Sadakatten Ehliyete

memurlarGördüğümüz kadarıyla artık ideolojik rejim kavgalarının bittiği yahut hayli azaldığı bir dönemdeyiz. Bundan sonra halkın teveccühü ister istemez kendisi için “sıkı çarpışanlardan”, kendisi için “sıkı çalışanlara”, nitelikli, kalıcı çözümler vadedip gerçekleştirebilenlere doğru dönecek.

Bunun farkında olan akıllı devlet adamlarının fellik fellik nitelikli çalışma arkadaşları arayacağı bir döneme giriyoruz. Bu arayışta bir paradigma değişikliği şart görünüyor. Bugüne kadar aranan en öncelikli nitelik olan “sadakatin” artık yerini “ehliyete” bırakması gerekiyor.

Peki, ehliyeti nasıl tespit edeceğiz?

Ehliyetli kişiler arayan yöneticiler diplomaları, akademik kariyeri, bitirilen okulları rasyonel bir ölçü olarak görüyorlar. Ancak herkes biliyor ki üniversite diplomaları, hatta master – doktora tezleri, adayların en fazla uyumlulukları ve çalışkan bir talebe olmalarıyla ilgili fikir verebilir.

Mesela en iyi üniversitemizin en yüksek puanlı bölümünden mezun olmuş olması, bir kişinin akranlarına göre daha zeki, çalışkan ve başarılı olduğunu gösterebilir ama “işe” ehliyetli olduğunu garanti etmez. Zira kabiliyetleri hayatın gerçekliğinde sınanmamıştır henüz.

Akademide çok başarılı olmuş koskoca profesörlerin getirildikleri farklı mevkilerde çok fena çuvallaması da bundandır. Zihin yapısı uzun yıllar boyunca akademik kariyere göre şekillenmiş insanlardan beklenen becerilerin o zamana kadar geliştirdikleri becerilerle yakından uzaktan alakası yoktur.

Ayrıca devlet yöneticilerin bu “zaafını” keşfeden genç memur adaylarının bu zaafı istismar ettikleri gerçeğinden de sarfınazar edemeyiz. Sırf misafirleri etkilemek için kitaplığa dizilmiş, içinde sayfaları olmayan parlak ciltler misali özgeçmişlerde yerini bulan yüksek lisans ve doktora bilgilerini nasıl bir ölçü sayabiliriz? Akademik referansların sadece puan toplamak için var olduğu, sözüm ona hakikat bilgimizi daha da derinleştirme iddiasındaki tezlerin niteliğini, onları mecburen okuyan birkaç hoca dışında kimselerin bilmediği bir dünyadan bahsediyoruz. Bizzat kendisi ıslaha muhtaç bir dünyadan…

Ehliyetin ölçüsü olarak görülen bir başka husus da ilgilenilen kişilerin çalıştıkları firmalardaki pozisyonları ve aldıkları maaşlar oluyor. Eğer bir genç, kısa zamanda önemli bir pozisyona geldiyse ve iyi bir maaş alıyorsa bu onun ehliyetine delil sayılıyor. Ama işin doğrusu bu da ehliyetli insan arayışında tek başına doğru bir kıstas değil.

Neden mi? Daha önce de dile getirmeye çalıştığım bir acı gerçek yüzünden:

Ülkemizde üniversite sınavında büyük başarı kazanarak iyi üniversitelerin iyi bölümlerinde okuyan mühendisler neredeyse mezun bile olmadan, gayet parlak maaşlarla uluslararası şirketlerde iş bulurlar. Bu şirketler gerçekten nitelikli, iş yapacak olanları seçer ve yurt dışındaki merkezlerinde istihdam eder. Ülkemizde kalanlar ise mühendis olarak değil “satışçı” olarak istihdam edilirler. Uluslararası şirketin geniş ürün yelpazesindeki herşeyi öğrenip bu ürünleri satmak için özellikle kamu kurumlarını kapı kapı dolaşan bu mühendisleri ilaç mümessillerine benzetebiliriz. Sattıkları ilacın farmakolojisinden yan etkilerine kadar pek çok konuda geniş bilgi sahibi olabilirler ama o ilacı “yapamazlar”. Neticede onlar artık “üretici” değil “satıcıdırlar”.

Bu vaziyetin farkında olmayan devlet adamları için filanca büyük uluslararası şirketin Türkiye müdürü, çok parlak bir istihdam hedefi olabilir. Zira o iyi bir üniversiteden mezun olmuştur, iyi bir firmada, iyi bir pozisyonda, iyi bir maaşla çalışmaktadır. Aslında bu mükemmel aday, mezun olduktan sonra mühendislik yapmadığı için bildiklerini unutmuş, sadece satışa yoğunlaşmış, ağzı iyi laf yapan ama ne bir mühendislik grubunu idare etmeyi, ne de bir ürün geliştirmeyi bilen bir kimsedir.

Böyle bir kimseyi mesela ülkemizin siber güvenliğinden sorumlu bir pozisyona getirdiğinizde hemen tüm kamu kurumlarının yöneticilerini tanıyan ama asıl işi omuzlayacak gerçek mühendisleri tanımayan, hayatı boyunca tek bir firmanın ürününü pazarladığı için başka ürünlerden ve teknolojilerden doğru dürüst haberi olmayan birisini çok kritik bir pozisyona yerleştirmiş olursunuz.

Peki, çare nedir?

Çare, işin mahsülünü satan, işi öğreten, yöneten hatta denetleyenleri değil doğrudan ve bizzat “yapanları” aday listesinin başına koymak ve onları iyi bildikleri işi yapabilmeleri için gereken alanı onlara sağlamaktır.

