Muhalif Akademisyenlerin Çay Sohbeti

Muhalif Akademisyenlerin Çay Sohbeti

– Hocam bak sana bir şey söyleyeceğim ama kızmaca darılmaca yok!
– Yok, kardeşim ben sana darılmam. Söyle.
– Şimdi sen böyle ateşli ateşli eleştiriyorsun ya iktidarı…
– Evet?
– Yanlışlarını sayıp döküyorsun, tarihten girip psikolojiden çıkıyorsun…
– Evet?
– Hiç düşündün mü? Acaba o iktidar imkânlarından seni de biraz yararlandırsalar yine de böyle eleştiriler geliştirir miydin?
– Ne demek istiyorsun?
– Yani, diyorum, mesela şöyle tatlı bir proje görevi alsaydın devletten. Yahut seni genel müdür menel müdür bir şey yapsalardı. Altına gıcır bir makam arabası çekselerdi, mızmızlanmaya devam eder miydin?
– Ne biçim soru bu? Aşk olsun sana! Yani ben yağlı iktidar nimetlerinden uzak kaldığım için mi sızlanıyorum?
– Ne olur yanlış anlama. Sen böylesin demiyorum. Basit bir sorgulama, bir zihin deneyi benimkisi…
– O zaman senin mantığına göre tüm muhalifler iktidar pastasından pay alamadıkları için mi muhalif?
– E biraz öyle…
– Çok materyalist bir yorum değil mi bu?
– Belki… Ama elini vicdanına koy da söyle yanlış mıyım?
– Yanlışsın hocam.
– Peki, az önce göç politikaları konusunda bir sürü attın tuttun. Şimdi bir telefon gelse, İç İşleri Bakanımız arıyor olsa, seni Göç Politikaları Genel Kurulu’na uzman konuşmacı olarak davet etse?
– Sevinirim tabi! Ama gider çatır çatır eleştirilerimi sıralamaktan da geri durmam yani!
– Sonra sana o toplantıda yaklaşan yetkililer deseler ki “ülkemizin göç politikalarına yön verecek bir strateji dokümanı hazırlamanı istiyoruz.”
– Eee, iyi işte… Ne var bunda?
– “Tabi böyle bir belge masa başında oturarak hazırlanmaz. Sana saha ziyaretleri için bir otomobil tahsis edeceğiz. Uçuşlar ayarlayacağız. E tabi yurt dışında bu işler nasıl yapılıyor gidip yerinde görmen için de uluslararası geziler yapman lazım.” deseler.
– Bunlar zaten olması gereken şeyler.
– “Bir de Sayın Bakanımız, kendi danışmanı olmanızı ve göç politikaları ile ilgili toplantılarında yanında olmanızı rica ediyor. Bunca emek, yorgunluk karşılıksız olmaz tabi. Emeklerinizin karşılığı olamaz ama bu çalışmanız için size dolgun bir ücret vereceğiz.” deseler?
– Elimden geleni yaparım.
– Dur dur bitmedi… Çalışsan çabalasan bildiğin tüm doğruları aktardığın strateji dokümanını ortaya çıkartsan ama sonra baksan ki senin çalışmanın kapağını kaldıran yok. Strateji mtrateji kimsenin umurunda değil. Sana kulak asan yok.
– Veryansın ederim. Dağıtırım ortalığı!
– Yapamazsın! İtibarlı danışmanlık pozisyonun devam ediyor. Paran da tıkır tıkır yatıyor?
– Önce istifa, sonra verdikleri parayı iade ederim!
– Yüzde yüz emin misin bunu yapacağından?
– …
– Kimse, sınanmadığı günahın masumu değildir derler.
– Güzel sözmüş.
– Aslında iktidarı, zenginliği, şöhreti avuçlarında hissettikten sonra, doğru bildikleri uğruna bunlardan vazgeçmeyi göze alabilen o kadar az insan var ki…
– Zor tabi… Ama gerçek inancı gösteren bir turnusol kâğıdı aynı zamanda.
– Nasıl yani?
– Dile getirdiğin görüşler, paraya, güce, şöhrete sahip olunca değişiyorsa, boş laftan ibarettir. Gerçek inancını gösteren değil, alttan alta taptığın dünyaya erişimini kolaylaştıran basit bir araçtır sadece. Öte yandan kaderin bir cilvesiyle gelen iktidarın, seni bir canavara yahut konformist bir zavallıya dönüştürmesine izin vermiyorsan inancında samimisin demektir.
– Hocam söylesene, hayatında doğru bildiklerin uğruna vazgeçtiğin, elinin tersi ile ittiğin en büyük nimet neydi?
– Araştırmaya vakit bulamadığım için ikinci öğretim dersi vermeyi reddetmiştim! 🙂
– Bu mudur yani! 🙂
– Maalesef… Ya senin?
– Üniversite kampüsündeki lojmanda kalabilmek için rektöre yalakalık yapman lazım dediler yapmadım! 😐
– Hocam bu konuda dökülüyoruz. Farkındasın değil mi?
– Sanırım “inandıklarımız adına yaptığımız ciddi fedakârlıklar” listemize bir şeyler eklemeden fazla atıp tutmamak lazım.
– Aynen hocam. Aynen… O liste bomboşken bu hayata göz yummak ise büyük talihsizlik.
– Allah korusun.
– Amin.

Hür İrade Bir İllüzyon mu?

Hür İrade Bir İllüzyon mu?

SchopenhauerÜnlü Alman filozof Arthur Schopenhauer, 1839 yılında Norveç Kraliyet Bilimler Akademisi’ne sunduğu “Hür İrade Üzerine” (Ueber die Freiheit des menschlichen Willens) başlıklı makalesinde genel olarak insanların “hür irade” diye bir şeye sahip olmadıklarını ileri sürdü. Ona göre insan sadece bir takım öncül sebeplere ve muharriklere tepki veren bir varlıktı.

Schopenhauer, bu konudaki görüşlerini “Makaleler ve Aforizmalar” isimli eserinde şöyle bir aforizmayla özetlemişti:

İnsan istediğini yapmakta hürdür fakat ne isteyeceğini öngörmek insanın elinde değildir.”

libetSchopenhauer’dan yaklaşık bir asır sonra, 1983 yılında Benjamin Libet isimli Amerikalı bilim adamı dünyayı şoka sokan bir keşif gerçekleştirdi. Libet, biyoelektromanyetizmanın insan bilinciyle ilintili olarak nasıl çalıştığını inceliyordu. Gelişen elektronik hassas ölçüm cihazlarıyla yaptığı deneylerle, bir şeyi yapmaya karar vermemizle onu yapmamız arasında yaklaşık 350 milisaniyelik bir gecikme olduğunu ortaya koydu. Biz daha bir fiili gerçekleştirmeyi istediğimizin farkına varmadan önce beynimiz o fiilin emrini veriyordu. Yani gerçekte bir karar, biz daha onu almadan yürürlüğe girmiş oluyordu.

Bu buluş özgür irade kavramının temelden sorgulanmasına yol açtı.

Libet özgür iradeyi reddetmiyordu. Özgür iradenin sadece, şuurumuzun bir isteğimizin eyleme dönüşmesine izin vermek ya da bunu engellemek için karar verirken kullandığı bir çeşit veto gücü halinde var olduğunu ileri sürdü.

Yani Libet’e göre ne isteyeceğimizi kontrol edemiyorduk ama o isteği hür irademizle reddetmek ya da kabul etmek için saniyenin üçte biri kadar zamanımız vardı.

