Hakîkî Tecessüs At Gözlüğü Kabul Etmez

Sâbit noktalara saplanmayarak bütün tezleri ve antitezleri kucaklayan geniş bir tecessüs ve kültür…
Ey genç! Başka yolun yok.

Peyami Safa

İnanç sistemlerimiz, üst üste binerek yükselen bloklardan ziyade örümcek ağlarına benziyor. Değişik noktalardan başlayıp sayısız düğümle birbirlerine bağlanan sayısız iplikçikler misali inançlarımızla, kuvvetli, karmaşık bir sistem vücuda getiriyoruz. Kanaatlerimizi bir değil bir çok noktadan besliyoruz. Bebekliğimizden itibaren teşekkül etmeye başlayan inanç sistemimiz zamanla bir filtreye dönüşüyor. Beş hissimizle algıladığımız her şeyi, onun imbiğinden geçirmeden hafıza hücrelerimize teslim etmez hale geliyoruz. Sadece hadiseleri değil, insanları bile, bazen kendi icat ettiğimiz, bazen farkında olmadan çevreden alıp kullanmaya başladığımız kalıplara döküp beynimizin belirli raflarında istifliyoruz.

Birçok insanda algıları doğru şekilde mânâlandırma konusunda büyük kolaylıklar sağlayan bu sistem, zamanla vazifesini icra edemez hale geliyor. Hatta yeni karşılaşılan şeylerin doğru anlaşılmasına mâni teşkil etmeye başlıyor. Lunapark aynaları misâli görünenleri deforme ediyor. Yahut at gözlüğü gibi görüşü tahdit etmeye başlıyor. Şablonlara, kalıplara uymayan algılar, ya yok sayılıyor, ya da zorla kalıplara uydurulmaya çalışılıyor. Bu zorlamalar inanç sistemini laçkalaştırdıkça tasavvurlarda sakatlıklar husule gelmeye başlıyor.

Alev Alatlı’nın “Schrödinger’in Kedisi” isimli kitabında anlatarak kitlelere tanıttığı toplumsal “afazi” hastalığının kaynağını araştıranların yollarının mutlaka inanç sistemlerindeki sözünü ettiğimiz “anomali’ye” uğraması gerektiğini düşünüyoruz. Garip bir şekilde hayata dâir hemen her mevzuda “tembihli” hale gelen-getirilen insanların artık sağlıklı iletişim kurmaları zorlaştıkça zorlaşıyor. İdeolojik kamplar bile artık insanların belli bir ideolojiyi inceleyip benimsemesiyle değil, belli düşünce desenlerini tekrarlayan insanların arasına katılmasıyla kurulur hâle geliyor. Düşünce desenleri sabitleşip donuklaştıkça, onların ifâdesi için kullanılan kelime kadrosu da belirginleşiyor, standart hale geliyor ve daralıyor. İletişimin en mühim medyası olan lîsan böylesine tahdit edilince mânâların da solması, flulaşması kaçınılmaz hale geliyor. Tamamen hissî yaklaşımlar kıymet kazanırken, aklın mantığın imbiğinden geçirilmiş, serinkanlı mütealâlar sırra kadem basıyor. Bir yandan kelime kadrosu daralırken bir yandan da kelimelerde ciddi mânâ kaymaları oluşmaya başlıyor. Ancak fikir grubunun sınırlı sayıdaki mensubunun üzerinde (o da kısmen) uzlaşmaya varabileceği yeni mânâlara bürünmüş kelimeler “içeride” iletişim için işe yarıyor gibi görünüyorlar. Fakat “içeridekiler” maalesef bu kelimelerden mamul kayığın “dış” dünya sularına açıldıkları anda batacak kadar çürük olduğunu göremiyorlar.

Bir misal vererek meseleyi açmayı deneyelim. Kısa zaman önce, bazı alevi dernekleri Amerika’nın Hz. Ali’nin türbesini bombalamasına tepkilerini göstermek için bir basın toplantısı düzenlediler. Derneklerin temsilcisinin konuşması şu şekildeydi: ”Bu yapılan saldırı, emperyalist bir saldırıdır. Emperyalist Amerika bombalarını, eşitliğe, insan haklarına, laikliğe atmıştır!”

Sınırlı kelime kadrosu, kayan manalar, sadece hislerin eline teslim edilmiş cümleler bakış açısını işte böyle daraltıyor. Hani meşhur bir söz vardır, “elinde çekiçten başka aleti olmayana bütün meseleler çivi gibi görünür” diye. Bu hataya maalesef her geçen gün daha çok kişinin düştüğünü müşahede ediyoruz. Bir misal daha verelim:

Anlı şanlı üniversite hocalarının, koca koca profesörlerin, dekanların, rektörlerin, koltuklarını koruma mücadelelerini “laiklikle” irtibatlandırdıklarını müşahede ediyoruz. Hocaların bu davranışları sadece, “laikliği” kendi davaları için kullanıyor olmalarıyla açıklanamaz. Aslında mahut hocaların elinde kalan birkaç çekiçten biridir “laiklik”. Sosyal ilişkiler tesis ettikleri çevreler, okudukları gazeteler, kitaplar, seyrettikleri programlar onlara hayatın farklı renklerini göstermek şöyle dursun, gittikçe daha kesinleşen çizgilerle siyah-beyaz bir dünya tasavvuru sunmaktadır. Onlar da buna razıdır zaten. Bu basit dünyada öyle çok fazla kelimeye ihtiyaç yoktur. Camiada herkes birbirini anlamaktadır. Dışarıda kalanlar ise zaten “cahiller”, ”aymazlar” ve “düşmanlardır”. Bu hocaların, “Atatürk”, “laiklik”, “irtica”, “bölücülük”, “devrim”, “takiyye” gibi yirmi kadar kelimeyi kullanmaları yasaklansa kürsülerde tutulup kalacaklarını söyleyenler yanılmamaktadırlar.

Sözünü ettiğimiz hastalık maalesef her yeri sarmış gibi görünüyor. Çok yakın çevremiz de buna dahil. Gittikçe eski dostlarımızla bile sağlıklı iletişim kuramaz hâle geliyoruz. Fikirlerimizi müşterek satıhlarda buluşturamıyoruz. Birbirleriye fikir teatisinde bulunmak, istişare yapmak için bir araya gelen insanlar aslında birbirlerini dinlemiyorlar. Dinleseler de anlamıyorlar. Herkes eteğindeki taşları ortaya boşaltıp çekiliyor. Tabiatıyla neticede hiçbir yere varılamıyor. Canları sıkılmış, insanlar ağızlarında buruk bir tatla evlerinin yollarını tutuyorlar. Bugün biricik dünyamızda herkes “başka dünyaların” insanı olmak yolunda koşuyor.

Peki ne yapmalı? Bu hastalıkla nasıl mücadele etmeli?

Belki en doğrusu işe hakîkî tecessüsün at gözlüğü kabul etmeyeceğini kabul ederek başlamak. Tecessüsümüze giydirdiğimiz at gözlüklerini çıkarmanın yolu ise önce tahammülden geçiyor. Farklı fikirlere, anti-tezlere, hatta bazen spekülasyonlara tahammül kabiliyetimizi inkişaf ettirmeliyiz. Her şeyi çözmüş, her sırra vakıf olmuş gibi davranmaktan vazgeçmeliyiz. Alternatif hatta spekülatif mütealaları, bir çırpıda mahkum edivermek için değil, anlamak için, icabında bilgilerimizi tashih edebilmek için, sabırla ve dikkatle dinlemeyi denemeliyiz. Anlamak için, kavramak için dinlemek… Ama mesele bundan ibaret değildir. Tezlerle beraber anti-tezleri de kucaklayacak bir tecessüs tesis edebilmek için zihnimizin tüm kompartımanlarını aynı tezin ikametine teslim etmekten vazgeçmeliyiz. “Acaba hakikaten her şey bildiğim gibi mi?”, “yoksa doğrusu bildiğim gibi değil mi?”, “yanılmış olabilir miyim?”, “ya muhatabım haklıysa” gibi suallere zihnimizde kontrollü serbest dolaşım hakkı vermeliyiz.