Mesela, küçük de olsa yerli bir ağ güvenliği firmasını kuran, çok küçük cirolarla da olsa gerçek piyasada yaptığı işlerle ayakta tutan genç bir girişimci çok iyi bir aday olabilir. Ya da mesela yerli otomobil projesinin başına, oto sanayiinde elleri hala arada sırada yağa bulanan bir küçük patron, yabancı otomobilleri ithal edip ülkemizde satarak çok zengin olmuş bir işadamından çok daha iyi yakışır.

Doğru kişileri arayıp bulmanın kendisi başlı başına bir iştir ve bu alanda da faaliyet gösterecek güvenilir yeni kurumlara yahut bu maksatla kurulmuş kurumların derhal ıslahına ihtiyaç vardır.

Twitter: @salihcenap

Bildik Modernist Ezberler ve Hipergerçeklik Dehşeti

hyperreal

Aklıevvelin biri, Türk Dil Kurumu sözlüğünde tesadüfen “müsait” kelimesinin bir yan anlamının “flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)” olarak verildiğini fark etti. Bu “cinsiyetçi” tanım nasıl olurdu da devletin resmi bir müessesesinin sözlüğünde yer alabilirdi! Acar vatandaşımız müthiş keşfini sosyal medyaya taşıyınca ufak çaplı bir fırtına kopuverdi.

Biz de bu vesileyle entelektüel sığlığımızı bir kez daha müşahede etmiş olduk.

Bu anlamsız tartışmaya canhıraş bir şekilde katılanlar, karanlık ve ilkel zihinlerinin kuytu derinliklerini nasıl izhar ettiklerini fark edemediler.

Sözlükler bir kelimenin yazı dilinde ve günlük dilde aldığı çeşitli mânâları tanımlar. Bir sözlükte, bir kelimeye bugünün cemiyetinde karşılığı mevcut olmayan bir anlam verilmişse, akla iki ihtimal gelir: Ya sözlüğü yazan kişi(ler) kötü niyetlidirler veyahut kelimenin belli bir grup veya zaman dilimi içinde kazandığı bir mânâyı umuma teşmil ederek ve verilen mânânın doğuşuyla ilgili eksik bilgi vererek hata yapmaktadırlar.

Peki, bu son tartışmalarda bu iki ihtimalden hangisi söz konusudur?

Eğer tenkit edilen husus, kelimenin nerede ve ne zaman belirtilen mânâyı aldığına dair bilginin eksikliği olsaydı buna saygı gösterilebilirdi ama açıkça görülüyor ki gösterilen tepkiler özensizliğe yahut bilgi eksikliğine değil.

Geçmiş asırdan bugüne gelmeyi başaramamış bazı kafalar, toplumu “tepeden tırnağa” inşa edilebilecek bir bina, sözlükçüleri de bu binanın mimarları gibi görmek istiyorlar. İnsanların zihninde anlam kazanan kavramları sözlüklerde değiştirerek zihinleri manipüle etme hevesindeler.

Sözlüklere bu tür bir müdahale, ancak George Orwell’in 1984 romanında anlattığı ceberut polis devletinin kârıdır ve milletimiz bu müdahaleyi cumhuriyetin ilk yıllarında acıyla tecrübe etmiştir.

Lügate yapılan müdahalenin istenen neticeyi vermediğini iddia edemeyiz. Hatta heveskâr toplum mühendislerimiz kendi açılarından başarılı da sayılabilirler. Ancak tıpkı bir domatesin genleriyle oynayarak ona istediği şekli vermeyi başaran bir genetik mühendisi gibi toplum mühendislerinin de fıtrata, hayatın ve lîsânın tabii akışına müdahale neticesi elde ettikleri “eserin”, tatsız, kokusuz ve hatta “kanserojen” olduğu da başka bir gerçektir.

Cemil Meriç merhum, Bu Ülke’sinde “kamus namustur” aforizmasını yazarken bahsettiğimiz müdahaleye isyan ediyordu:

Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamusa.

Şimdi bir bardak suda fırtına kopartmaya çalışanların beklentisi, insanımızın her daim aynı cenderede tutulması, “cahil”, “köylü”, “kaba”, “doğulu” milletin lügatiyle oynanarak “adam” edilmesi.

Tanıdık, bildik modernist ezberler, aydınlanmacı sayıklamalar…

Sözlükler lisanların haritalarıdır.

Postmodernizmin önemli ismi Jean Baudrillard, meşhur eseri Simulakra ve Simülasyon’un hemen girişinde, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in 1946’da yazdığı, Del Rigor en la Ciencia – Bilimde Kesinlik isimli, sadece bir paragraftan ibaret hikâyesine atıfta bulunur. Hikâye şöyledir:

O imparatorlukta haritacılık sanatı o denli mükemmelliğe ulaşmıştı ki, tek bir eyaletin haritası bütün bir şehri ve imparatorluğun kendisinin haritası bütün bir eyaleti kaplıyordu. Zaman içerisinde, bu ayrıntılı haritalar biraz eksik bulundu ve haritacılık okulu, İmparatorluk’la bire bir ölçekte bir imparatorluk haritası geliştirdi. Öyle ki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyordu. Haritacılık bilimine daha az önem veren sonraki kuşaklar, bu boyuttaki bir haritanın kullanışsız olduğuna karar verdiler ve biraz saygısızlık da ederek onu güneş ve yağmur altında yıpranmaya terk ettiler. Batı çöllerinde haritanın yırtılmış parçaları bugün bile bir hayvana ya da bir dilenciye barınak olabiliyor; coğrafya biliminden tüm ulusa kalan yalnızca budur.