Amerikalı sosyal psikologlar Dan M. Wegner ve Thalia Wheatley, 1999 yılında American Psychologist dergisinde “Aşikâr Zihinsel Nedensellik, İrade Tecrübesinin Kaynakları” (“Apparent Mental Causation, Sources of The Experiences of Will”) başlıklı bir makale yayınladılar. Bu makale çok ciddi tartışmalara sebep oldu zira araştırmacılar makalelerinde Libet’in bulgularından bir adım öteye geçerek “hür irade” diye bir şeyin hiç mevcut olmadığını ileri sürüyorlardı!

Wegner ve Wheatley, makalelerinde, hayatımızda hür irademizle kararlar aldığımızı “sandığımızı”, aslında hür iradenin beynimizin ya da şuurumuzun bize oynadığı bir oyundan başka bir şey olmadığını söylüyorlardı.

Araştırmacılara göre herhangi bir seçimi şuursuzca yaptıktan “sonra” beynimiz tarihi yeniden yazarak o seçimi kendimiz yapmış gibi inanmamızı sağlıyordu.

Makalede şöyle bir örnek veriliyordu: Hiçbir esintinin olmadığı bir günde bir parkta oturduğunuzu düşünün. Bir ağaç dalına bakıyorsunuz, aklınızdan şimdi bu dal hareket edecek diye geçiriyorsunuz ve o anda hareket ediyor. Başınızı çevirip başka tarafa bakıyorsunuz ve sonra tekrar dönüp dala bakıyorsunuz. Şimdi hareket edecek diyorsunuz ve dal yine hareket ediyor. Bu her seferinde böyle olursa bir süre sonra dalı kendinizin hareket ettirdiğini düşünmeye başlarsınız. Bu örnek ağaç dalı için biraz garip gelse de elimizi kolumuzu oynatmamızın bundan bir farkı yoktur. Ağaç dalı ne kadar bizim irademizle hareket ediyorsa elimiz kolumuz da o kadar bizim irademizle hareket etmektedir!

Araştırmacılar ellerimizi kollarımızı hareket ettirmemizin dalı hareket ettirdiğimizi “sanmamız” gibi bir illüzyondan ibaret olduğunu, aslında kolumuzu kaldırmaya karar vermediğimizi, kolumuzu kaldırdıktan sonra buna karar verdiğimize inandığımızı iddia ediyorlardı. Çeşitli deneylerle de iddialarını destekliyorlardı.

Wegner ve Wheatley’den Yaklaşık onyedi sene sonra Yale Üniversitesi’nden Adam Bear ve Paul Bloom isimli iki araştırmacı Wegner ve Wheatley’in iddialarını yeni bir deneyle test ettiler.

Red-Dot-Illusion_rev01Deneye katılan her kişinin önüne bir bilgisayar monitörü koyuldu. Ekranda beş tane beyaz nokta görünüyordu. Katılımcılara bu beyaz noktalardan birinin kırmızıya dönüşeceği söylendi ve onlardan hangi noktanın kırmızıya dönüşeceğini tahmin etmeleri istendi.

Burada bilgiye, ipuçlarına dayalı bir tahmin söz konusu olmadığından katılımcılar -bizdeki amiyane deyimle- “kafadan atacaklardı”. Sonra da tutturup tutturmadıklarını söyleyeceklerdi. Normalde teorik olarak beş seçenek olduğu için doğru tutturma ihtimali olan yüzde yirmi oranı hemen gözlemlendi. Fakat “tahmin” için verilen süre azaltıldıkça “tutturduğunu” söyleyenlerin oranı artmaya başladı. Zaman kısaldıkça beyin devreye giriyor ve hiç alakası olmadığı halde katılımcıların doğru seçimi yaptıklarına inanmalarını sağlıyordu. Tahmin için verilen zaman uzadıkça bu “illüzyon” ortadan kalkıyordu ki bu da katılımcıların araştırmacıları ve kendilerini aldatmadığının bir deliliydi. Katılımcılar samimi olarak doğru cevabı tutturabildiklerine inanıyorlardı.

Burada bahsedilen iddialar, sinirbilim ya da psikoloji sahasında bir takım bilimsel tartışmaların çok ötesinde bir anlam taşıyor. Çünkü eğer bu iddialar doğruysa insanlığın üzerine kurulu olduğu bir çok temel kabulün yeniden sorgulanması gerekiyor. Hatta belli bir bakış açısından bakılırsa, iyilik-kötülük, doğru-yanlış gibi kavramlar bile ortadan kalkıyor. Eğer seçimlerimizi hür irademizle yapmıyorsak, bilinç altımızın biraz geçmiş tecrübelerimize, biraz genlerimize, biraz da çevresel şartlara göre yaptığı seçimi kendimiz yaptık sanıyorsak yaptıklarımızdan nasıl sorumlu tutulabiliriz?

Bu argümanın son yıllarda Amerikan mahkemelerinde suçlu avukatlarınca kullanılmaya çalışılması da gayet enteresan. Avukatlar katil ya da hırsız müvekkillerini şöyle savunmaya çalışıyorlar: “Eğer kolumuzu hareket ettirmek gibi basit bir kararı bile biz veremiyorsak cinayet yahut hırsızlık gibi son derece karmaşık bir eylemden nasıl sorumlu tutulabiliriz. Sorumlu olsa olsa beynimiz, genlerimiz, yetiştirilme tarzımız ve çevremiz olabilir!”

Özgür irade diye bir şey olmadığına inananlar bu sebepten ölüm cezasını yanlış buluyorlar. Beynindeki ya da genlerindeki bir sıkıntının neticesi seri katil olan biri, başka insanlara zarar vermemesi için hapsedilebilir ama nasıl bir kasırgayı ya da depremi sebep olduğu yıkımdan dolayı cezalandırmak söz konusu değilse o kişiyi idam etmek de söz konusu olmamalı diyorlar.

Bu meselenin başka veçheleri de var.

Kuantum fiziğinde ortaya çıkartılan o meşhur “gözlemci gözleneni değiştirir” ilkesi burada da iş başı yapıyor.

Deneyler gösteriyor ki özgür iradeye sahip olduğuna inanmayan insanlar suç işlemeye, bencilliğe ve depresyona daha eğilimli oluyorlar. Kendi iradesi ile kararlar alıp uyguladığına inanan insanlar ise kurallara uyma, işte başarılı olma, yardımsever ve cömert olma konularında diğerlerinden daha önde oluyorlar.

Özgür iradenin olmadığını savunan bilim adamları buradan hareketle ikiyüzlü sayılabilecek bir pozisyon alarak şunu söylüyorlar: “Hür irade diye bir şey yok ama insanların bunu bilmesi dünyayı yaşanacak bir yer olmaktan çıkartır. Bencillik, acımasızlık, kötülük ve her türden suç artar. O yüzden bu gerçeğin kitlelerce bilinmemesinde fayda vardır!”

Bilimsel temellere dayandırılmış ve geniş kitlelerce benimsenmiş bir nihilizmin tüm toplum üzerinde yıkıcı bir etki yapacağı konusunda bu bilim adamları haklı görünüyor ama belki Müslümanlar olarak meseleye bizim de sunabileceğimiz farklı bir perspektif olabilir.

İşin doğrusu bahsedilen bu yaklaşımın arkasında deterministik, naturalist ve netice itibariyle dinsiz bir hayat kavrayışı var. İnsanların hür -ya da cüz’î- iradeye sahip olmadığı bir dünyada dinden de bahsedilemez. Zira bu mantığa göre doğru ya da yanlışı seçmek diye bir şansımız yoksa insanlar yaptıklarından sorumlu tutulamazlar.

Öte yandan bu kavrayış insanı, fatalistik yahut bizdeki karşılığıyla “cebriyyeci” bir varlık algısına da götürülebilir. Yani yapıp ettiklerimizin önceden belirlenmiş bir kaderin kazasından ibaret olduğu ve bizim onlar üzerinde hiçbir etkimizin bulunmadığı düşüncesine.