Tecessüsün arkasına saklanmış kararsızlığı, tarafsızlık kılığına girmiş korkaklığı, herkese bir selam sarkıtan yalakalığı, nabızlara göre şerbet veren pragmatizmi, asla müdafaa etmediğimizi ifâde etmek isteriz. Meselemiz şuurlarımızı örten, bakışımızı şaşılaştıran inanç sistemimizin ıslahından başka bir şey değildir.

Salih Cenap Baydar
9 Haziran 2004
Çarşamba
Ankara-Ataç Sokak

Saddam’ın yıkılan heykelleri mağara duvarındaki gölgelerdi aslında

Eflatun’un mağara istiaresini (benzetmesi – analojisi) hatırlayacaksınız. Biz yine de kısaca tekrarlayalım. Muhtelif versiyonları bulunan istiare temel olarak şöyle: Bir mağara hayal edin. Mağaranın güneş ışığının hiç ulaşmadığı derinliklerinde, orta yerde bir duvar olsun. Sırtları bu duvara dayalı, elleri bağlı, hareket edemeyen, başlarını karşı duvardan başka yöne çeviremeyen insanlar bulunsun. Duvarın arkasında bir mum, üzerinde küçük heykeller tasavvur edelim. Mum alevi oynadıkça heykellerin hareket eden gölgeleri karşı duvara düşmektedir. Sırtları orta yerdeki, üzerinde heykellerin bulunduğu duvara dayalı insanlar ise karşı duvarda oynaşan gölgeleri hakikat sanmaktadırlar. Ben, zihnimde bu istiareyi bir adım daha ileri götürüyorum. Duvar önündeki insanlardan biri, bir şekilde zincirlerinden kurtulmuş olsun. Hareket kabiliyeti kazanınca önce duvarı, heykelleri ve mumu görecektir. Sonra belki korka korka mağaranın ışık sızan çıkışına doğru yürüyecektir. Mağaranın kapısından dışarıya doğru atılan ilk adım, tabi ki acı dolu bir tecrübe olacaktır. Işığın böylesine kuvvetlisiyle, parlağıyla ilk kez karşılaşan gözler kızaracak, sızlayacak, yanacak ama nihayetinde bu ışığa da alışacaktır. İşte o an, şanslı insanımızın gölgelere inanmakla geçen zamanlarına yandığı an olacaktır. Bu hislerle geri dönüp, eski dostlarına “hakikati” anlatmak isteyen adamımızı bekleyenler ise reddedilme, meczup sayılma ve dışlanmadan başka bir şey olmayacaktır. Mağaradakiler gölgelere öylesine inandırılmış yahut inanmış olacaklardır ki, bırakın bu gölgelerin oluşmasına sebep olan heykellerin, mumun bile hakikat olmadıklarına inanmayı, gölgelerin bile sahteliğine inanmayacaklar, hakikatin, mağaranın dışında olduğunu, ağaçları, dereleri, güneşi anlatmak hiç kâr etmeyecek, anlatanlara kazandıkları nefretle kalacaklardır.

Bu benzetmede aslında dikkat çekilmek istenen, sembollerin nasıl hakikatin yerine ikame edilebileceğidir. Eğer insanların ellerini bağlayıp, gözlerini istediğiniz noktaya sabitleyebilirseniz, onları, gölgelerin hakikatin ta kendisi olduğuna inandırabilirsiniz. Peki bu söylediğimizin gerçek hayatta karşılığı nedir? Başka bir misalle açıklamaya çalışalım: Bir ülke idare ettiğinizi düşünün. Okullarda ne okutulacağına siz karar veriyorsunuz. Ders ne olursa olsun öğretmenlerin aslı vazifeleri sizin propagandanızı yapmak. Müfettişleriniz aralıksız bir şekilde sizin propagandanızın yapılıp yapılmadığını kontrol ediyorlar. Televizyonların, radyoların yayınlarını tamamen kontrol ediyorsunuz. Yayınlarda hoşunuza gitmeyen bir konu yer alırsa programcılara çok büyük cezalar verebiliyorsunuz. Gazeteleri, dergileri, çizgileri ne olursa olsun son tahlilde sizin “dokunulmaz”, “yarı tanrı” rolünüzü kabul etmeye zorlayabiliyorsunuz. Bir meclisini var ama size bağlılık yemini etmeyen milletvekili olamıyor. Kaza eseri propagandanız tesirinden kendini uzak tutabilmiş vatandaşlarınızı da tesbit etmek için istihbarat örgütünüzü kullanıyor, yakaladığınızda hapishanelerinize tıkıyor, o da olmazsa kendinize bağlı silahlı gruplar marifetiyle sessizce ortadan kaldırıyorsunuz. Yine kontrolünüz altındaki sözde sivil toplum örgütlerini, muhaliflerinize karşı kullanarak toplumda hiçbir zorlama olmadan sevilen lideri oynuyorsunuz. Silahlı kuvvetleriniz her gün sizin izinizden ayrılanları doğduklarına pişman edeceklerine yemin ediyor. Bütün sanatçılarınız sizin izinizde olduklarını söylüyorlar. Ülkenizin ressamları sizin portrelerinizi yapmak için yarışıyorlar. Heykeltıraşlarınıza, her şehrinizin her meydanını, her okulunu, her resmi binasını heykellerinizle, büstlerinizle doldurmaları emri veriyorsunuz. Ülkenizde herkes sizi seviyor yahut acı çekiyor.

Şimdi bu farazi dünya ile mağara istiaresi arasındaki irtibatı kuralım. Farazi dünyanızdaki gücünüz, acı kuvvetiniz, mağaradaki insanların ellerinin bağlayan iplere, bakışlarını karşı duvarda sabitleyen güce tekabül ediyor. Medya, sarı sendikalar, sözde sivil toplum örgütleri sizin imajınızı (gölgenizi) karşı duvara olduğundan daha büyük ve daha farklı şekilde aksettirmek için yerleştirilmiş “mumlara” karşılık geliyor. Bütün zalimliğinizle siz ve icraatlarınız, duvarın üzerindeki heykellere tekabül ediyor. Sürekli aldatarak yeriniz muhafaza edebildiğiniz halkınız, mağara duvarında eli bağlı insanlar oluyor. Ve nihayet sizin imajınız, insanları kâh korkutmak, kâh sindirmek, kâh kandırmak için bazen abartılan, bazen saklanan fikirleriniz, emelleriniz, hareketleriniz, gölgelere karşılık geliyor.

Yukarıda anlattığımız farazi ülkenin en azından benzerlerini görmek için başınızı kaldırıp etrafa bakmanız yeter! Irak böyleydi, Suriye böyle, Libya böyle, Suudi Arabistan böyle ve bölgede daha birçok ülke daha böyle. Burada insanı dehşete düşüren, gölge oyunun çift katmanlı yapısı. Eğer Saddam’ın vatandaşı değilseniz yahut onun tesir alanından uzakta durabiliyorsanız oyunun birinci katmanını görebilirsiniz: Saddam zalim bir diktatördür. Aslında halk falan onun umurunda değildir. Halkının sefaleti üzerinde bir saltanat kurmuştur. Dinden bahsediyorsa yalandır. Milliyetçilik nutukları palavradır. Bu nutukları tesir alanındakiler gözyaşları içinde alkışlar, siz acı acı tebessüm edersiniz. Ama mesele bundan ibaret değildir! Saddam bir şekilde hükümetini devirip iktidarı gasp eden bir eşkıya değildir. Onu oraya getiren bir takım güçlere karşı el altından ödediği bedel sayesinde varlığını devam ettiren bir zavallıdır. Ağa değil kahyadır. Marabaların, köylülerin kanlarının, emeklerinin, tabi kaynaklarının gerçek ağaya pompalandığı boru hattının başında bir kontrol memurudur. Ağa marabasını kovmuş, heykelini mağara duvarından indirmiştir. Yeni kahyanın heykelinin duvar üstünde yerini alması gecikmeyecektir.