Aslında bu hikâye, hem ciddi bir matematikçi hem de meşhur, “Alice Harikalar Diyarında” kitabının yazarı olan Lewis Carroll‘un 1893 yılında kaleme aldığı “Sylvie and Bruno Concluded” isimli romanında yer verdiği bir fantezisinin geliştirilmesidir. Carroll fantezisinde toplumu “yukarıdan aşağıya” dizayn etme çabalarıyla dalga geçer. Mesela romanın kahramanı, ülkesinde artık kimsenin suda boğulmadığını, çünkü seneler boyu sürdürülen ciddi genetik ayıklama ve beslenme programları sayesinde tüm vatandaşların vücut yoğunluklarının suyun yoğunluğundan daha düşük hale getirildiğini anlatır. Ülkesinde artık çözümlenmesi gereken binlerce mesele ve kendisinden çözüm beklenen bir kral yerine, binlerce kral ve çözülmesi gereken tek bir mesele olduğunu söyler. Carroll’un kahramanı “Mein Herr”, Borges’e ilham veren kısımda ülkesinde haritacılığın gelişimini anlatır. Her geçen gün daha büyük ölçekli haritalara ihtiyaç duyulan ülkede nihayet birebir ölçekli haritalar yapılmasına karar verilir ancak çiftçiler bu büyüklükteki bir haritanın açılması halinde güneşe mani olarak mahsulleri çürüteceğini söylediklerinden proje iptal edilir.

Baudrillard bu alegorik hikâyelerden hareket ederek fikri daha ileri bir noktaya taşır:

İnsanın aklına gelebilecek en güzel simülasyon alegorisi olduğunu düşündüğümüz bu Borges masalında: İmparatorluğun hizmetindeki haritacıların çizdikleri harita, sonunda imparatorluğun topraklarına birebir eşit boyutlara sahip bir belgeye dönüşmektedir (ancak çökmeye başlayan imparatorlukla birlikte lime lime olmuş bu harita parçalarıyla çölde karşılaşan insanlar vardır -sonuçta bu harap olmuş soyut metafizik güzelliğin, imparatorluğun şanına yakışan bir görünüme sahip olduğu ve eskidikçe gerçeğiyle birbirine karıştırılan sahtesi gibi İmparatorluğun da bir leş gibi çürüdükçe özüne yani toprağa dönüştüğü görülmektedir).

Bu güncelliğini yitirmiş masal, ikinci dereceden (ordre) simülakrların gizli çekiciliğine sahiptir. Günümüzdeki soyutlama biçimlerinin haritacılık, suret çıkarma, aynadan yansıma ya da kavramla bir ilişkisi kalmamıştır. Simülasyon kavramının harita üzerindeki bir toprak parçası, bir töz ya da referans sistemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin, modeller aracılığıyla türetilmesine hipergerçek yani simülasyon denilmektedir.

Bir başka deyişle ne harita öncesinde ne de sonrasında bir toprak parçası vardır. Bundan böyle önce harita, sonra topraktan yani gerçeğin yerini alan simülakrlardan – söz etmek gerekecektir. Borges’in masalını günümüze uyarlayacak olursak artık harita üzerinde lime lime olmuş toprak parçalarıyla karşılaşıldığını söylemek gerekecektir. Bundan böyle sağda solda karşılaşacağımız harabe ve yıkıntılar haritaya değil gerçeğe, çölde karşımıza çıkan kalıntılarsa İmparatorluğa değil bize yani çöle dönüşmüş bir gerçeğe ait olacaklardır.

Bizim, dünyadaki fikir hareketlerini neredeyse bir asır arkadan, o da akıllarıyla değil hisleriyle takip eden yarı aydınlarımızı ve bir kelime tanımı etrafında çıkarttıkları suni fırtınayla su üstüne vuran şuur altlarını şimdilik bir tarafa koyalım. Sualimizi, bugünün enstrümanlarıyla düşünebilen dostlara yöneltelim: Acaba aslı faslı olmayan coğrafyalara ait uydurma haritalarının tecessüm ederek hakikate dönüşmesi fikrinin ne dehşetli, ne ürkütücü ve idrak ettiğimiz zaman diliminde –maalesef- ne kadar geçerli bir fikir olduğunun farkında mıyız?

Twitter: @salihcenap

Sanat arkadaşıdır, ilim başının tâcı, Yurt için, millet için çalışır haritacı

Bürokratlarımız, milletvekili olabilmek için devletteki vazifelerinden istifa ediyorlar. Aslında bu istifaların oldukça rahatsız edici bir tarafı var. Nedir mi dediniz? Açıklayalım.

Hayatımızı kuşatan birçok kanuni düzenleme var. Bu düzenlemelerin bir kısmı varlık sebeplerini yitirmiş durumdalar, bazıları demode, başka zamanların ruhuna göre hazırlanmışlar ve ölmek bilmez bir hayalet gibi etrafımızda rahatsız edici varlıklarını sürdürüyorlar. Zamanında en doğru en isabetli şekilde yapılmış düzenlemeler bile bir müddet sonra eskiyorlar. Hayat akıyor, her şey değişiyor, hızla gelişen teknoloji, değişen demokratik standartlar, hatta iyileşen ekonomik durum bile değişiklikleri kaçınılmaz kılıyor.

Devlet, vatandaşların hayatlarını kolaylaştıracak, hudutları dikkatlice çizilmiş, herkesin hukukunu koruyacak, mağduriyetleri önleyecek kurallar koymak ve bunları uygulamak için çalışan devasa bir organizasyon. Kuralların belirlendiği yer meclis, yani yasama organı. Bu dev organizasyon çarkının çalışmasını temin ve idare eden kurmaylar ise bürokratlar. Sistemi işletmenin yanı sıra, işletmede çıkan problemleri tespit etmek, köhneleşen, varlık sebeplerini yitiren, delik deşik olmuş hukuki düzenlemeleri tespit edip düzeltmek aslında en başta bu “kurmaylardan” bekleniyor.