Hür irade konusunda kafa yoran Müslümanlar doğal olarak ilk kaynak olarak Kur’an-ı Kerim’e başvurmak zorundalar. Kur’an-ı Kerim’de insanların hür iradeleriyle seçim yapabileceklerini söyleyen ayetler var. Örnekleyecek olursak:

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
(Şems, 7-9)

Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik. De ki: “Ona ister inanın, ister inanmayın.
(İsra, 106-107)

De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.”
(Kehf, 28)

Şüphesiz bunlar bir öğüttür. Kim dilerse Rabbine ulaştıran bir yol tutar.
(Müzzemmil, 19)

İşte bu, hak olan gündür. Artık dileyen kimse Rabbine ulaştıran bir yol tutar.
(Nebe, 39)

Dileyen onu düşünüp öğüt alır.
(Abese, 12)

Öte yandan bahse konu tartışmaları Müslümanlar açısından son derece ilginç hale sokan başka ayetler de var:

O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
(Tekvir, 27-29)

İşte bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine ulaştıran bir yol tutar. Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(İnsan, 29-30)

Bu ayetlerden çok farklı çıkarımlar yapılabileceği ortada.

Hür iradenin reddi konusu hemen hicri I. Asırda müslümanların gündemine giriyor. Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvan, insanın fillerinde zorunluluk altında olduğunu, insanın iradesinin ve gücünün olmadığını ileri sürüyorlar. Onlara göre göre insanlar fiillerinde bir mecburiyet altındadırlar, yani kendi fiillerini meydana getirirken hür bir irade ve güce sahip değillerdir. Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvan ve cebr düşüncesini benimseyen diğer Cebriyye’cilere göre Allah’ın dışında hiç kimsenin, ne fiili ne de ameli olabilir. Ameller yaratılmışlara ancak mecaz yoluyla izafe edilebilir. Allah kişinin rengini, şekil ve bedenini yarattığı gibi fiillerini de yaratır. Kulun mecazi anlamda bir gücü bulunmakla birlikte bunun fiilin meydana gelmesinde herhangi bir etkisi yoktur. Ağaçların meyve vermesi, suyun akması, güneşin doğması neyse insanın fiilleri de odur.

Hicri II.asrın başlarında ortaya çıkan Mu’tezile akımının imamları ise insanın fiillerini hür iradesiyle ve kendi gücüyle meydana getirdiği iddiasındaydılar. İnsanın fiillerinde hür olduğu fikrinin ilk temsilcilerinden Ma’bed el-Cüheni, Gaylan ed-Dımışki’ye ve daha sonra Amr b. Ubeyd ve Vasıl b. Ata’ya göre; kader diye bir şey yoktu, bütün işler insanın kendi iradesiyle yapılır, insan kendi eylemlerini kendi bilgisiyle bizzat kendisi takdir ederdi. Allah’ın ezelde insanın fiillerini takdir etmesi, insan fiilleri üzerinde herhangi bir müdahalede bulunması söz konusu değildi. Allah insana özgür bir irade verip fiillerinden dolayı onu sorumlu tutmasaydı, Allah’ın insanları suç işlemeye zorlayıp, sonra da bundan dolayı insanları cezalandıracağı bir durum söz konusu olurdu ki, bu Allah’ın adaletiyle bağdaşmayacak bir sonucu doğururdu.

Emevi’ler devrinde yükselen bu kaderiyye-cebriyye tartışmalarının pratik/siyasi bir anlamı vardı. Emevi’ler işledikleri günahları, yaptıkları zulümleri meşrulaştırmak, biraz da halkta oluşan infiali hafifletmek için cebriyyeci görüşleri ileri sürmüşlerdi. Kendilerini şöyle savunuyorlardı: Böyle oluyordu çünkü Allah böyle yazmıştı. Olanlara isyan etmek kadere isyan anlamına gelirdi. O yüzden yapılacak tek şey yaşananları sineye çekmekti.

Hür iradenin yahut cüz’î iradenin varlığı ve boyutları konusu oldukça netameli bir mevzu. Bu zor kelâm problemi İslam dünyasında asırlar boyu tartışılmaya devam etti.

İlk İslâm filozofu sayılan Kindî, insanın kalbine doğan düşüncelerin tesiriyle harekete geçen iradesine bağlı olarak fiillerini meydana getirdiği görüşündeydi. Fârâbî ve İbn Sînâ’ya göre insanın iradî fiilleri onun niyet ve kastına bağlıydı, niyet fiilden önce mevcut olduğu halde kasıt fiil anında vuku buluyordu. İnsan fiillerinde hür olmakla birlikte bu hürriyet kâinatta hâkim olan küllî nizam ve kanunlarla sınırlıydı. İbn Rüşd’e göre ise Allah insana fiillerini gerçekleştireceği irade ve kudreti vermiş olduğu halde bu insanın bütünüyle hür olduğunu göstermezdi. Zira insan, tamamen ilâhî tasarrufa bağlı bulunan hâricî ve dâhilî sebeplere boyun eğmek mecburiyetindeydi.

Genellikle Cehmiyye ve Sûfiyye’nin oluşturduğu, hür irademiz olmadığını söyleyen Cebriyye’ye ait görüşlerin âlimlerin çoğunluğu tarafından hem aklî hem de naklî açıdan isabetli görülmediği anlaşılıyor. Zira bu yaklaşım ilâhî buyrukları anlamsız hale getirmek suretiyle şeriatı geçersiz kılıyor ve insanların iyi veya kötü işler yaptığını bildirip onlara çeşitli fiiller nisbet eden âyetlerle de açıkça çelişiyor.

Mu‘tezile’nin, ilâhî irade ve kudretin hiçbir etkisi bulunmadan insanın kendi kendine fiillerini yaratabildiğini iddiası da aşırı görülüp Sünnî âlimlerce şiddetle eleştirilmiş.

Orta bir yol tutmaya çalışan Eş‘ariyye de şiddetli eleştirilerden kurtulamamış. Mâtürîdî ve Mu‘tezilî âlimler, Eş‘ariyye’nin savunduğu fiil anlayışının aklî bakımdan tutarsız olan cebre götürücü bir nitelik taşıdığı hususunda birleşmiş görünüyor.

Peki Mâtürîdiyye’nin görüşleri? Mâtürîdiyye’nin yaratılmış bir varlık olan insanda Allah tarafından yaratılmayan bir cüzî iradenin bulunduğunu kabul etmesi, varlık ve yoklukla nitelendirilemeyen bir cüzî iradeye dayanarak insanın sorumluluğunu temellendirmeye çalışması da diğer kelam ekolleri tarafından eleştirilmiş.

Şimdi benzer bir tartışma tamamen başka bir yönden gündemimize dahil oluyor.

Anlaşılan o ki Allah bize bir hareket alanı, bir cüz’î irade vermiş. İstediğimizi yapabiliyoruz ama bir taraftan da bizim istememiz onun istemesine bağlı. Bazı alimler, Allah’ın iradesinin, bizim hür irademizle hareket etmemizi de sağlayabilecek şekilde tecelli edebileceğinin altını çiziyorlar! Yani Allah birşeyi dilemeden biz dileyemeyiz ama ya Allah kendi dilemeden bizim dileyebilmemizi murad ederse? Mesele çetrefilleşiyor…

Müslümanlar olarak hayatımızın her aşamasında “inşallah” kelimesini kullanarak -çoğu kez farkında olmadan- bu hakikati dillendirmiş oluyoruz. “İnşallah” Allah dilerse/murad ederse demek. Müslümanlar şunu yapacağım, bunu yapacağım, falanca iş şöyle olacak demek yerine “inşallah” diyorlar. Yani “inşallah” dediğimizde, ancak Allah dilerse/murad ederse öyle olur demiş oluyoruz!