Irak’ta bir zalim bir diktatörün heykelleri alaşağı edildi. Duvarın üstündeki heykel düşünce bir an için mağara duvarında ışık ve gölgeler de kayboldu. Ama yanılmayalım! İnsanlar hürriyetlerine kavuşmadılar. Hatta hadiseyi anlamadılar bile. Oldukları yerde şaşkın, duvarda yeniden gölgelerin oynaşmaya başlamasını bekliyorlar. İnanın bu çok gecikmeyecek, eskisinin yerine yeni ışıkları ile aydınlatılan yeni heykeller gecikmeden ikame edilecektir.

Bizimkiler gibi ülkelerde kendilerine “aydın” denen insanlar, maalesef üzerlerinde oynanan oyunları ya hiç anlayamıyorlar, ya kısmen kavrayabiliyorlar, ya da anlasalar da tesir sahasında bulundukları lider ve çevresinin şerrinden korkup gerçeği ortaya koymaktan imtina ediyorlar. Libyalı bir “aydın” bir Libya gazetesinde şöyle bir yazı yazsa hiç şaşırtıcı olmazdı: “Şu Irak’lılar Saddam’dan neler çekiyorlar! Aslında bu adam sahtekârın birisi. Acımasız bir diktatörden başka bir şey değil! Milliyetçiliği de yalan, vatanseverliği de. Tabi herkesin yüce önderimiz Kaddafi gibi bir lidere sahip olma şansı olamaz ki!” Bir Suriye gazetesinde de şöyle bir yazı hiç garip kaçmazdı: “Irak’ın düştüğü vaziyet ne kadar acı! Aslında bizi kendilerine örnek alsalar, Hafız Esad’ın bize açtığı yolda, gösterdiği ilkeler istikametinde yürüyebilmiş olsalar asla bu hale düşmezlerdi!”

Bilmem anlatabiliyor muyum! Hakkın yolunda, hakikatin peşinde olanların işi ne gölgelerle ne de heykellerledir. Edinilen tecrübeler, gören gözler, hisseden kalpler için kuklacının adresini tüm açıklığıyla işaret etmektedir.

Salih Cenap Baydar
17 Nisan 2003
Perşembe
Frankfurt – Seckbach

Matrix’i Yeniden Yüklemek

Sistem inşa etme ameliyesinin, “sıradan olanın” çok fevkinde bir şuur seviyesinin kârı olduğunu teslim etmemiz gerekir. Yazımızda, bu üst şuur seviyesine ulaşmış insanlardan bundan sonra “mimarlar” diye bahsedeceğiz.

Sıradan insanın, çocukluğundan itibaren, belki de başka mimarlarca şekillendirilmiş zihniyle, bir sistem kurması, hele hele mimarların sistemlerine muhalif yahut onlara alternatif sistemler kurması asla söz konusu olamaz. Buna gücü yetmez sıradan insanın. Mimarların gıdalandıkları bilgi kaynaklarına ulaşmak, yani sıradan olanın biraz ötesine erişmiş olmak da kâfi gelmez. Çok daha ötesi lazımdır. Bu konuya döneceğiz.

Sistemi inşa etmiş olmak, işin ilk adımıdır aslında. Mimarlar, müesseselerinin hayatiyetini sürdürebilecek şekilde idaresini, ta en baştan planlarlar ve müesseselerini daha inşa aşamasında bu planlara göre şekillendirirler. İyi mimarlar, iyi programcılar, iyi tasarımcılar, tasarladıkları yapı, program yahut müesseselerde meydana gelebilecek hataları, kusurları, eksikleri, yani “anomalileri” önceden düşünüp ona göre tedbirleri alanlardır. Eşyanın tabiatı gereği, sistemler de doğar, gelişir, zamanı bitince çöker ve yok olur giderler. Bu kaçınılmazdır ama kimi mimar kendisini “ölümsüz sistemlerin tesisi” illüzyonuna kapılmaktan alıkoyamadığından, kimisi de (daha arif olanları da) en azından sistemlerinin hayatlarını uzatabilmek maksadıyla tedbirler alırlar.

Mimarların sahip olduğu üst şuur seviyesinden bahsederken aslında yüksek bir “farkındalık” seviyesinden de bahsetmiş oluyoruz. Mimarlar, tıpkı satranç oyuncuları gibi, sadece mevcut haldeki muhtemel tehdit ve fırsatların değil, müstakbel tehlike ve fırsatların da, -sıradan insanlara nispetle çok daha fazla- farkında olan kişilerdir.

Satranç oyuncusu, ancak rakibine göre tehdit ve fırsatların daha fazla farkındaysa başarılı olur. Satranç oyuncusunun stratejisini, rakibinin stratejisinden daha üstün yapan işte bu “farkındalıktır”. Tehdit ve fırsatların farkında olabilmek için onları bilmek gerekir. Analojimizdeki bu “bilginin” hayattaki karşılığı, hemen hemen her akademik disiplinin sağladığı bilgilerdir. Bununla beraber, bu bilgiler içinde tarih bilgisinin ve tarih felsefesinin müstesna bir yeri vardır. George Orwell, harika aforizmasıyla bizi bu noktada tasdik eder: “Geçmişe hükmeden, bugüne ve geleceğe de hükmeder.”

Bilmek ve hükmetmek mimarlar için eş mânâlıdır. Çünkü bilgi güçtür. Hükmetmeye götüren güç.

Bilgisayar programcıları, muhtemel “hataların” yahut programcı lisanıyla söylersek “istisnaların” (exception ların) “çaresine bakacak” kodlar (error-handlers) yazarlar. Program, işleyişi esnasında bir dosyayı olması gereken yerde bulamazsa yahut mevcut olması gereken bir bağlantı kopmuşsa çökmemeli, kullanıcıya meselenin ne olduğuna dair bilgi vermeli ve eğer kapatılması kaçınılmaz hale gelmişse kayıtlı bilgilerin kaybolmasına yahut bozulmasına müsaade etmemelidir. Dahası, programın tüm sistemi çökertmesi tehlikesinin de (bir programın kilitlemesi yüzünden yeniden başlatılması gereken sistemleri hatırlayın) hatalara karşı tedbir alınması tüm sistemin sıhhati açısından elzemdir.

Bilgisayar programcısını mükemmelliğe taşıyan bu yaklaşım, toplum mühendisliği yapmaya kalkan mimarların da akıllarından hiç çıkarmadıkları bir yaklaşımdır. Ne var ki: Ne kadar hatanın çaresine bakarsanız bakın, hiçbir sistem ölümsüz değildir. Dünyanın en büyük satranç oyuncusu da bir gün kaybetmeye mahkûmdur.

Şimdi mücerret plandan müşahhas plana geçelim…

İsimlerine toplum mühendisleri denilen ve çoğu zaman nefretle anılan insanların sıradan insanlardan daha üst bir bilinç seviyesinde olduklarını kabul etmemiz gerekir ama bunlar asla “mimar” değillerdir. Olsa olsa gerçek mimarların inşa ettiği işletim sisteminin üzerinde çalışan önemli programlar, pseudo-mimarlardır bunlar.

Aslında gerçek müelliflerin eserlerinde kendilerine ayrılan yerlerini alan pseudo-mimarların acemilikleri yahut başarısızlıkları hiçbir şey ifade etmez! Birkaç program (belki de bilinçli olarak) doğru işlemese de asıl işletim sistemi tamamen ayaktadır ve tıkır tıkır işlemektedir.

Mevcut sistemden sadece rahatsızlık duymak bile sıradan insanın şuur seviyesinden fazlasını gerektirir. Rahatsızlığın doğru adresini bulmak çok daha ötesini. Bu rahatsızlığın da bir “istisnai durum” olarak çaresine bakacak yapıların mevcudiyeti de asla akıldan çıkarılmamalıdır.