Örnek vermek gerekirse, mesela Ulaştırma Bakanlığı bürokratlarına çok iş düşüyor. 1924 tarihli ve 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun tarif ettiği telefonlar ve telgrafları ancak müzelerde bulmak mümkün bugün. Uydulardan gönderilen elektromanyetik dalgalar üzerinde taşınan devasa veri paketlerinin dünyanın bir ucundan bir ucuna saniyeler içinde nakledildiği günümüzün kablosuz iletişimini, henüz internetin adının bile anılmadığı 1983 senesinde çıkartılmış “2813 Sayılı Telsiz Kanunu” ile düzenlemek imkânsız! Eksikler nelerdir, nerelerde hangi boşluklar oluşmaktadır? Artık bugünün en büyük beynelmilel tehdit konusu haline gelen “siber güvenlik” nasıl sağlanacaktır? Gerçek dünyanın kıyısında bir gecekondu mahallesi gibi ortaya çıkıp, zamanla gerçek hayatın tüm damarlarına yerleşen “sanal dünyanın” hukuku nasıl olacaktır? Bu ve benzeri yüzlerce soruyu sormak, cevaplamak, çözümler üretmek ve nihayet ürettikleri çözümleri hukukî metinler haline getirip kanunlaşmak üzere meclise sunmak hep o bürokratların işleri.

Mesela memuriyet denildiğinde akla ilk gelen kurum olan “Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü” ve kuruluşu Osmanlı zamanına uzanan, en köklü devlet müesseselerimizden “Harita Genel Komutanlığı” bürokratlarından beklentiler de çok yüksek. Mühendislerin ellerinde kalem kâğıt, hesaplamalar yapıp haritalar çizdiği otuzlu, kırklı, ellili yıllar çok geride kaldı. Artık bilgisayarlarda “coğrafi bilgi sistemleri” ile “CAD” programları ile sayısal verilerle çalışan yeni bir mühendis nesli var. Bir zamanlar okullarda haritaların altında gördüğümüz “Harita Genel Komutanlığı’nın izni ile basılmıştır. İzinsiz olarak kopyalanamaz, çoğaltılamaz.” türünden ifadeler, şehirde buluşacakları noktanın koordinatları birbirlerine Google haritaları üzerinde gönderen gençler için artık hiçbir şey ifade etmiyor. Bilgisayarların hayatımıza bu kadar yerleştiği bir zamanda tam da bilgisayarlara yaptırılacak bir iş olan tapu sicil kayıtlarının üretilmesi, saklanması ve ilgililerine sunulması işinin yakasını, hâlâ tozlu raflarda istiflenmiş kâğıtlardan tam olarak kurtarabilmiş değiliz. Tapu kadastrodaki ağır işleyiş adalet sisteminin bileklerine prangalar vuruyor. Bitmek tükenmek bilmez tapu kadastro davaları yargının sırtında büyük bir kambur oluşturuyor. Askerî-sivil bürokrasinin ıslah etmesini beklediğimiz dünya kadar iş var.

Misalleri arttırmak çok kolay ama sanırım muradımız anlaşılmıştır.

Okuyan, yetişen, bilgi, beceri ve tecrübeleriyle temayüz eden bürokratların en verimli olacakları noktada ve zamanda istifa edip siyasete atılma heveslerine sadece bir geçerli mazeret olabilir: Bürokratken tüm çabalarına rağmen yasamanın dikkatini yeterince çekemedikleri, meslekleriyle ilgili problemleri, yasamanın bir parçası haline gelerek gündeme taşıyabilmek. Fakat bu da çok naif bir mazeret olurdu doğrusu! Eğri oturup doğru konuşalım. Kimse bir siyasetçi adayına mesela tapu kadastro sistemini ıslah etsin yahut afet yönetimini kurumsallaştırsın diye oy vermez. Bu işler ancak bürokrat koltuğunda yapılabilecek işlerdir.

Lafı dolandırmadan söyleyelim: Milletvekili olmak için vazifelerinden istifa eden bürokratların, millete de, kendilerine de, mesleklerine de saygıları konusunda kafamızda şüpheler uyanıyor.

Bu el üstünde tutulan, müsteşarlık, genel müdürlük, başkanlık gibi pozisyonlara getirilerek taltif edilen, devletin imkânları önlerine serilen ve bunların karşılığında kendilerinden çok şeyler beklenen devlet adamlarımızın, komutanı olarak atandıkları mevzileri ilk fırsatta terk edip başka bir işe talip olmaları devlet adamı ciddiyeti ile ne ölçüde örtüşür?

“Kendisine tevdi edilen vazifeleri başarıyla yerine getirmiş bir bürokrat bilgi, beceri ve tecrübelerini siyaset arenasında neden kullanmasın?” diye sorulabilir. Siyaset ile bürokrasi ne kadar iç içe geçmiş gibi görünürse görünsün tamamen farklı disiplinlerdir. Mesela “bir su ürünleri profesörü derin birikimini neden olimpiyatlarda yüzücü olarak kullanmasın” sorusu ne kadar anlamsızsa bu soru da o kadar anlamsızdır.