Böylece başa döndük. Schopenhauer, “İnsan istediğini yapmakta hürdür fakat ne isteyeceğini öngörmek insanın elinde değildir.” demişti. İnsanın ne isteyeceğini belirlemenin, insanın yaratıcısı olan yüce Allah’a mahsus bir ayrıcalık olduğu aşikâr.

Burada temel problem, zaman denilen dördüncü bir boyut içinde hapis olan insanın o boyuttan tamamen bağımsız olan Allah’ın murad edişini kendi kısıtlı kavrayışıyla anlamlandırmaya çalışmasından doğuyor sanki. Cisimlerin yüksekliğinin olmadığı iki boyutlu bir dünyaya ait bir şeklin -mesela üçgenin- üç boyutlu dünyaya ait bir şekli -mesela küreyi- hiçbir zaman tam olarak kavrayamayacak olması gibi biz de sınırlı algımız ve kavrayışımızla kapasitemizi aşan bir işe soyunuyoruz.

Çeşitli bağımlılıkların tedavi süreçleri bize enteresan bir pencere açıyor. Kimi bağımlıların içlerinden gelen o isteği durdurma konusunda başarılı olduklarını, kimilerinin bağımlılıklarından asla kurtulamadıklarını görüyoruz. Yani mesela sigarayı bırakmayı can-ı gönülden istediği halde ömrü boyunca bunu başaramayan, bıraktım zannederken yeniden içmeye başlayan insanlar varken hayatının bir noktasında son sigarasını içip bir daha sigaraya dokunmayan insanlar da var. Bunu kuvvetli bir irade ile açıklamak makul görünmüyor. İnsanın iradesinin üzerinde bir irade olduğunu görmek gerekiyor.

Bu o kadar böyle ki hayatımızda ortaya koyduğumuz hiçbir iradenin garantisi yok!

Kırk yıllık koyu dindar bir Müslüman bir anda ateist olabileceği gibi Allah’a inanmayı kendince çok sağlam delillerle ömrü boyunca reddetmiş biri bir anda Allah’a inanmaya başlayabilir.

Kimbilir belki de “Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.” duasının Resulullah’ın en sık tekrar ettiği dualardan birisi olmasının sebebi de budur.


Bu yazı fikircografyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.
(http://fikircografyasi.com/makale/hur-irade-bir-illuzyon-mu)

http://www.scientificamerican.com/article/is-free-will-an-illusion/

http://www.dailymail.co.uk/news/article-3567709/Free-ILLUSION-created-brains-new-study-finds.html

http://blogs.scientificamerican.com/bering-in-mind/scientists-say-free-will-probably-doesnt-exist-but-urge-dont-stop-believing/

http://blogs.scientificamerican.com/mind-guest-blog/what-neuroscience-says-about-free-will/

http://www.theatlantic.com/magazine/archive/2016/06/theres-no-such-thing-as-free-will/480750/

http://www.independent.co.uk/news/science/free-will-could-all-be-an-illusion-scientists-suggest-after-study-that-shows-choice-could-just-be-a7008181.html

http://www.naturalism.org/worldview-naturalism/tenets-of-naturalism

http://cogsci.ucd.ie/introtocogsci/docs/Agency-1999.pdf

http://www.theguardian.com/law/2012/may/29/will-neuroscience-change-criminal-justice

https://en.wikipedia.org/wiki/Benjamin_Libet

http://dusundurensozler.blogspot.com.tr/2008/05/mutezile-mezhebinde-insanin-fiilleri_09.html

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=130060

Bu Haliyle Bu Binada Oturamayız

Bu Haliyle Bu Binada Oturamayız

Laz müteahhitlerin sevdiği gibi sürekli kaçak kat çıkılan bir bina tasavvur edelim. Binada oturuyoruz ama binanın her tarafından garip sesler geliyor. Bir inceletiyoruz ki inşaatta deniz kumu kullanmışlar, yeterli demir yok, beton kalitesiz, su tesisatı paslanmış, musluktan akan sular hastalık taşıyor, elektrik tesisatı her an kısa devre yapıp yangın çıkartabilir.

Aklımıza derhal iki soru geliyor:

1.Bu bina ıslah olur mu?

2.Bu binayı yıksak, sağlam olduğuna emin olduğumuz temelleri üzerine daha iyisini yapabilir miyiz?

Şurası açık ki birşeyler yapmazsak bina kendiliğinden yıkılıp gitmek üzere. Gerçi şu anki standartlarından rahatsız olmayan ev sakinleri yıkıntılar arasında da yaşamayı sürdürebilir ama yıkılan evde yaşamayı kabul etmeyip evi terkedecek olanlar da az değil.

Bahsettiğim “bina”, bugünkü İslam algımız, kavrayışımız ve yaşayışımızdır.

Kimse kendini kandırmasın. Acı gerçekle yüzleşelim: bu bina yıkılmak üzeredir!

21. asırdaki İslam kavrayışımız ne adalet üretiyor, ne iyilik, ne refah ne de estetik.

Binaya her asırda eklenmiş “kaçak katlar” ve “kaçak tesisatlar” artık mütemadiyen hastalık üretiyor.

Binanın tabanından gelen tertemiz su, üst katlarda yaşayan bizlere ulaşıncaya kadar kirleniyor.

2000’li yılların “sakinlerine” bakıyorsunuz o mikroplu suları içe içe hastalanmışlar.

Bir tarafta IŞİD’çılar ellerinde kanlı kılıçlarla kafa kesiyor.

Öbür yanda taliban sünnete uyuyoruz diye sakalsız dolaşmayı yasaklıyor, put yıkıyoruz diye 1500 senelik heykelleri havaya uçuruyor.

Bir kısım tarikat mensupları saçma sapan şarkılarla danslara kendilerinden geçmeyi dindarlık sanıyor.

Diğer bir kısım “müridan”, bir takım biçare adamları, kerameti kendinden menkul şeyhleri tanrı edinip tapıyor.

Bir takım namussuzlar dini bir geçim kapısı yapmış, din satarak kitlelerin iliğini sömürüyorlar.

Beri tarafta ise ahir zaman/mehdi uydurmalarıyla beyni yıkanmış bir grup, haşhaşileri yeniden tarih sahnesine çıkartıyor.

Birşeyler yapmak, birşeyleri değiştirmek mecburiyetindeyiz.

***

Bina metaforumuzda temel kazıklarına karşılık gelen temel prensiplerimizi hatırlamamız lazım.

İster bu binayı ıslah etmeyi, ister yıkıp yeniden yapmayı seçelim, mesele temel kazıklarına gider dayanır.

Binamızın üzerine oturduğu sağlam temelleri (prensipleri) kemiren batınilik/hurufilik kurtçukları ya da sulandırarak zayıflatan sufi inhirafları gibi ne varsa kurtulmamız gerekir.

Daha somutlaştıralım.

Bizim prensiplerimiz bellidir. Hemen birkaç tanesini hatırlatalım:

Allah’tan başka tanrı tanımamak, hocalarımızı, liderlerimizi, cemaatlerimizi, kitaplarımızı, emellerimizi ya da parayı tanrı edinmemek.

Doğru söylemek, sözünde durmak, yalancı şahitlik ya da hile yapmamak, kimselere iftira etmemek, kimseyi ne amaçla olursa olsun aldatmamak.

Akrabaya, muhtaca, mazluma yardım etmek.

Haramı helal, helali haram saymamak.

Çalmamak, çaldırmamak, rüşvet vermemek, rüşvet almamak.

Adil olmak, kul hakkı yememek, ne uğruna olursa olsun kimseye haksızlık yapmamak.

Emaneti (velev ki Müslüman olmasa bile) ehline vermek.