Sistemin alternatifini kurmadan, en azından bunu yapabilecek yüksek şuur seviyesine ulaşmadan sistemi çökertmek, çok zor olmakla beraber, mümkündür ama felaketten başka bir şey getirmeyecektir.

Öte yandan alternatifi üretilemeyen sistemin, öldürülse bile dirilebileceği, hatta kontrollü bir çöküşün son bir çıkış kapısı olabileceği de unutulmamalıdır. Yani bu, sırf yeniden hayatiyet kazanmak, tazelenmek için mimarların kabul edebileceği bir yol olabilir. Bilgisayarı yeniden başlatırsın ve sistem kapanmadan önceki tüm hatalarından arınmış olarak yeniden başlar.

Daha da açmaya çalışalım… Burada sistemden kastımız, hâlen hâkim olan dünya düzenidir. Globalleşmedir, tek tipleşmedir. Sokağa çıktığımızda gördüklerimiz, artık bize, ülkemize, kültürümüze mahsus değildir. Mesela genç kızlarının göbeklerini açıkta bırakan elbiseler giymeye başlaması, Türkiye’ye mahsus bir moda değildir. Dünyanın aşağı yukarı bütün şehirlerinin sokaklarında aynı manzarayla karşılaşacağınızı bilmelisiniz. Her sitemin, her düzenin, her modanın arkasında başlatıcılar, idareciler bulunur. İşte mimarlar diye bahsettiklerimiz de bunlardır. Dünyayı idare eden güçlü devletlerin stratejistleri, çok konuda çok şey bilen, ve bilgisini güce çevirmesini bilen efendiler, komplo teorilerine itibar edersek Bilderbeg’ciler, biraz daha ileri gidersek İlluminati teşkilatı mensupları, sistemin mimarları sayılabilir. Peki pseudo-mimarlar kim? Bunlara pek çok misal verilebilir: Milli kahramanlar, siyasetin “duayenleri”, “trend-maker”lar, mesela Türkiye’de hangi kitapların çok satacağına, hangi müziğin çok dinleneceğine, bu yaz hangi mekânın, hangi lokantanın, hangi barın popüler olacağına karar veren küçük çaplı efendiler… Geriye hataların çaresine bakan programlar kalıyor. Bunları da kabaca istihbarat teşkilatları, gizli servisler, silahlı kuvvetler olarak düşünebiliriz.

İnsanlar, belki de tabiatları gereği, sistemsiz bir hayat sürdüremiyorlar. Eğer kendileri bir sistem inşa edemiyorlarsa, başkalarınca inşa edilmiş sistemlerin içinde yerlerini alıyorlar. Mesele de burada düğümleniyor. Herkesin kendine şu suali sorması gerekiyor: “Ben mevcut sistemi, dolayısıyla bu sistemin muhtemel dayatmalarını kabul ediyor muyum?” Mavi hapçılara hiç sözüm yok. Ama kırmızı hapçıların düşünmesi gereken çok şey var. Sisteme kuru itirazın hiçbir şey ifâde etmeyeceğini yukarıda anlatmaya çalıştım. Sistemi reddeden herkesin, kendi sisteminin mimarı olmak için, yahut en azından imar faaliyetinin bir ucundan tutabilmek için öğreneceği çok şey, yapacağı çok iş, alacağı çok yol vardır.

Salih Cenap Baydar
Seckbach
7 Haziran 2003 Cumartesi

Matrix Filminin İlk Bölümü ve Düşündürdükleri

The Truman Show filmiyle başlayan bir trendin son temsilcisi sayılabilecek filimde insanların güvenilirliğini sorgulamaya hiç yanaşmadıkları bir inançlarının, duyu organlarıyla algıladıkları dünyanın gerçek olduğuna dair inançlarının, ne kadar güvenilir olduğu sorgulanıyor. Bu günlerde insanlar, Ankara sokaklarında birbirlerine şu soruyu soruyorlar:

-Sen olsan hangi hapı alırdın? Kırmızıyı mı, maviyi mi?

Aslında kırmızı hap sadece özgürlüğü, esârete başkaldırıyı temsil etmiyor. Aynı zamanda acıyı, sıkıntıyı ve envâi çeşit zorluğu sembolize ediyor. Ve zihinlerimize kritik bir soru bırakıyor: Eğer beynimize, -gerçek olmadığını bilsek de- iyi yemekler yediğimize, iyi bir hayat yaşadığımıza dair sinyaller gidiyorsa ve biz de buna inanıyorsak, ne diye rahatımızı bozmalı, lağımlarda, aminoasitlerden müteşekkil yemekleri iğrene iğrene yemeli? Ancak seçilmiş kişi -the one ya da belki mesih- olmak karşılığında tercih edilebilecek bir yol mu bu?

Aslında ne kadar uçuk kaçık görünse de, her gün yaşadığımız tecrübelerin tecessüm etmiş hallerini seyrettik sinema perdelerinde. Bu dünya değil mi hakla haksızlığın, eğriyle doğrunun, gerçekle yalanın muharebe meydanı? Bu dünya da yaşadıklarımızın gerçek olmadığını zaman zaman hepimiz dile getirmiyor muyuz? “Dünyada ölümden başkası yalan” diye terennüm etmiyor muyuz? Evet! Her şey yalan! Ama biz yine de yalanı, yahut mavi hapı tercih ederiz! Çünkü gerçeği daha doğrusu hakîkati seçmek ateşe atmaktır kendini, yalanın ilham ettiği tatlı rüyalara bir daha dönmemek üzere elveda demektir. Çünkü gerçeği tercih etmenin faturasını ödemek istemez kimse. Bu faturayı ödeyenlere hayranlıkla bakar kalabalık, ama takip etmez! Gerçeğin kahramanlarına “gerçek kahraman” payesi vermekten bile ürker ve gerçeğin yalanla savaşında, reyini yalandan yana kullanır.

Tolkien’in hobbitleri gibidir yalanı seçenler. Suya sabuna dokunmadan yaşar, problemleri çözmektense sessizce ortadan kaybolmayı seçerler. Tüm hayat felsefeleri kovuklarında huzurları bozulmadan yaşamaktır. Hiç bir risk almaz, kafalarında büyüttükleri korkularla yaşarlar. Ve Stendhal’in nefis tespiti tamamlar gerisini: “Korku içinde olan toplumları, kıt zekalı, gözü dönmüş kimseler yönetir.”

Filmde Neo (Mr. Anderson), Trinity, Morpheus ve diğerleri -gerizekâlıca bir tercümeyle “bilgisayar korsanı” diye tanıtılsalar da- birer “hacker”. Hacker jargonunu tanıyan ya da kuru bir ilginin ötesinde bu işle bizzat uğraşanlar, dünyâdaki tüm “hacker” ların anarşist felsefeyi benimsediğini bilir. Bu yazıyı okurken bile insanların tepkisini çekebilecek bu “tehlikeli” kelime aslında batı medeniyetinin kendi vahşiliğine, kendi zehrine karşı ürettiği bir panzehirin ta kendisidir. Hacker grupları anarşist gruplardır. Grup elemanları, bir kardeşlik bağıyla birbirlerine bağlıdırlar. Paylaşma ve işbirliğini benimserler. Para için değil, özgürlük için yaşarlar. Hiç bir sınır, sınırlama ve tahakkümü kabul etmezler. (Anarşist ütopyanın pratik uygulamalarıyla ilgili olarak Ursula K. Leguin’in Türkçeye kazandırılmış eseri olan “Mülksüzler” isimli romana başvurulabilir.) Bilgisayar âleminin anarşistleri olan hacker’ların da yaptıkları -çok insanın sandığı gibi- masum insanların bilgisayarlarına illegal yollardan girip zarar vermek değildir. Hacker, sadece bilgiye ulaşmak için önüne koyan engellere isyan etmektedir. Herkesin kullanımına açık olması gereken bilginin, çoğunlukla para kazanmak amacıyla saklanmasına, şifrelenmesine karşı çıkar. Çoğu hacker, kendilerine has bir takım etik kurallara bağlıdır (Kropotkin’in dilimize de kazandırılmış bulunan kitabı “Anarşist Etik” bu konuya ilgi duyanlar için bir kaynak sayılabilir). Hacker, girilen yere, varlığını belli edecek bir işâret koymakla yetinir. Bir tuşa basmakla Amerika’nin tüm telefon iletişimini kesebilecek noktaya gelen ama bunu yapmayan hackerların sayfalar süren hikâyeleri internette bulunabilir.

