiplinlerdir. Mesela “bir su ürünleri profesörü derin birikimini neden olimpiyatlarda yüzücü olarak kullanmasın” sorusu ne kadar anlamsızsa bu soru da o kadar anlamsızdır.

Ayrıca milletvekili adayı olmak üzere istifa eden bürokratlar gerçekten onlardan bekleneni, üzerlerine düşeni yapmış, tamamlamış mıdırlar? En tepe koltuklarını milletvekili olabilmek için boşalttıkları kurumlarda ve tüm ülkede adları, “falanca kurumu ıslah eden devlet adamı” veya “filanca müesseseyi modernize eden bürokrat” olarak anılacak mıdır? Portreleri, bir zamanlar idare ettikleri müesseselerin en mutena köşelerinden birine asılacak mıdır? Ömürleri boyunca kurum personellerinin saygı ve sevgiyle andıkları, takip ettikleri, mesleki dergilerde röportajlarını heyecanla takip ettikleri, hatta çocuklarına örnek gösterdikleri kimseler olarak anılacaklar mıdır?

Yoksa taş üstüne taş koymadan, kendilerine büyük beklentilerle sunulan koltuğu işgal ettikleri sürece mesailerini, kendilerini siyasete taşıyacak siyasilerle yakınlık sağlamak için harcamış, hiçbir iz bırakmadan gelip geçmiş memurlar kervanına mı katılacaklardır?

Harita Genel Komutanlığı’nın sitesinde rast geldiğim şu marş, tüm naifliğine rağmen meslekî bir heyecanı aksettirmesiyle dikkatimi çekti:

Düşman emellerini, çarpışmadan ezer o
Kıyı demez, köy demez, bozkır demez gezer o
Kalemiyle vatanın tapusunu çizer o
Sanat arkadaşıdır, ilim başının tâcı,
Yurt için, millet için çalışır haritacı.

Her dağımda imzası, her ovamda izi var
Bozulmayan mayası, değişmeyen özü var
Gönlü enginlerdedir, yücelerde gözü var
Sanat arkadaşıdır, ilim başının tâcı,
Yurt için, millet için çalışır haritacı.

http://www.hgk.msb.gov.tr/harita-marsi

Bu hisleri taşıyan, mesleğine âşık bir haritacı, bir meslek, bir sanat, bir zanaat sahibi, ömrünü hayırlı bir iş yaparak tamamlama derdinde, idealist bir üst düzey bürokrat tasavvur edin. Hayatı boyunca üzerinde çalıştığı eserini tamamlamaya çalışırken kapısını çalıp onu milletvekilli olmaya davet etseniz muhtemelen size  “kusura bakmayın” diyecektir. Burada ömrümü verdiğim, emekli olmadan evvel tamamlamaya çalıştığım “gerçek” ve “kıymetli” bir işim var!

Ben partilerin milletvekili adaylarını belirleyenlerden biri olsaydım, üstün başarıları nedeniyle bizzat peşine düştüğüm, özel rica ve davetlerle kazanmaya gayret ettiğim bürokratlar dışında, kendiliğinden vazife yerini terk edip milletvekili adayı olmak için kapımı çalan hiçbir bürokratı aday yapmazdım.

İyi devlet adamlarını, bin kişinin talip olduğu ama bir kişinin alabildiği güzel, becerikli, asil bir kız gibi görmek lazım. Bilmem kaçıncı metresi olabilmek için, hovarda bir zengin delikanlının kapısını aşındıran bir kızın, kabul görse bile o kapıda ne kadar itibar göreceği baştan bellidir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, hayatını anlattığı “Yaşadığım Gibi” isimli eserinde, Avnullah Kâzimi Bey isimli bir devlet memurundan bahseder ki sanırım kafamda yaşattığım ideale yakındır:

Bu (taşındığımız) evde bizden evvel mutasarrıf Avnullah Kâzimi Bey oturmuştu. Şair Halide Nusret Hanım’ın babası olan bu zat, Kerkük’te çok iyi bir hâtıra bırakmıştı. Onun hakkında söylenenleri şimdi hatırladıkça, eski imparatorluğun devamını sağlayan, o tuttuğunu koparır, çakır pençe memurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Şehre ve havaliye sükûnet getiren, devlet otoritesini koruyan bu cins memurlara eskiden halkımız bir nevi keramet, hiç değilse bir dindarlık, riyazet izafe ederdi. Avnullah Kâzimî için de böyle olmuştu. Mektep arkadaşlarının çoğu, onun geceleri soyunmadan bir post üzerinde yorulana kadar ibadet ve dua ettiğini ve oracıkta kıvrılıp uyuduğunu, sonra atına binip eşkıya takibine çıktığını anlatırlardı.

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/osmanlinin-son-doneminde-devlet-otoritesini-koruyan-memurlar

Twitter: @salihcenap