***

Temel prensipler zaman ve şartlara göre değişmez.

Yalan her zaman ve her halde yalandır.

Kul hakkının yenebileceği hiçbir özel şart olamaz.

Bugün kim bir takım sebepler, gerekçeler uydurarak temel prensiplerin etrafını dolanıyorsa bu dinin düşmanı bellenmelidir. İsterse bunu din adına yaptığını iddia ediyor olsun.

Bugün kim “mânâ âlemi” dediği bir paralel evrenden haberler getirdiğini, Allah ile peygamber ile görüştüğünü, mesajlar aldığını söylüyorsa ya akıl hastasıdır ya yalan söylüyordur.

Bu tür hezeyanlara zemin hazırlayan tüm literatür hızlıca elden geçirilmeli, “prensiplerle” çelişen ne varsa kangren olmuş uzuv misali kesilip atılmalıdır.

Canavarlaşan Bir Cemaatin Beyin Tomografisi

Yaşanan korkunç darbe teşebbüsünün ardından herkes dehşete kapılmış vaziyette. Bir dini cemaatin mensuplarının nasıl olup da böyle kan dökücü canavarlara dönüştüğünü anlamakta zorluk çekiyoruz.

Cemaatçilerin sevdikleri kalıpla söylersek “asrın ihanetini”, meselenin kökenlerindeki itikadi sapmayı anlamadan, sadece siyasi, iktisadi gerekçelerle izah etmek mümkün değil.

Bahsettiğimiz sapmaya bir misal bulmak için 1992 yılına uzanalım.

Şehir İstanbul. Mekan Fırat Kültür Merkezi. Kürsüde Fethullah Gülen konuşuyor. Karşısında çok sayıda insan can kulağıyla dinlemede.

Fethullah Gülen konuşmasında lafı “hizmet” için nasıl her türlü fedakârlığa hazır olduğuna getiriyor. Cemaati “fedakârlık” noktasında motive edecek sözler gelecek diye bekliyoruz. Aklımıza mahrumiyet bölgelerinde, uzak coğrafyalarda neredeyse karın tokluğuna çalışan öğretmenler, kuş kadar maaşlarının bir kısmını himmet olarak bağışlayan küçük memurlar ya da arabasını evini satıp cemaatin bankasına para yatıran esnaf geliyor.

Fakat o da ne! Gülen, bu fedakârlıklardan “çok öte” bir şeylerden bahsediyor!

Allah indinde küfürden sonra en büyük günah intihar olduğu halde intiharı düşündüğünü, hatta intihar etmeye karar verdiğini söylüyor!

Sebep? Sebep devletin takibi altında olması! Kendisi yakalanırsa “hizmete” zarar geleceğinden korkması.

Bu sözlerde alttan alta “hizmetin” kendisi dışında “ilahi bir el tarafından yürütülen bir proje” olduğu, kendisinin de bu projenin başarısı için çalışan, “gözden çıkartılabilir neferlerden biri” olduğu iması var.

En büyük günahlardan sayılan “intiharı” bir fedakârlık gibi gördüğünü, “hizmete” zarar gelmesin diye bu sözüm ona “fedakarlığı” yapmaya razı olduğunu daha sonra istişareler sonucu bu işi yapmaktan vazgeçtiğini anlatıyor.

Bu konuşmasından Gülen’in “hizmet” adını verdiği ideolojisini bir puta çevirdiği ve artık o put için herşeyi feda etmeye hazır bir hale geldiği, cemaatini de bu yönde sevk ettiği açıkça görülüyor.

Konuşmasının devamında “İşte bunun daha berisinde, ne türlü ifnalara (yok etmelere, tüketmelere) razı olabileceğimi siz tahmin edersiniz.” sözleri ile cemaatine açık bir mesaj veriyor.

fg

Bu konuşmayı dinleyen cemaat mensuplarına verilen mesaj ne?

Hizmete zarar gelmesin diye yalan söylemeyi, iftira atmayı, kumpas kurmayı, kurumlara sızmayı, kul hakkı yemeyi ve nihayet bir darbe girişimi esnasında insan öldürmeyi bir fedakârlık olarak görmek gerektiği…

Bunların büyük günahlar olduğu, bu günahların cezasının cehennemde yanmak olduğu kabul ediliyor ama öte yandan bu günahlar cemaat mensuplarına hizmet için yapılan fedakârlıklar olarak sunuluyor.

Bu sapkın görüş tabi ki dinleyici kitlesinden bir tepkiyle karşılanmıyor.

Onu dinleyen cemaat nasılsa hiç sormuyor: senin tanrın, Allah mı, yoksa “hizmet” ismini verdiğin, kendi elinle yaptığın put mu? Ne demek hizmet için günah işlemeyi kabul etmek? Ne demek Allah yasakladığı için değil, istişareden o netice çıkmadığı için intihardan vazgeçmek?

Nasıl olur da “hizmete zarar gelmesin” diye Allah’ın emrini çiğneyebileceğini söyleyebilir bir “hoca”?

Onu dinleyen cemaat hiç sormuyor, biz hizmetin selameti adına da olsa günah işlemeyi kabul edersek elimizden dilimizden ne müslüman ne gayrimüslim emin olamaz ki, bunu nasıl söylersin?

Onu dinleyen cemaat hiç sormuyor, Kur’an’da sünnette bu tür bir “fedakarlık”, böyle bir “metod” var mı? Sen bunu nereden uyduruyorsun?

Cemaati sormamış olsa da bu itikadi sapmanın menbağı belli!

İşitmemek için kulaklarımızı tıkasak da, görmemek için gözlerimizi kapasak da asırla boyunca dine karıştırılmış hurafeler inanç sahasını itikadi bir bataklığa dönüştürmüş durumda.

Bu öyle bir bataklık ki sürekli hastalık üretiyor.

Aynı bataklık bir yanda IŞİD belasını üretirken öte yanda “hizmet” çılgınlığına kaynaklık ediyor.

Yaşadığımız rahatsızlık belki şimdilik bertaraf edilmiş görünüyor ama bu bataklık yerinde durdukça hastalıkların ardı arkası kesilmeyecek.

İşte Gülen de fikirlerini önce uydurma bir rivayete, sonra o uydurma rivayet üzerinden son derece yanlış bir itikadi anlayış geliştiren Said Nursi’nin bizzat kendisine dayandırıyor.

Said Nursi, risalelerinin birinde aynen şunları söylüyor:

Nurun hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlâs-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki, Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan, “Mü’minler Cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azap çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, “İman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim” demişim.

Emirdağ Lahikası II, 93. Mektup, s. 536

Said Nursi’nin “Sıddık-ı Ekber” diye andığı kişi Hz. Ebubekir. Peki Hz. Ebubekir’in gerçekten böyle bir sözü var mı?

Herşeyden önce bu söz Kur’an’a aykırı ve Hz. peygamberin yanında, dini en temel kaynağından öğrenmiş olan Hz. Ebubekir’in Kur’an’ın şu ayetleriyle açıkça çelişen sözü söylemiş olması beklenemez:

Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa, ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa. Sen ancak, görmedikleri halde Rablerinden için için korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Kim arınırsa ancak kendisi için arınmış olur. Dönüş ancak Allah’adır.

Fatır – 18﴿

Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.

İsra – 15﴿

Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığı vardır.

Necm – 38-39﴿

Azıcık araştırma bile, risalelerde geçen bu rivayetin düpedüz uydurma olduğunu görmek için yeterli. Çünkü risalelerde bu söze kaynak olarak verilen üç kitap var ve üçü de güvenilir değil.