Otoriteye isyan, anarşistin en önemli vasfıdır. Bu meyanda Cemil Meriç şunları söylüyor:

“Anarşist belli bir şeye isyan etmektedir. Bu belli şey, hem eylemin biçimini hem de düşüncesinin muhtevasını tâyin eder. Anarşi, mutlak olarak siyasi ve içtimai her türlü baskının reddi diye tarif edilebilir. Ama anarşist, hedefi belli bir otorite biçimine, mevcut otoriteye düşmandır. Bu yönüyle felsefeden uzaklaşır ve tarihin malı olur. Modern anarşi, otoritenin modern biçimine -yani modern devlete- karşıdır, zamanımızda bütün sosyal yapının belkemiği olan devlete. Demek ki modern devletin doguşu ve gelişmesine bağlıdır anarşinin tarihi.” (Bir Facianin Hikayesi, 1981)

Peki mevcut yapı karşısında anarşistler ne yapabilir? Neo, Morpheus ve Trinity’den oluşan bir hacker grubunun afsunlanmış milyonlar karşısında şansı nedir? Bu yazıyı, bu sorunun cevabını da Cemil Meriç’ten alarak bitirelim:

“Anarşizm başarıya ulaşamaz, hele modern dünyada. İnsana Don Kisot’un trajik asaletini hatırlatır ister istemez. Yel değirmenlerinin toprağa fırlattığı Don Kişot’un. Bu değirmenler makinalaşan dünyanın sembolü. Hayata da insana da aldırmazlar.”

Matrix Bilmecesinin Cevabı Üzerine

Matrix serisi, üçüncü bölümüyle son buldu. Önceki bölümlerden farklı olarak bu kez havalarda mânâsız tenkid denemeleri uçuşmuyor. Matrix’in insanın zihnini adeta mıncıklayan, kışkırtan kurgusu bu sefer seyircileri şaşkın bırakmışa benziyor. Sanki bir şey yahut birçok şey havada kalmış gibi görünüyor.

İşin doğrusu ilk seyredişimizde serinin sonu bizim için de sürpriz olmuştu. Hollywood kalıplarına, Amerikan sinemasının klişelerine bakarak izah etmekle zorlanacağımız bir sonla karşılaştık. İnsanlığın ümidi, “mesih” nasıl olduysa serinin başından beri mücadele verdiği, yok etmeye çalıştığı makinelere teslim olmakla kalmıyor, makineleri tehdit eden bir unsuru (Smith) onlara teslim etmek ve seyircileri hayal kırıklığına uğratmak pahasına, her yanı mağlubiyet kokan sahte bir barışa imza atıyordu.

Filmdeki kurgunun bir alegori olduğunu, sembolik olarak anlatılmak istenen bir şeylerin olduğunu sanırım alelâde bir kung-fu filmi seyretmediğinin farkında olan herkes teslim edecektir. Peki ama nedir bu sembolizm? Anlatılmak istenen nedir? Bu sorulara cevap verirken iki türlü yol tutulabilir: ya filmi kendi içinde manalı ve tutarlı ama birbirlerinden bağımsız alegorilerden müteşekkil sayacağız, yahut filmin bütününde işlenmiş tek bir alegorinin izlerini süreceğiz. Birinci yol tabi ki kolay bir seçim olacaktır. Bu yolu seçenlerin filmdeki sahnelerin zihinlerde husule getirdiği tedâilere, bir bütünün içinde yer arama zahmetine girmelerine gerek kalmayacaktır. Nitekim filmle ilgili yazan, konuşan kimselerin birçoğunun bu yolu tuttuğuna şahit olduk. Fili tarif eden körler hikayesinde olduğu gibi, kimi “aslında kaşık yok” cümlesinin geçtiği sahneye bakıp tasavvuftan bahsetti, kimisi Neo’nun rüyalarına, “mimar”ın ışıktan kapısına, sezgiyle aydınlanmanın anlatıldığı sahnelere bakıp gnostisizmden. Film serisi tamamlanana kadar bu yaklaşımları mazur görmek mümkündü. Zira bütünü görmek mümkün değildi. Ama şimdi hikayenin anlatımı tamamlandı. Artık tahlilden terkibe uzanmanın vaktidir. Önce “Matrix nedir?” sorusuna verdiğimiz cevabı, sonra da filmdeki diğer sembollerin tekabül ettiği gerçeklikler üzerine düşüncelerimizi aktaralım.

Nedir bu Matrix?

Üçüncü filmi seyrettikten sonra Matrix’in ne olduğuna dair yapmış olduğumuz akıl yürütmelerinin birer birer boşa çıktığını gördük. Serinin bitişi, filmi, “neo-gnostisizm” propagandası veya medyanın modern dünyayı getirdiği noktanın post modern tenkidi olarak basitçe izah etmemize imkân tanımıyordu. Önümüzde, mevcut yaklaşımlarla izahı mümkün olmayan bir vaziyet belirmişti. Makineler dünyası neden yok edilmemişti? Matrix’in varlığını sürdüreceği bilindiği halde neden zafer kutlamaları yapılmıştı?

Bu kez, sayıları yüzleri aşan Internet’teki tartışma grupları bize bir cevap vermekten çok uzaktı. Yardımımıza yaklaşık bir senedir külliyatını okuduğumuz büyük muharririmiz Peyami Safa’nın satırları yetişti. Üstadın “20.Asır, Avrupa ve Biz” adıyla bir araya getirilen makalelerinden birindeki şu satırlar zihnimizdeki ilk kıvılcımları yaktı:

Makine medeniyetinin aleyhinde şerefli bir kafile toplanmıştır. Wagner’den ve Nietzsche’den başlayınız, Fransa’da Georges Duhamel’e gelinceye kadar, Tagore’yi bir yana ayırınız, bu kafile içinde pek çok Avrupalı sanatkâr ve filozof sayabilirsiniz: Rathenau, Keyserling, Thomas Mann, Spengler, Huizinga… Bunların ve daha nicelerinin iddialarını şöyle hülâsa edebiliriz:

İktidarın herhangi bir şekline, herhangi bir rejime, herhangi bir içtimaî sınıfa değil, makineleşmeğe isyan etmek lâzımdır. Derdin başı orada. Çünkü endüstrileşmenin bu derecesi, insan ruhuna karşı işlenen günahların en büyüğüdür. Makine, ruha ait bütün cevherleri tüketerek, insanı iç ve öz hürriyetinden mahrum ediyor. Aklın ve hesabın bu hâkimiyeti serbest fışkırma hamlelerini kaybeden ruhun kanatlarını kırmıştır. Paraya temerküz ettirerek yarattığı sermaye tahakkümüyle çalışan insanların hepsini köleleştiren de, filân içtimaî sınıf değil, tek başına odur: Makine; otomatlaştırıcı, ahmaklaştırıcı, ırgatlaştırıcı makine. (Cumhuriyet, 1939)

Makineler medeniyeti… Ruha ait cevherlerin tüketilmesi… İnsanın hürriyetinden mahrum edilmesi, köleleştirilmesi, ahmaklaştırılması, ırgatlaştırılması… Bu ifadeler, bir arada duran kibrit çöplerinden birinin alev almasıyla hızla fışkırarak birbirine sıçrayan kıvılcımlar misali, zihnimizi aydınlatıverdi. Wachowski kardeşlerin tüm dünyaya sordukları ve yaklaşık dört senedir cevabını aradığımız bilmecenin cevabı bir anda ortaya çıktı:

Matrix

Matrix, emperyalist batının değerler sistemidir.