Ayrıca milletvekili adayı olmak üzere istifa eden bürokratlar gerçekten onlardan bekleneni, üzerlerine düşeni yapmış, tamamlamış mıdırlar? En tepe koltuklarını milletvekili olabilmek için boşalttıkları kurumlarda ve tüm ülkede adları, “falanca kurumu ıslah eden devlet adamı” veya “filanca müesseseyi modernize eden bürokrat” olarak anılacak mıdır? Portreleri, bir zamanlar idare ettikleri müesseselerin en mutena köşelerinden birine asılacak mıdır? Ömürleri boyunca kurum personellerinin saygı ve sevgiyle andıkları, takip ettikleri, mesleki dergilerde röportajlarını heyecanla takip ettikleri, hatta çocuklarına örnek gösterdikleri kimseler olarak anılacaklar mıdır?

Yoksa taş üstüne taş koymadan, kendilerine büyük beklentilerle sunulan koltuğu işgal ettikleri sürece mesailerini, kendilerini siyasete taşıyacak siyasilerle yakınlık sağlamak için harcamış, hiçbir iz bırakmadan gelip geçmiş memurlar kervanına mı katılacaklardır?

Harita Genel Komutanlığı’nın sitesinde rast geldiğim şu marş, tüm naifliğine rağmen meslekî bir heyecanı aksettirmesiyle dikkatimi çekti:

Düşman emellerini, çarpışmadan ezer o
Kıyı demez, köy demez, bozkır demez gezer o
Kalemiyle vatanın tapusunu çizer o
Sanat arkadaşıdır, ilim başının tâcı,
Yurt için, millet için çalışır haritacı.

Her dağımda imzası, her ovamda izi var
Bozulmayan mayası, değişmeyen özü var
Gönlü enginlerdedir, yücelerde gözü var
Sanat arkadaşıdır, ilim başının tâcı,
Yurt için, millet için çalışır haritacı.

http://www.hgk.msb.gov.tr/harita-marsi

Bu hisleri taşıyan, mesleğine âşık bir haritacı, bir meslek, bir sanat, bir zanaat sahibi, ömrünü hayırlı bir iş yaparak tamamlama derdinde, idealist bir üst düzey bürokrat tasavvur edin. Hayatı boyunca üzerinde çalıştığı eserini tamamlamaya çalışırken kapısını çalıp onu milletvekilli olmaya davet etseniz muhtemelen size  “kusura bakmayın” diyecektir. Burada ömrümü verdiğim, emekli olmadan evvel tamamlamaya çalıştığım “gerçek” ve “kıymetli” bir işim var!

Ben partilerin milletvekili adaylarını belirleyenlerden biri olsaydım, üstün başarıları nedeniyle bizzat peşine düştüğüm, özel rica ve davetlerle kazanmaya gayret ettiğim bürokratlar dışında, kendiliğinden vazife yerini terk edip milletvekili adayı olmak için kapımı çalan hiçbir bürokratı aday yapmazdım.

İyi devlet adamlarını, bin kişinin talip olduğu ama bir kişinin alabildiği güzel, becerikli, asil bir kız gibi görmek lazım. Bilmem kaçıncı metresi olabilmek için, hovarda bir zengin delikanlının kapısını aşındıran bir kızın, kabul görse bile o kapıda ne kadar itibar göreceği baştan bellidir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, hayatını anlattığı “Yaşadığım Gibi” isimli eserinde, Avnullah Kâzimi Bey isimli bir devlet memurundan bahseder ki sanırım kafamda yaşattığım ideale yakındır:

Bu (taşındığımız) evde bizden evvel mutasarrıf Avnullah Kâzimi Bey oturmuştu. Şair Halide Nusret Hanım’ın babası olan bu zat, Kerkük’te çok iyi bir hâtıra bırakmıştı. Onun hakkında söylenenleri şimdi hatırladıkça, eski imparatorluğun devamını sağlayan, o tuttuğunu koparır, çakır pençe memurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Şehre ve havaliye sükûnet getiren, devlet otoritesini koruyan bu cins memurlara eskiden halkımız bir nevi keramet, hiç değilse bir dindarlık, riyazet izafe ederdi. Avnullah Kâzimî için de böyle olmuştu. Mektep arkadaşlarının çoğu, onun geceleri soyunmadan bir post üzerinde yorulana kadar ibadet ve dua ettiğini ve oracıkta kıvrılıp uyuduğunu, sonra atına binip eşkıya takibine çıktığını anlatırlardı.

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/osmanlinin-son-doneminde-devlet-otoritesini-koruyan-memurlar

Twitter: @salihcenap

Kamuda Bilgi İşlem Felaketi – 6

Bilişim amelesi pazarı mı var?

Artık iyice pehlivan tefrikasına dönen yazı serimize devam ediyoruz.

Kamu kurumlarının yöneticilerine çok mühim bir bilgi vermek, bir ikazda bulunmak istiyorum. Hani bilişim projeleri şartnamelerinizin içine işi yapacak personelin niteliği ile ilgili maddeler yazıyorsunuz ya, onu yapmayın! Çünkü ya sahtekâr ya akılsız olduğunuzdan başka hiçbir anlam çıkmıyor o maddelerden!

Neden bahsettiğimizi göstermek için, kopyalana kopyalana artık jenerik hale gelmiş, örnek bir şartname maddesini ele alalım:

Yazılım Geliştirme Uzmanı İçin İstenen Nitelikler

  1. Üniversitelerin bilgisayar ya da elektronik mühendisliği bölümlerinden mezun olmak.
  2. En az 5 yıllık deneyim sahibi olmak.
  3. c#, vb.net veya Java programlama dillerini çok iyi derecede bilmek.
  4. Benzer projelerde uygulama geliştirmiş olmak.
  5. Web Servisleri konusunda deneyimli olmak.
  6. Nesneye Dayalı Programlama konusunda deneyimli olmak.