Bunlardan ilki Hopa’lı Osman (adamın isminin daha etkili çağrışımlar yapması için ismini Osman Hubevi hazretleri diye yazanlar var) diye 1800’lü yıllarda yaşamış bir şahıs tarafından yazılmış “Dürretül Vaizin”.

İkincisi 1400’lü yıllarda yaşamış Gelibolu’lu “Ahmed-i Bican” tarafından yazılmış “Envar-ul Aşıkin”.

Üçüncüsü ise 1520 Tokat, Zile doğumlu Ahmed Şemseddin Sivasî tarafından yazılmış “Menakıb-ı Çehâr Yâr-ı Güzîn”.

Üç kitap da sufi meşrep kişilerce yazılmış, içlerinden israiliyat ve hurafe fışkıran, bugünün alimlerinin kesinlikle ciddiye almadıkları, herhangi bir ilmi disiplini olmayan kitaplar.

Hz. Ebubekir’e ait olduğu söylenen bir sözü bulabildiğiniz en eski kaynağın Hz. Ebubekir’in vefatından 700 sene sonra yazılmış bir kitap olması da sözün uydurmalığı konusunda gerekli ipuçlarını veriyor.

Bahsettiğimiz bataklık işte böyle bir şey.

Uydurulmuş sözler üzerinden bir inanç sistemi geliştirebiliyor insanlar.

İşte Bediüzzaman, bilmeden de olsa, bu uydurma sözden hareket ederek 2016 senesinde 250 insanın kanını dökecek hareketin liderine ilham verecek şu sözleri söylüyor:

Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de.

Tarihçe-i Hayat

Burada dikkatimizi vermemiz gereken yer “dünyamı da feda ettim, âhiretimi de” ifadesi.

Bir alim nasıl olur da “âhireti feda etmekten” bahsedebilir?

Bir müslümanın Allah’ın rızasına uyarak salih amel işlemesinin amacı ahireti kazanmak değil midir?

Yahut şöyle soralım: Bir müslüman dünyadaki müslümanca fiillerinin sonucu neden ahiretini kaybetsin?

Bakın nasıl devam ediyor Said Nursi:

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

Tarihçe-i Hayat

Bu satırlarda bir gariplik var! Müslümanlar başkalarının imanından mesul değil. Bırakın sıradan müslümanları, Allah’ın elçisi bile insanları imana getirmek gibi bir mesuliyet taşımıyor. Bu Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette açıkça belirtiliyor:

Allah dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen onlara vekil (onlardan sorumlu) da değilsin.

Enam 107﴿

(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Sen onlara vekil değilsin.

Zümer 41﴿

De ki: “Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.”

Yunus 108﴿

Peki Said Nursi’ye ne oluyor da kendine peygambere bile verilmemiş bir vazife çıkartıyor?

O da yetmiyor, o vazife uğrunda cehennemde yanmayı falan göze alıyor…

Şimdi bu garabetin Fethullah Gülen’in satırlarında nasıl şekil aldığına bir göz atalım:

O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Kırık Testi

Allah, peygamberimize “insanları doğru yola sokmak senin sorumluluğun değil” diyor. Said Nursi ve Fethullah Gülen ise -artık kendilerini ve “cemaatlerini” nasıl bir pozisyonda görüyorlarsa- Allah’ın peygamberine bile vermediği bir sorumluluk üstleniyorlar!

Bakın Fethullah Gülen ne diyor:

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.


Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum.

Kırık Testi

Gülen, dayanaksız bir rivayetten ibaret olan, peygamberin cennete kalmayı reddettiği hikâyesini çarpıtıp, kendi ortaya attığı sapkın “başkalarının imanını kurtarmak için cehenneme girme” fikrine dayanak yapmaya çalışıyor.

Bir kere bu yolu açtıktan sonra Gülen, “Realiteler” dediği şey karşısında Allah’ın bir emrine “takılıp kalmayın” diyebiliyor. Bu noktaya da şu fahiş hata üzerinden varıyor: Sanki bizim müslümanlar olarak “hayatın her ünitesine girip, imanla gönülleri itmi’nâna kavuşturmak” gibi bir görevimiz, gayemiz varmış gibi bir ön kabul ileri sürüyor. Bu “gaye” için bir takım ilahi emirleri “takmamayı”, hatta bazı açık günahları işlemeyi meşru sayıyor.

Gülen’in ayetlerde söyleneni ya görmezden geldiği ya anlamadığı, yahut çarpıttığı çok açık. Onun bahsettiği peygamber, Kur’an’da Allah’ın hitap ettiği peygamber değil.

Cemaatine şu telkini yapıyor Gülen: Allah’ın nurunu tamamlamak, insanların imanını kurtarmak gibi bir “gaye-i hayal” uğruna o kadar gözü dönmüş insanlar olmalısınız ki “icabında” cehenneme girmeyi seçebilmelisiniz! Yani “kendince” kutsal saydığı hedeflere (kendi eliyle yaptığı putun hedeflerine) ulaşmak için bazı günahları işlemeye yönlendirdiği insanlara verdiği mesaj bu!

Sormak lazım: Bir Müslüman’ın bir ayağının da olsa cehennemde ne işi var? Cehenneme neden gidilir? Eğer Allah’ın emirlerini dinlemezsen, günah işlersen gidilir. Gülen neden şakirtlere bir ayağı cehenneme sokmaktan bahsediyor? Eğer sadece Allah’ın rızası için dünyanın dört bir tarafında okul açıp tebliğ yapılacaksa, fakirlerin, muhtaçların yardımına koşulacaksa, bırakın bunları yapanların bir ayağını, saçlarının bir telinin bile cehennemde ne işi var?

Tabi herşeyin ortaya döküldüğü bu gün neyin kastedildiğini görmek zor değil.

Saydığımız hayırlı işlerin değil ama Gülen’in “gaye-i hayal’i” uğruna, bazı kurumlarda pozisyon tutmak için mümin eşlerinin başlarını açtırmayı, kendini belli etmemek için alenen alkol almayı, kamu sınavlarının sorularını çalmayı, cemaatin hedefleri önünde engel görünen bazı kimselerin ayaklarını kaydırmak için şantaj, tehdit, iftira gibi çirkinliklere başvurmayı ve nihayet darbe yapıp adam öldürmeyi seçen cemaat mensuplarını gerçekten cehennem bekliyor. O da onlara diyor ki “evet cehenneme gideceksiniz” ama siz öyle büyük kahramanlarsınız ki, İslam’ın gönüllere girmesi yolunda sadece bu dünyanızı değil ahiretinizi feda ediyorsunuz!

Başta diyanet olmak üzere din adamlarına büyük bir mesuliyet düşüyor. Fethullah Gülen hareketi bir bataklığın ürettiği korkunç bir hastalık. O hastalığın ortadan kalkması ancak bataklığın kurutulması ile mümkün. Asırlar boyunca dinimize sokulmuş uydurma rivayetlerin, hurafelerin, sapık itikatların “ayıklanması” kamudan cemaatçi memur ayıklanmasından daha acil ve mühim bir meseledir.

Koreli Mühendisin Mehlika Sultan Halüsinasyonları

Koreli Mühendisin Mehlika Sultan Halüsinasyonları

2013 tarihli Güney Kore yapımı Snowpiercer isimli filmle ilgili analizlerimizi paylaşmaya devam ediyoruz.