Bir değer-inanç sistemidir, çünkü sanaldır, maddi bir gerçekliğe doğrudan tekabül etmemektedir. Emperyalist batıya aittir çünkü içine hapsettiği insanları sömürmekte, “pile” çevirmektedir.

Bu kibritin tutuşturduğu diğer kibritlere gelince…

Makineler

Makineler dünyası, emperyalist batı medeniyetinin maddî, teknolojik, fiziksel varlığı için bir remizdir. Karşı durulmaz, askerî ve teknolojik bir gücü simgelemektedir. Kendi değerler sistemi olan Matrix’i inşâ edenler makinelerdir. Dur durak bilmez bir tekamülün, hiçbir türlü ahlâki hudut tanımayan teknolojik gelişmenin, dizginlerini koparmış bir büyüme hırsının, icabında acımasızca sömürmekten, icabında göz kırpmadan yok etmekten kaçınmayan muharip bir kuvvetin sembolü olan makineler.

Zion

Zion, şuurlu yahut şuursuz olarak batının dayattığı değerler sistemini (Matrix’i) kabul etmeye direnen insanların sembolik yurtlarıdır. Şuurlu olanlar, bir zamanlar Matrix’te bulunmuş olup kendi iradeleriyle Matrix’ten çıkanlar ve Matrix’in ne olduğundan haberdar olanlardır. Şuursuzlar (Zion’da doğan ve Matrix’i tanımayanlar) ise Matrix’e girmek için gerekli donanımdan mahrum olan üçüncü dünya vatandaşlarıdır. Zion, üçüncü dünya ülkeleridir, Afrika’nın, Çin’in, Güney Amerika’nın Rusya’nın kapitalizme direnen kesimleridir. Ama bugün en çok Afganistan dır, Iraktır.

Mimar

Mimar, özellikle Rönesans’tan sonra batının değerler sistemini, materyalizm, pozitivizm, determinizm ve emperyalizm üstüne inşa eden batı filozoflarını simgeler. On dokuz ve yirminci asırlara damgasını vuran ve teknolojik sahaya sığmayıp sosyal-psikolojik sahanın hudutlarına tecavüzde bir mahzur görmeyen mimarlık-mühendislik çabalarını çağrıştırır. Mimarın yaptığı toplum mühendisliğidir ve kendini neredeyse tanrı yerine koymaya kalkıştır.

Kahin ve kurabiyeleri

Kahin batının kanayan vicdanıdır. Matrix’in bir parçası olduğu halde, yapılan zulümleri, işlenen cinayetleri, sömürüyü “gören” ve bu duruma çâre arayan (Mimar’ın kurduğu değerler siteminin dengesini bozmaya çalışan) batılı düşünürleri simgelemektedir. Kahinin gözleri bu yüzden değerlidir. O, sistemin açıklarını, zayıf yanlarını görmektedir.

Tam burada Peyami Safa’nın bu sefer 1951 yılından gelen sesine kulak verelim:

Batı medeniyeti kendi kendinden davacıdır. Ona saldıran fikirlerin hepsi kendi tarihinin mahsulleridir. Bu bir itiraftır, pişmanlıktır, vicdan azabıdır. Ruhçularının diliyle, kendi kendine şöyle diyor:

“Ben tarihin en büyük medeniyetiyim. Hiçbir çağ ve hiçbir kıta, insanları tabiatla mücadelesinde benim kadar zaferlere koşturmadı. Her biri bir Ortaçağ adamını hayretinden boğacak kadar şaşırtıcı teknik mucizelerim insan tarihinde eşsizdir. Fakat neye yarar? En ileri asrımda bu mucizeler, birbirinin peşi sıra iki dünya harbi doğurdu, üçüncüsünü hazırlıyor. İnsanın manevî köklerini kuruttu. Bugün kıymet ideallerim buhran içindedir. Nefes alamıyorum. Bütün keşiflerim birer intihar silâhı halini aldı ve beni ölüme çağırıyor. Ruhum bu dar makine cenderesi içinde bunalıyor ve yeni iman kadroları arıyor. Tıkanmak üzereyim.”

Batı medeniyeti, sosyalistlerin diliyle, kendi kendine şöyle diyor:

“İnsanı tabiatın zulümlerinden kurtardı /fakat insanın zulümlerinden kurtaramadım. Gökyüzünü ve toprağı yendim, fakat içtimaî adaletsizliği ortadan kaldıramadım, çalışanla çalıştıran arasındaki âdil muvazeneyi kuramadım. Yaptığım endüstri inkılâbı insanı makineye ve onun sahibi olan sermayeye esir etti. Mülkiyeti iyi dağıtamadım. Bu haksızlıklar benim içtimaî metabolizma muvazenemi altüst etti. Yıkılmak üzereyim.”

Batı medeniyeti, komünistlerinin diliyle, kendi kendine şöyle diyor:

“Ortaçağdan kalan her şeyi tasfiye ettim. Fakat mülkiyeti ortadan kaldıramadım. Bilakis, buharı keşfettikten sonra, mülkiyetin imtiyazlı bir sınıf elinde daha büyük bir istismar vasıtası olmasına meydan verdim. Şimdi kendi sosyal düzenimin kökünü kendi elimle kazımak için, varlığımın gayesini yokluğumda arayacak kadar tezat içindeyim. Selâmetimi ölüp yeniden doğmakta buluyorum.”

(Ulus, 20 Ocak 1951)

Kâhin sembolünün gerçek hayatta tekabül ettiği kimselerin en güzel örneği Karl Marx’tır. Batının göbeğinde yaşadığı ve batı kaynaklarından beslendiği halde, batıyı, emperyalizmi, kapitalizmi şiddetle tenkid etmekte, onun “dengesini” bozacak komplolar, fikirler, ideolojiler (kurabiyeler) üretmektedir. Üstelik bir kahine yaraşır şekilde Matrix’in (kapitalist batının) istikbali ile alâkalı kehanetlerde de bulunmaktadır.

Seraph

Kahinin Matrix’teki güçlü koruyucusu Seraph, demokrasidir. Batının içinde olduğu halde batıyı böylesine şiddetle tenkid eden mütefekkirler, kendilerine tanınan hayat alanını, demokrasiye borçludurlar.

Merovingian

Merovingian, batı medeniyetinde sessizce yer altına inen iktidarın sahiplerinin yahut medeniyetinin temel yapıtaşlarından olan Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe yaptığı atıflarla kendine bir hakimiyet alanı açan seçkinlerin filmde tecessüm etmiş halidir. Kutsal kâsenin (holy grail) ve kutsal kanın (Hz. İsa’nın kanının) taşıyıcıları olmakla üstünlük iddiasında bulunan bu kimselerin teşkil ettiği ezoterik müesseseleri (Order de Sion?), kendilerine benzer müesseseler vasıtasıyla bağladıkları insanları (trenci), muhafız olarak ve müdahale gücü olarak kullandıkları grupları (tapınak şövalyeleri) ve Matrix ile dış dünya arasındaki alışverişi kontrol edişlerini, Merovingian karakteri etrafında müşahede ediyoruz. Bilgiyi kontrol eden ve onun üzerinde güç elde eden bu karakterin ismini, şu an ki Amerika başkanının ismiyle beraber Internet’teki arama motorlarına verince elde edilen sonuçların ne kadar ilgi çekici olduğunu deneyerek görmek mümkündür.

Trinity

Kelime manası olarak “teslis” manasına gelen Trinity, dini ve ilâhi aşkı sembolize ediyor. En zor anlarında Neo’ya direnme ve mücadele etme gücünü veren hatta onu dirilten dini ve aşkı.

Smith

Filmin bu en renkli siması neyi sembolize ediyor? Bir zamanlar Matrix’in ajanı olan, Matrix’in düşmanlarıyla mücadelesi esnasında değişime uğrayan ve kontrolden çıkan, nihayet çok güçlenerek hem Matrix’i hem Zion’u hem de makineler dünyasını tehdit eder hâle gelen Smith’in hayattaki karşılığı nedir?