Bu maddelerde o kadar ciddi sıkıntılar var ki! İlk önce madde madde sıkıntılara işaret etmeye çalışalım:

  1. Neden personelin belli bölümlerden mezun olması şartını getiriyorsunuz? Ülkemizdeki yazılımcıların pek çoğu burada söylenenlerden başka bölümlerden mezun. Bir endüstri mühendisi yahut Fizik mezunu pekâlâ iyi bir programcı olabilir. Bir bilgisayar mühendisi de (birçok örnekte görüldüğü üzere) beklenen “niteliklere” sahip olmayabilir.
  2. Şartnamelere ölçülemeyecek şeyler yazmak ahmaklıktır. Deneyimi nasıl ölçebilirsiniz? Okuldan mezun olalı geçen süreye mi bakacaksınız? Ya adam o süre boyunca başka işlerle uğraşmışsa? Daha önce çalıştığı projelerden referanslar mı isteyeceksiniz? Türkiye şartlarında bunu istemek, temin etmek ve güvenilirliğine itimat etmek mümkün mü?
  3. Şartnamede yazılım dili, mimari altyapı ve teknoloji belirtmek yanlıştır. Burada belirtilen dilleri ayrı ayrı “çok iyi derecede” bilmek de pek mümkün değildir. Kaldı ki personelin yazılım dili bilgisinin “çok iyi derecede” olduğu nasıl belgelenecektir? Kurum sınav mı yapacaktır? Bu sınavı hazırlama ve sonuçları değerlendirme kabiliyeti yahut imkânı var mıdır?
  4. Bir kişi benzer bir projede içerikten bağımsız olarak çalışmış olabilir. Mesela siz elektronik belge yönetim sistemi ihalesi yapıyorsunuzdur ve bir programcı daha önce başka bir elektronik belge yönetim sistemi projesinde çalışmıştır ama sayfaların tasarımıyla, renkleriyle uğraşmıştır. Ya da veritabanı optimizasyonu yapmıştır. Benzer projede çalışmış olmanın alan bilgisi kapsamında her hangi bir avantajı garanti etmesi mümkün değildir.
  5. Web servisleri? Hangi tür web servisleri? Deneyimin ölçüsü nedir? Internetten bulunan web servisleri hakkında bir videoyu izlemiş olmak mı yoksa ülke çapında çalışan web servisleri yazmış olmak mı? Yoksa web servisi diye bir şeyin varlığından haberdar olmak mı?
  6. Eski şartnamelerden kopyalana kopyalana günümüze ulaşmış, artık anlamını yitirmiş bir klişe de “nesneye dayalı programlama” bilgisi şartı. Bugün geçerli olan hemen her bilgisayar dili nesneye dayalı zaten! Okullarda mutlaka nesneye dayalı programlama öğretiliyor.

Şimdi teknik bilgi eksikliği sebebiyle yapılan yanlışları bir kenara koyup bu tür maddeleri neden sahtekârlık-akılsızlık ekseninde ele aldığımızı izah edelim.

İlk önce işin sahtekârlık tarafını ele alalım. Böyle şartname maddelerini okuyan her firma yetkilisi bilir ki bu maddeler, işin zaten ihale edilmeden önce verilmiş olduğu firmanın personelini tanımlamaktadır. İhale sadece formalite gereği yapılmaktadır. Çünkü piyasada tam belirtilen nitelikte ve sayıda personeli bünyesinde sürekli istihdam edebilecek başka bir firma yoktur!

Bir firma sahibi olduğunuzu düşünün. Elinizde para kazandığınız bir iş olmasa bile, belki bir gün bir kamu kurumu ister diye belirtilen niteliklerde üç-beş personeli sürekli istihdam edebilir misiniz? Hiçbir iş yapmadan o personele maaş vermeye devam edebilir misiniz? Çok zenginsiniz ve müneccim becerilerinizle gelecekte istenecek niteliklerin neler olacağını önceden kestirip o niteliklerde boş oturan beş personel istihdam ettiniz diyelim. Peki, şartnamede o nitelikte beş değil de on personel istenirse ne yapacaksınız?

Kamu müfettişleri bilişim konuları ile, yazılım sektörü ile ilgili azıcık bilgi sahibi olsalar ve özgürce denetim yapabilseler, şartnamesinde bu tür maddeler yazılan her ihale mahkemelik olurdu.

İşin yabancısı olanlar “E canım ne var bunda, kamu kurumu işin iyi yapılabilmesi adına çalıştırılacak personel için standartlar belirlemesin mi? Bu yapılmazsa firmalar çok niteliksiz personelle kalitesiz iş çıkarmazlar mı?” diye düşünebilirler. Bu iyi niyetli kimselere ve onlar gibi düşünen, sahtekârlık kastı olmayan kamu yöneticilerine bu tür maddeleri şartnameye yazmanın neden akılsızlık göstergesi olduğunu izah etmeye çalışalım.

iscibulunur
Bilişim İşçisi Pazarı?