NamgoongMinsoo

Devrimci gruba vagonlar arasındaki kapıları açarak “ilerlemeyi” sağlama görevini üstlenen Koreli mühendis “Namgoong Minsoo” filmin önemli karakterlerinden biri. Bu “trenin” yapımında rol alan ama nihayet trende üretilen ve aslında bir yan sanayi ürünü olan Kronol isimli uyuşturucunun müptelası haline gelmiş bir mühendisten bahsediyoruz. Bugün Güney Kore, Hyundai, KIA, LG, Samsung, SsangYong gibi dev teknoloji şirketleri ile batı menşeili kapitalizm treninin en önemli “mühendislerinden” biri hakikaten. Kronol tıpkı diğer birçok uyuşturucu gibi halüsünasyonlara sebep oluyor. Halüsünasyonlar, fiziken dışına çıkmanın mümkün olmadığı trenden zihinsel bir kaçış sağlıyor. Bu kaçış teması öylesine güçlü ki, Namgoong Minsoo’nun son sigaralarını yakmak için kullandığı kibritin üstünde “Fiji” yazıyor. Hani meşhur Truman Show filminde Truman’ın içinde yaşadığı hapishaneden kaçıp kurtulmak için kendine hedef seçtiği Fiii!

Truman-Flight-Fiji

Cemil Meriç, “Bu Ülke” isimli meşhur eserinde Yahya Kemal Beyatlı’nın meşhur “Mehlika Sultan” şiirindeki gençleri batı hayranı Genç Osmanlılara benzetir, Mehlika Sultan’ı da batıya:

Birer çocuktu Genç Osmanlılar… yaramaz, serkeş. Mefhumlar ve müesseselerle oynuyorlardı. Mehlika Sultan’a âşık yedi gençtiler. Meçhulü arıyorlardı, meçhul ve mutlakı. Sonunda hepsi uslandı. Kanatları yorgun, kalpleri yaralı yurda döndüler. Gurbet kocatmıştı genç şahinleri… gurbet ve tecrübeler…

CemilMeriç

Ben de Namgoong Minsoo karakterini, yani batıya hayran, batının ürettikleriyle sarhoş Kore’li mühendisi Mehlika Sultan’a âşık gençlerin en küçüğüne benzettim. Şiiri de kısmen hatırlatalım:

YahyaKemal
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Gece şehrin kapısından çıktı:

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Kara sevdalı birer âşıktı.

Bir hayâlet gibi dünya güzeli

Girdiğinden beri rü’yâlarına;

Hepsi meshûr, o muammâ güzeli

Gittiler görmeye Kaf dağlarına.

../..

Mehlika’nın kara sevdalıları

Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,

Mehlika’nın kara sevdalıları

Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler: ”Aynada bir gizli cihân..

Ufku çepçevre ölüm servileri…”

Sandılar doğdu içinden bir ân

O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.

Bu hâzin yolcuların en küçüğü

Bir zaman baktı o viran kuyuya.

Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü

Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rü’yâ oldu!..

Erdiler yolculuğun son demine;

Bir hayâl âlemi peydâ oldu

Göçtüler hep o hayâl âlemine.

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Seneler geçti, henüz gelmediler;

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

Namgoong Minsoo de nişan atar gibi attığı yüzükle kuyudaki halüsinasyonu bozan, yani anlamsız hayranlığından kurtulunca hanyayı konyayı anlayan batı aşığı bir doğulu mühendis. Bir şekilde ortaya çıkmasında rol sahibi olduğu trenin, yani düzenin, adaletsizliğine karşı önce çaresizlik hisleri içinde kendini uyuşturan, sonra fırsat bulduğunda mücadeleye başlayan bir karakter.

Namgoong Minsoo filmin sonunda hem kahramanımıza hem kendi kızına gerçek çıkış yolunu, yani pencerenin dışını gösterecek karakter oluyor.

Filmle ilgili notlarımızı paylaşmaya devam edeceğiz.

Twitter:@salihcenap

Mitsui’niz Kim? Rosebud’unuz ne?

Mitsui’niz Kim? Rosebud’unuz ne?

arrow-1020049_640İnsanın bir hedefe ihtiyacı var.

Bu fıtrî bir ihtiyaç. Her sabah uyanıp hayat mücadelesine atılmak için bir hedefe ihtiyaç duyuyoruz.

Yaşadığımız hayat da bu fıtrî ihtiyacımız çerçevesinde şekilleniyor aslında.

Daha çocukken heveslerimizi yavaş yavaş hedeflerimize dönüştürmeye başlıyoruz.

Televizyonda gördüğümüz oyuncağı babamıza aldırmak, annemizi çocuk parkına gitmeye ikna etmek gibi küçük masum hedefler.

Sonra okul başlıyor.

Şu sınıfı bir geçsem, şubat tatiline bir ulaşsam, yaz tatiline bir kavuşsam derken bitmek bilmez sınavlar devresi geliyor.

TEOG, LYS, ALES vs derken kimine eriştiğimiz kimine erişemediğimiz yüzlerce küçük eğitim hedefi benimsiyoruz.

Bir de çevremize bakarak belirlediğimiz hedefler oluyor.

Bir an önce askerliği bitirmek, ya ticarete atılmak ya da bir devlet memuriyetine kapağı atmak, iyi bir evlilik yapıp çoluk çocuğa karışmak gibi.

Superhero-learner-1024x716Bu hedefleri de yakaladıktan sonra sonsuz bir zenginleşme hırsı, ölümcül bir hastalık gibi gelip oturuyor göğüslerimize.

Ev almak, araba almak, önce sahil kentlerimizde sonra yurt dışında beş yıldızlı otellerde tatiller yapmak, ama illa akranlarımızdan, tanıdıklarımızdan daha zengin bir hayat sürmek, yeni “kızıl elmamız” oluveriyor.

Bu konuda tatmin olmak tabi ki mümkün değil! Ekonomik olarak sınıf atladıkça mensubu haline geldiğimiz yeni sınıfın en dibinden en üstüne çıkmak için çılgınca çaba sarf etmemiz gerekiyor. Yaşadığımız köyün en zengini olsak, ilçemizin en zengini olma hedefi bizi bekliyor. Sonra ilimizin, akabinde bölgemizin, belki sonra ülkemizin en zengini olsak bile bu sefer dünya ölçeğinde bir zenginlik hedefi bizi bekliyor.

Bir müddet sonra, bu sonu gelmez heveslerden yorulup bir istikamet değişikliğine yöneliyoruz.

Makam, mevki, itibar sahibi olmak, kitlelerce sevilmek daha tatmin edici bir hedef mi acaba diye düşünüp bu sefer sivil toplum örgütü yöneticiliğine, yardımseverlik gösterilerine, hülasa “siyasete” meyil veriyoruz.

Kitlelerin tanınmak, çılgınlar gibi alkışlanmak, milyonların desteğini almak hedefi, yüreklerimizi titreten yeni heyecanımız haline geliyor.

stress-540820_640Fakat insan ömrü mahdut.

Hilkatin belki en garip cilvesi sonsuz hırsa sonlu bir müddet tanıması değil midir?

Ömrümüz boyunca peşinde koştuğumuz, ama bizimle beraber yok olup gidecek her şeyi, zenginliğimizi, itibarımızı, nihayet bizden sonra var olmaya devam edecek bir “kimse” veya bir “şey”de kutsamaya başlıyoruz.

 Genellikle ilk aklımıza gelen evlatlarımız oluyor.

Bir hocam “evlatlar anne-babaların ölümsüzlük projeleridir” derdi.

Kendimizi, yaşadığımız tüm ömrü evlatlarımız uğrunda yaşadığımıza, biriktirdiğimiz her ne varsa onlar için biriktirdiğimize inandırıyoruz.

Kurosawa’nın meşhur “Yaşamak” isimli filminin kahramanı Watanabe, ölmek üzere olduğunu öğrendiğinde vefasız oğlu Mitsui’nin ismini bir zikir misali tekrarlar durur.

Mitsui… Mitsui… Mitsui…

Bu aslında kaçınılamayan mutlak sonun karşısında atılan sessiz bir çığlıktır.