Smith’in bugünün dünyasındaki karşılığı genelde “terörizm”, çok daha özelde Amerika’nın terörist olmakla suçladığı Arap-Afgan savaşçılardır. İlk başta Matrix’in ve dolayısıyla makinelerin (Amerika’nın) kontrolünde makineler dünyasını tehdit eden tehlikeye (komünist Rusya’ya) karşı (Afganistan’da) savaşmak üzere var olan bir programdı Smith (Afgan mücahitler). Sadece maddi açıdan değil her açıdan destekleniyorlardı o zamanlar. Amerikan sinema endüstrisi, yapılan işin propagandasını yapmak için film bile üretmişti. Rambo 3 filminde Afgan mücahidlerin yardımına koşan Amerikan komandosunun heyecanlı macerasını tüm dünya seyretmiş ve alkışlamıştı. Zamanla maksat hasıl oldu. Potansiyel tehlike ortadan kalktı (komünist Rusya yıkıldı) ve artık Smith’e gerek kalmadı. Amaçsız kalan programların silinmesi vakti gelmişti. İşte işlerin istikametinin değişmeye başladığı zaman bu zamandı. Smith (Ladin) kontrolden çıktı ve “sisteme” zarar vermeye başladı. Bir yandan da hızla yayılıyor (Smith’in kendini kopyalaması) ve çevresinde kendi ile aynı istikamette düşünen kalabalıklar topluyordu. Smith’ler öldürmekle tükenmiyordu. Belki de Matrix’i yeniden başlatmanın zamanı çoktan gelmişti!

Neo

Matrix serisinin üzerine en çok yoğunlaştığı karakter olan Neo, anlatılan alegorik hikayenin en iyi işlenmiş parçasıdır bizce. Önce Matrix’ten şüphelenen, Trinity (yani din) ile tanışan, Matrix’ten uzaklaşıp mücadele vermeye başlayan, ardından Kahin (yani batının çözüm arayan vicdanı) ile tanışıp onun kurabiyelerinin (yani batı içinden batıya karşı üretilen ideolojilerin) tadına bakan, sonra kahinden de kurabiyelerinden de şüpheye düşen ve en sonunda gözlerini ve Trinity’sini (yani dinini) kaybederek o zamana kadar mücadele verdiği karanlık makineler dünyasını ışıktan yapılmış görüp teslim olan sahte Mesih: Neo. Matrix’in yani sömürünün devamına razı olan Neo. Düşmanının düşmanını etkisiz hale getirmesi karşılığı kendine lütfedilen sahte “barışa” ve “kurtarıcılığa” evet diyen Neo!..

Neo’nun dünyamızda tekabül ettiği kimseler pek iyi bilinirler. Onlar değişik Matrix versiyonlarının değişik Neo’larıdır. Adları Muammer Kaddafi’dir, Saddam Hüseyin’dir, Habib Burgiba’dır, Ahmet Bokassa’dır, Rıza Pehlevi’dir. Güya ülkelerini yok etmeye yahut sömürmeye gelen makinelerle (emperyalist batı devletleriyle) ve onları üzerlerine sevk eden değerler sistemiyle (Matrix’le) savaşmışlar, hatta güya onları yenmişlerdir. Ama zaferleri Neo’nun uydurma zaferine benzer. Makineler dünyasının (batının) gerçek muhaliflerini boğazlamak, batıya yönelen gerçek tehdidi onların yerine ezmek karşılığında ülkelerinin kurtarıcısı ilan edilmişlerdir. Düne kadar savaşır göründükleri bütün değerleri, ülkelerinde bizzat kendileri zorla yerleştirmişlerdir. Makinelerin pis işlerini yapmak ve Matrix’i ülkelerinde kurup enerji hatlarını makineler şehrine enerji pompalar hâle getirmek karşılığında, ülkelerinin sahte tanrıları haline getirilmişlerdir. Kendi insanlarının beyinlerini, kendi elleriyle yatırdıkları Matrix küvetlerinde yıkamışlardır. Öyle yıkamışlardır ki, halkları bunların nasıl olup da düne kadar düşmanı göründükleri makineler dünyasının azad kabul etmez köleleri haline geldiklerini ve neden kendilerine böylesi zulmettiklerini sorgulayamaz haline gelmişlerdir.

Bütün bu anlatılanlar, mimarın zalim kurgusundaki zaferin ve zavallı Zion’un felaketinin hazin hikayesidir.

Salih Cenap Baydar
10 Aralık 2003

Ey Zorba!

Ben benim ve sen de sen! Benim kadar insansın. O zaman seni bana üstün yapan nedir?

 

Hemen başta tespit edelim: Kanun, kendini meşrulaştırmak için uydurduğun yalan, uçurduğun koskoca bir balon. Hiçbir zaman âdil olmadın. Aslında âdil olmayı hedeflemiş olduğun da koskoca bir yalan. Hep zorbalık tahtında oturdun. Hep güç üstüne oynadın oyunlarını. Benden aldığını söylediğin gücü bana karşı kullandın. İktidârını, bana faydası dokunacak şekilde kullanmaya mecbur kaldığın zamanları yitirilmiş zamanlar, bana harcadığın paraları boşa gitmiş saydın.

 

Bir simülasyonlar ülkesi kurdun gözümü boyamak için. Baştan aşağı yalandan mamûl müesseseler tesis ettin. Bakanlıkların, Orwell’in 1984’ündeki bakanlıkları gibiydi: Barış bakanlığı savaş üretirdi, adâlet bakanlığı adâletsizlik.

 

Aslında adâletin kadar uydurmaydı üniversitelerin, hastanelerin, okulların. Okulların terbiye etmiyormuş, diplomalı câhiller yetiştiriyormuş, üniversiteler bilim üretemiyormuş,  hastaneler şifâ yerine hastalık saçıyormuş ne gâm! Nasılsa ben kolayca iknâ oluveriyordum senin ve kurumlarının meşrûiyetine.

 

Zorbalığı müesseseleştirdin, bir meslek haline getirdin. İnsanlara ne iş yaptıkları sorulduğunda “zorbalık” demeye başladılar. Baştan aşağı yalan olan adâletinin yerini orman kânunları almaya başladı. Ama sen bunu zâten bilerek yaptın. Nasıl olsa biliyordun ki ormandaki hayvanlar orman kanunun kurallarına uyar ama bunun orman kanunu olduğunu bilmezler.

 

Beni tanımıyordun, benden değildin. Ya da mankurtça bendendin. Ben senin hafızanda silik bir ninni bile değildim. Başka türlü nasıl göz yaşımı akıtırken için sızlamayabilirdi? Başka türlü nasıl acıyla kıvrandığımı göre göre, beni cenderesinde pestil ettiğin, kerâmetleri kendilerinden menkûl kanunlarından söz edebilirdin? Başka türlü nasıl bana ettiğin bin bir türlü zulmün iğrenç kokusu henüz parmaklarında iken rahatça uyuyabilirdin?

 

Bir de sana umutsuzca bağlanmış, zağarların vardı dört bir yanında. İstediğin zaman tekmelediğin, istediğin zaman boğazıma saldığın. Parçalanmış soluk borumu, kanlı dişlerinde neşeyle getirirdiler sana. Sen o zaman okşardın başlarını.

Onlar da  mutlu olurdular. Hatta bazen birini baş zağar yapardın. Ve bâzen sen bile hayret ederdin bu köpeklerin tabiatına.

 

Hiç doğrudan karşılaşamadık seninle. Hep üzerime saldığın ahmak dostlarımla mücâdele etmek zorunda kaldım. Bir gün er meydanında seninle karşılaşmak ve seni alt etmek hayâllerimi süsler oldu. Ama sen, benim kanım, terim ve gözyaşım üzerine inşa ettiğin kuleden hiç inmedin.