İngilizce’de “the grass is greener on the other side of the fence” diye bir atasözü vardır. “Çitin öte tarafında çimenler daha yeşildir” diye tercüme edilebilir. İnsanların sahip ya da hâkim olamadıkları yerlerle ilgili hakikatten kopuk fanteziler geliştirdiğini anlatır. Bizdeki “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” atasözüne benzer bir atasözüdür. Kamu çalışanları için özel sektör çitin öte tarafıdır. Kendileri ile aynı yemeği yiyen, aynı suyu içen, aynı üniversitelerde okuyan, aynı kitapçılara girip çıkan adamların sırf özel sektörde çalışıyorlar diye farklı olduklarına dair bir kanaat hâkimdir memurlarda. Bu iki taraflıdır. Klasik memur kafası için özel sektör bir yandan kamuyu soymaya çalışan kurnaz tilkiler grubu, bir yandan kamunun yapamadığını yapma konusunda harikalar yaratan süper kahramanlar topluluğudur. O yüzden bahsettiğimiz türden maddeleri yazan memurun (iyi niyetli olanlarının) özel sektör tasavvuru aşağı yukarı şöyledir: (Belki de devleti soymak suretiyle) firmalar o kadar zengin olmuşlardır ki, gerçekten bünyelerinde yüzlerce çalışan barındırabilirler. Eğer barındırmıyorlarsa da Ankara Ulus’taki meşhur amele pazarı misali bir “bilişimci pazarında” her daim boşta, istihdam edilmek üzere bekleyen üç senelik, beş senelik, on senelik yazılımcılar arasından seçip alıverirler! Şu bilgisayar dilinin uzmanları filan yerde, bu teknolojinin uzmanları falan köşede iş beklemektedir. Sadece gel demek yeterlidir!

Böyle saçma sapan bir dünya tasavvuruna akılsızlık denmez de ne denir?

Çitin öte tarafında çimler daha yeşil değil! Kamu için, “proje esaslı” çalışan firmalar projeleri sonlandığında derhal yeni bir projeye başlayamıyorlarsa birkaç ay dayanıp nihayet çalışanlarını işten çıkartırlar. O yüzden bilişim firmalarımızın çoğunun doğru dürüst kurumsal hafızaları, alt yapıları, çalışma usulleri, kodlama standartları, dokümantasyonları, çalışanları için kariyer planları yoktur! Bilgi, tecrübe birikimi olmaz. Bilgi ve tecrübe adına üretilen ne varsa çalışanlarla beraber yiter gider çünkü. Hemen her proje sıfırdan yapılır, taş üstüne taş konamaz. Her kamu projesi için adeta yeni bir firma kurulur ve her projenin sonunda da o firma dağılır. Başka sektörlerin hiçbirinde işe alıp çıkartmalar bu kadar hızlı ve yaygın değildir.

Kimseler kusura bakmasın ama bu şartlar altında ülkemizin 2023 hedefleri de, orta gelir tuzağından kurtulma üzerine yazılan yazılar da, “mutlaka yüksek teknoloji üretmek mecburiyetindeyiz” diye başlayan nutuklar da boş geliyor.

Twitter: https://twitter.com/salihcenap

Linkedin: https://www.linkedin.com/in/salihcenap

Sizce kaçıncı sınıf Hintli mühendisler Gebze’de çalışmaya razı olur?

Sayın Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanımızın “Bilişim Vadisi” konusunda verdiği röportajda sarf ettiği,

“Kişi başına düşen milli geliri 25 bin dolara, çıkarabilmemiz için kiloda hafif, pahada ağır teknolojik ürünler üretip, satabilmemiz gerekiyor. Bunun yolu da Ar-Ge’den, yani Bilişim Vadisi’nden geçiyor

sözünün son kısmını biraz sorgulamamız lazım.

“AR-GE” yani araştırma geliştirme faaliyetlerinin ancak bir bilişim vadisinin varlığıyla mümkün olduğu neticesine nasıl varılabilir? Hatta onu bırakın, Bilişim Vadisi projesinin gerçekten Ar-Ge ile bir alâkası var mı?

Sayın Bakan’ın anlattıklarından ve basına yansıyanlardan, Bilişim Vadisi’nin büyükçe bir “inşaat projesi” olduğunu çıkartıyoruz. Mesela şu satırlar Anadolu Ajans’ının haberinden:

Projenin 4 etaba ayrıldığını anlatan Işık, şu bilgileri verdi:

“Birinci etap, 1A ve 1B olarak ikiye ayrıldı. 1A bölgesinde, 70 bin metrekare alanın inşaatı için ihale aşamasına gelindi. Eylül ayı sonunda altyapı ve üstyapı projelerinin ihalesini, 2015 yılı sonunda da inşaatını tamamlamayı planlıyoruz. 1A denilen bölge içinde, 15 bin metrekarelik idari bina ve çok amaçlı Ar-Ge ofisleri bulunacak. Bilişim Vadisi içinde yaşayacakların bütün ihtiyaçlarına cevap verecek okul, kreş, hastane, ibadethane, konaklama, banka, spor merkezleri, kültürel tesisler gibi sosyal donatı alanları da olacak. Burası Ar-Ge çalışanları için aynı zamanda bir yaşam kompleksi olacak.”

Yazılım geliştirme konusunda herhangi bir fikri olmayanlar ister istemez şöyle düşüneceklerdir: Demek ki bugüne kadar yazılım konusunda gelişemememizin sebebi bina eksikliğiymiş! Şöyle geniş bir kampüs olunca, pırıl pırıl binalarla, ofislerle birlikte dünya çapında bir Ar-Ge merkezine dönüşmemek için mazeretimiz kalmamış oluyor!