 

İşte ilk defa sarsıldı kasvetli kulen. Sıradan bir deprem sarstı seni. Sonsuz gibi görünen iktidârının temellerinden gelen çatırtılarla afalladın. İlk defa yüzünde endişeler gezindi. Küllenmeye yüz tutmuş ümitlerim canlanır gibi oldu. Ama kendini henüz toparlayamadan sen, karanlık ve kasvetli perdeni yeniden üstüme indirmeye kalktın. Bütün sahteliklerin, bütün yalanların ortaya böylesine dökülmüşken, adın, efendilik yaptığın insanların şuurlarında nefretle karışık bir tiksinti yaratıyorken, sensiz bir hayat tasavvur edenlerin sayısı hızla artmaya başlamışken ve sana ümitsizce bağlı zağarlarının bile kafası karışmışken, efendilik taslamaya devam ettin. Geçirdiğin sarsıntının verdiği şaşkınlıkla hatalar yaptın ve yapmaya devam ediyorsun. Dönülmez bir yola girdiğinin sen de farkındasın benim kadar.

 

Bundan sonra tarihin sana vereceği bir tek iş kaldı. İktidârının kulesinin her bir kolonu, her bir kirişi ayrı ayrı parçalanıp yıkılırken, sağa sola koşuşacak, haykıracak, kölelerini tekmeleyeceksin. Hiçbir zaman olmadığın kadar vahşileşeceksin. Akla hayâle gelmeyen zulümler icat edecek, iktidârını kaybetmemek için her yola başvuracaksın. Ama çabaların bir fayda vermeyecek. Er ya da geç, kendi kulenin enkazı altında son nefesini vereceksin. Bana düşen ise senden ve senin zulmünden boşalacak yere, yeni bir zorbanın, yeni zorbalıkların gelip oturmasına engel olmak için çalışmak olacak.

 

16.Eylül.1999

01:11:03

Eshab-ı Fil

 

‘Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi?

Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?

Onların üzerine ebabil kuşlarını gönderdi.

O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı.

Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.’

 

 

Hayat şartlarımızın ağırlaştığı şu günlerde Müslümanlar olarak bir noktaya özellikle dikkat etmemiz gerekiyor ki bu, her ne olursa olsun ümitsizliğe kapılmamaktır. Büyüklerimiz, ümitsizliğin münafıklık alâmeti olduğunu söylerler. Taşları yerinden oynatabilme iktidarımızı ortadan kaldırmak, imanımızın sıhhat verdiği ruhlarımızı çürütmek maksadıyla bünyemize bulaştırılabilecek en tehlikeli virüstür ümitsizlik. İnanırız ki hayır da şer de Allahü Teala’dandır. Biliriz ki ister iyi olsun ister kötü olsun başımıza gelen her şey, sadece Rabbimiz tarafından bir imtihan vesilesi olarak gönderilmiştir.

 

Farzedelim ki yazılı imtihana girmiş bir talebeyiz. Kitap defter açık yapılan bir imtihan olsun bu. Cevaplar gözümüzün önündedir. Bizden beklenen, doğru soruya doğru cevabı, imtihanın süresi bitmeden yazmaktan ibarettir. Böyle bir vaziyette suallerin zorluğundan ya da uzunluğundan yakınmak ne kadar manasızdır! Burada mühim (ve zor) olan, bir irade sergileyebilmektir.

 

Bugünlerde hatırıma sık sık Fil Sûresi geliyor. Amerika’yı eshab-ı fil’i benzetiyorum. Filler o dönem için nasıl karşı konulamaz imha vasıtaları ve bu fillerin sahipleri, nasıl kontrol ettikleri muazzam kuvvetle korku salan kişiler idiyseler, bugün de Amerika aynı konumdadır. Müslümanlar için mesele, her şeyin üstünde olan en muazzam kuvvetin, müstekbirlerin bizzat kendilerinin her bir nefeslerini ancak müsaadesiyle alıp verebildikleri Allahü Teala’nın safında olabilmek ve bu safta bulunuşun bütün korkuları bir anda silivermesinden doğan huzuru hissedebilmektir. Mesele, Allah’ın istediği anda bu modern eshab-ı fil’i tarihteki eshab-ı fil ile aynı akıbete uğratacağına emin olabilmektir. Mesele, yaşadığımız her şeyin imtihanımızın bir parçası olduğunu hatırımızdan çıkartmamaktır.

 

Her şey olabilir! Kanlı bir harbin içinde bulabiliriz kendimizi. Bu bir imtihan sualidir. Doğru cevap kurşunu mazluma değil zalime atmaktır. Harbin neticesi bizi alakadâr etmez, zirâ hesabımız, harbin neticesine göre değil, kurşunu hangi tarafa attığımıza göre görülecektir.

 

Mevcut halde beni en çok endişeye sevk eden husus, müstekbirlerin planladıkları zulmün kendisinden ziyade, insanımızı, bu zulmü sessizce seyretmeleri, hatta lüzum görüldüğünde zalimlerin safında yer almaları hususunda ikna etmek maksadıyla sürdürülen psikolojik harbdir. Saldırıya uğramak, namluların ucunda yaşamak, keskin nişancıların dürbünleri ile takip edilmek, bugün Müslümanların yabancısı oldukları şeyler değildir. Başa gelen çekilir. Sabah yataklarından kalkıp, ölüm kusan silahlarla mücehhez Yahudi askerlerinin kafalarını taşlarla yarmaya giden Filistin’li çocukların hayatları da hayattır. Sokağa çıktığında, her an Amerikan askerlerince tutuklanıp, kimsenin bilmediği bir çöl kuytusunda işkence ile sorgulanıp, vahşice katledilme tehlikesi ile yaşayan Afgan gençlerinin hayatları da hayattır. Bu insanların maruz kaldıkları sıkıntılarla beraber bir avantajlarından da bahsedilebilir.

 

Allah’ın düşmanlarının bizzat kendi elleriyle boğazlarına sarıldığı Müslümanlar, düşmanla sıcak temas halindedirler ve düşmanlarını, neredeyse nefeslerinin, terlerinin kokusundan tanıyabilmektedirler. Bu insanları katletmek, onları acılara gark etmek mümkündür ama onların zihinlerinde, kurşunu atacakları istikamet konusunda bir şüphe uyandırmak asla mümkün değildir. Hâlbuki şu an, acılarla, fizîkî işkencelerle –henüz- sıcak temas halinde olmayan biz Türkiye Müslümanlarının kafası karışıktır ve maalesef daha da karıştırılmaya müsaittir. Damarlarımızda yavaş yavaş yayılarak sinir sitemimizi felç eden bir zehir gibi hayatımıza her geçen gün biraz daha karışan televizyonlar bu işi kendilerine vazife edinmiş ve psikolojik savaşın en ağır topları olarak bombardımana başlamışlardır. Harbe girmenin kaçınılmazlığından, bu harbin bize sağlayacağı maddi imkânlardan, milletler arası arenadaki yerimizin pekişeceğinden, müstekbirlerin safında yer almamak gibi bir tercihimizin imkânsızlığından bahseden irili ufaklı birçok psikolojik harb ajanı, her akşam evimizin başköşesine misafir olmakta, keşfedilmiş en yaman ikna usûlleriyle keskinleştirilmiş fikirlerini doğrudan beyinlerimize saplamaktadırlar.

 

Artık harb, toprak elde etmek, insanları ortadan kaldırmak üzere değil, insanların ruhlarını elde etmek, iradelerini ortadan kaldırmak üzere yapılmaktadır. Madem yeni harb şekli budur, bize düşen yeni taarruz şekillerini anlamak, kullandıkları silahları belirlemek ve tüm bunlara karşı koyabilmek için kendi silahlarımızı geliştirmektir. Müstekbirlerin sanal cenderelerinde her geçen gün biraz daha sıkılan ruhlarımızı kurtarmanın yollarını araştırmaktır.

 

Allah istediği anda Ebabil kuşları, ağızlarında kızgın taşlarla semaları kaplayacaklardır. Kâbe de, Müslümanlar da sahipsiz değillerdir. Göğüs kafeslerimizde imanımızı muhafaza edebildiğimiz müddetçe bize ne filler ne de füzeler korku verebilir.

 

S. Cenap Baydar

20 Ekim 2002 Pazar