Sektörün içinde olanlar ise şöyle sorular soracaklardır:

Neredeyse artık her şehrimizdeki üniversiteler bünyesinde teknokentler var. Bu merkezlerde yukarıda bahsedilen tüm imkânlar hâlihazırda sağlanıyor zaten. Hatta Bilişim Vadisi anlatılırken bahsi pek geçmeyen bir takım teşvikler, vergi indirimleri, sigorta destekleri şu an teknokentler bünyesinde çalışan firmalara veriliyor. Üniversite-sanayi işbirliğin teşvik edilmesi için programlar da, kuluçka merkezleri de hâlen mevcut. Bilişim Vadisi kapsamında vaat edilen yegâne farklılık, Samsung, Siemens, Oracle, IBM, HP gibi uluslararası bilişim firmalarının burada ofis açıp, üst düzey mühendislerini Türkiye’ye getirip, Ar-Ge çalışmalarını Türk mühendislerle yürüteceği iddiası. Ancak bu nasıl sağlanacak? Bu büyük firmalar insan kaynaklarını hangi motivasyonla Türkiye’de konumlandıracaklar? Zaten kurulu bir düzenleri varken neden gelip Türk mühendislerle Ar-Ge çalışmaları yapmak isteyecekler? Nihayet tüm bunlar gerçekleşse bile, bu firmaların “devşirdikleri” mühendislerimize ürettirip yine fahiş fiyatlarla bize satacağı yazılımlar ülkemize, ekonomimize ne gibi bir fayda sağlayacak?

Büyük, uluslararası yazılım üreticisi firmalar, yazılım geliştirme süreçlerinde çalıştırmak üzere dünyanın en iyi beyinlerini bulurlar ve çok cazip fırsatlar sunarak bünyelerinde çalıştırırlar. Bu cazip fırsatlar arasında bazen astronomik seviyelere çıkabilen maaşlar, detaylı ve sistematik kariyer planları, terfi ettikçe verilen hisse senetleri gibi imkânların yanı sıra Amerika ve Avrupa’nın popüler merkezlerinde, sektörün en parlak beyinleriyle birlikte çalışma şansı da vardır. Firmalar, insan sermayesinin hemen her şey demek olduğu bu sektörde parlak beyinleri kaybetmemek için adeta çalışanlarının nazlarıyla oynarlar. Bu şartlarda,  ülkesinden kalkıp Amerika’daki silikon vadisinde çalışmaya giden, mesela Çinli, Hindistanlı, Singapurlu yahut Macar bir gencin, neden Avrupa ve Amerika’daki popüler merkezler yerine Gebze’deki bilişim vadisinde çalışmak isteyebileceğinin bir cevabı yoktur!

Bu yapılan aynen şuna benziyor: Büyük, modern bir stadyum ve güzel spor tesisleri inşa ediyorsunuz. Sırf birkaç bina yaptınız diye Barcelona, Arsenal, Milan gibi takımların kendi ülkelerini bırakarak Ronaldo, Messi gibi yıldız futbolcularını da alıp ülkenize gelmesini beklemeye koyuluyorsunuz. Yahut Barcelona futbol takımının yıldız oyuncularını yetiştiren antrenörlerinin sırf süslü birkaç tesis yapıldı diye düzenlerini bozup Türkiye’de futbolcu yetiştireceklerine inanıyorsunuz! Buna ileri derecede safdillik denmez de ne denir?

Açıkça bellidir ki elde edeceğiniz en iyi şey, büyük futbol takımlarının sizin “süper tesislerinizde” bir dükkan açıp, lisanslı formalarını, anahtarlıklarını, flamalarını vs. satmasıdır. Bu kulüplerden ülke adına beklenebilecek en büyük fayda, mağazalarında tezgahtar, mağaza müdürü, güvenlik elemanı gibi kadrolarda Türkleri çalıştırıp yaratacakları üç-beş kişilik istihdam(!) olabilir.

Aynı şekilde, Bilişim Vadisinde yer alacak uluslararası firmaların da çalıştıracakları “mühendislerimiz” Ar-Ge falan yapmak şöyle dursun, ancak o firmaların ürünlerini fahiş fiyatlarla ülkemiz kurumlarına satmaya çalışan satış-pazarlama elemanları olarak iş bulabileceklerdir.

Yıldız yazılımcıların ülkemize gelmesi konusunda, zihin açıcı olacağını düşündüğüm bir hatıramı nakletmek istiyorum.

Zannederim 2001 senesiydi. Bahsettiğimiz türden dev bir uluslararası firma olan Accenture‘ın Almanya kolunda, büyükçe bir yazılım projesinde çalışıyordum. Proje merkezi, Almanya’nın “Biergarten” denilen kır lokantalarıyla meşhur Münih kentindeydi. Projede benimle beraber Çinli, Hintli ve tabi Alman mühendisler görev alıyorlardı. Proje sonlandığında ekip olarak bir veda yemeği için o meşhur Biergartenlerden birisinde toplandık. İlerleyen saatlerde iş disiplinleriyle maruf Almanlardan birisi alkolün de tesiriyle gevşeyip abuk sabuk konuşmaya başladı. Yanımdaki Hintli arkadaşa biraz ırkçılık kokan, küçümser, aşağılar bir tonla, “Sen ülkemizden gitmemek için her şeyi yaparsın değil mi? Almanya’da çalışmak bir Hintli için lütuf sayılır!” deyiverdi. Hintli arkadaşım oldukça zeki bir delikanlıydı. İstifini bozmadan cevabı yapıştırdı:

“Dediğin doğru! Buradan gitmek istemem ama şu sebepten: Hindistan’da bir koltuğa talip binlerce üst düzeyde mühendis vardır. Bunların arasından yalnızca en iyi olanlar Hindistan’da kalabilir. İkinci sınıf mühendislerimiz Amerika’ya giderler. Orada iş bulamayanlar ise Avrupa’da iş ararlar. Yani biz Hindistan’da ve Amerika’da çalışacak kadar iyi olmadığımız için buradayız. O yüzden düşük niteliklerimize rağmen kolayca iş bulduğumuz bu ülkeden gitmeyi tabi ki istemeyiz!”

Şimdi bu hikâyeye göre, sizce kaçıncı sınıf Hintli mühendisler Gebze’de çalışmaya razı olur?

Twitter: @salihcenap