Orson Wells’in “Yurttaş Kane” filminin kahramanı Charles Foster Kane, son nefesini verirken çocukken kaybettiği kar kızağının ismini sayıklar: “Rosebud”.

Bu aslında, tüm azgın çabalara rağmen hiç doldurulamamış ve ölüm gelip çattığı için doldurulma umudu kalmamış derin bir boşluğun içinde yankılanan beyhude bir haykırıştır.

İçimizdeki boşluğu, ölümlü insan ya da eşyalarla, itibari kıymetlerle dolduramayız.

arrow-686315_640Bize daha yüce, sonsuzluğu dolduracak hedefler lazım.

Adımızı bilen son insan öldüğünde bile yaşamaya devam edecek kıymetler üretmeyi hedef edinmek lazım.

Ecrini, zaman ve mekânla bağlı olmayan yüce yaratıcıdan bekleyeceğimiz kıymetler.

Mitsui de, Rosebud da kendi ellerimizle yaptığımız putlardan başka şeyler değildir.

Kendimizi mütemadiyen sigaya çekmemiz lazım:

Bizim Mitsui’miz, Rosebud’umuz var mı?

Cevabımız evetse en kısa vadeli ve en parlak hedefimizi zihnimizdeki putları yıkmak olarak tespit edebiliriz.

Salih Cenap Baydar

Twitter: @salihcenap

Yolu Bilmek ve Yolda Yürümek

Yolu Bilmek ve Yolda Yürümek

path

Yolu bilmekle yolda yürümek arasında bir fark vardır.
Matrix

Çoğu insan, tutarlı inançlara, tutum ve davranışlara sahip olduğu konusunda şüphe duymaz. Bildiği “doğruları” hayatının her kademesinde yaşadığını düşünür. Peki, gerçek öyle midir?

Hiç sanmıyorum.

Eğer insanların inandıkları ile yaptıkları arasında bir uyum varsa bile bu uyum, tutumlarıyla zihinlerinin derinlerinde gizli, ikinci bir inanç sistemi arasında olsa gerekir. Çifte muhasebe kaydı tutan tüccarlar gibi, bir kamuya sunulan bir de “gerçek hesapların” yer aldığı iki farklı inanç sisteminden bahsediyorum.

Sahip olduğumuz bilgi ve inançları tutum ve davranışlara dönüştüremediğimizde, rasyonelleştirme mekanizmalarımızı devreye sokarız. Bildiklerimiz ve inandıklarımız hilafına yaptıklarımız ve bildiklerimize ve inandıklarımıza göre yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız için hep müthiş mazeretlerimiz vardır.

Misaller verelim:

Yardımlaşmaya, iyiliğe, paylaşmaya yürekten inanırız ama o avuç açan fakire sırtımızı dönmemizin sebebi onun aslında bizi aldatmaya çalışmasıdır.

Futbolda şikeye asla tahammül edemediğimiz cümle âlemin malumudur ama 91. Dakikada bizim takımın lehine uydurulan penaltı için hemen şike diyemeyiz. Pozisyon tartışmaya açıktır.

İnsan haklarına, inanç hürriyetine bizden daha saygılı bir insan daha yoktur ama inancı gereği başını örten genç kızların üniversiteye alınmamasına senelerce ses çıkartmayız. Neticede her yerin bir kuralı vardır değil mi?

Yarın mahşer günü, hesap vereceğimiz hususunda şüphemiz yoktur ama o rüşvetle aldığımız ihalenin hesabı adeta hiç sorulmayacak gibidir. Hem bizim “güçlü” olmamız önemli değil midir?

Basın hürriyeti bizim için demokrasinin olmazsa olmazıdır ama şu muhalifler de biraz çok olmakta, sağlanan geniş hürriyet ortamını istismar etmektedirler.

Diktatörlük, totaliter yönetimler insanlığın başının belasıdır ama bizim sevgili liderimizin, yaptıklarını yapmak için ne kadar haklı gerekçeleri vardır!

Devlet imkânlarını, kamu malını şahsi ihtiyaçlarımız için kullanmak çok çirkin bir şeydir, kul hakkına girmektir ama makam arabamızın hanımı alıp gezdirivermesinde de abartılacak bir taraf yoktur yani!

Yalan söylemek büyük günahtır ama parkta otururken bizi arayan münasebetsize “trafikteyim, araba sürüyorum, ben seni arayayım” deyivermekten de bir şey çıkmaz değil mi?

Bir kuyruğa kaynak yaparken, sınavda kopya çekerken, trafikte kırmızı ışığı ihlal ederken, bizi arayan annemize “arkadaşımdayım ders çalışıyorum” diye yalan söylerken, randevumuza yirmi dakika geç giderken, akrabamızı el altından hak etmediği bir pozisyona yerleştirirken, kendi ağzımıza sürmeyeceğimiz ürünleri gönül rahatlığıyla başka insanlara satarken hep bir mazeretimiz vardır.

Meşhur lafı burada tekrar etmekte fayda var: “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.

Ürettiğimiz mazeretler, zihnimizde yavaş yavaş teşekkül eden paralel inanç sistemimizin yapı taşlarıdır aslında.

Bildiğimiz, inandığımız şekilde hareket etmek yerine inançlarımızı hareketlerimize göre gözden geçirmeyi seçeriz.

Hâlbuki insana, doğru bildiği, inandığı istikamette adım atmak kadar tatmin hissi veren pek az şey vardır.

Buradan yobazca bir inanışın, bir “kesin inançlılığın” avukatlığını yaptığım çıkartılmasın.

İnançlar elbette mütemadiyen sorgulanmalı, gerektikçe tadil edilmelidirler.

Ama bu samimi hakikat arayışı başka bir şeydir, bulunduğu her kabın şeklini almak başka.

Yolu bilip yolda yürümemek, imtihan sorularının cevabını bilip imtihan kâğıdına yazmamaya benzer.

Ne kadar bilirseniz bilin, böyle yaparsanız alacağınız not “sıfır” olacaktır.

Twitter:@salihcenap

Yıldız Savaşlarının Şaşkın Figüranları

George Lucas’ın yetmişli yılların sonunda filmini çekmeye başladığı bilim kurgu hikâyesi “Yıldız Savaşları”nı bilirsiniz. Dünya çapında çok büyük ilgi gören bu filmin senaryosu, seti, müzikleri, oyuncuları, hatta robotları bile fenomen haline gelmiştir.

sw_mci_obi-wan-kenobiBu film serisi, başarısını muhteşem özel efektlerine, yıllar içinde akıllara kazınan müziğine, bitmez tükenmek bilmez karakter çeşitliliğine olduğundan daha çok senaryosuna borçludur.

Klasik iyiler ile kötüler savaşı ekseni üzerine kurulmuş filmde, Jedi (jeday diye okunuyor) şövalyeleri çok ilgi çekicidirler. Jedi şövalyeleri çok üstün kabiliyetleri ile her türlü savaşın belirleyici unsuru olmakla kalmaz, bir tür irfanın da temsilciliğini yaparlar. Bütün uzayı saran tek bir kuvvet alanı filmde “güç” diye isimlendirilir. Güç, hem kötü hem iyi Jedi şövalyelerinin beslendiği kaynaktır. Bazıları gücün karanlık-şer tarafında, bazıları aydınlık-hayır tarafında yer alırlar. Bir Jedi şövalyesinin gerçek rakibi ancak başka bir Jedi şövalyesi olabilir. Diğer insanlar ve yaratıklar “gücü” anlamak ve kullanmak noktasında bir fikir sahibi olmadıklarından kuru kalabalık sayılırlar.

Obi-Wan-Kenobi_6d775533Filmin ilk bölümlerini seyrettiğim yıllarda, gücün aydınlık tarafında kalan son Jedi şövalyesi, ihtiyar Obi Van Kenobi’yi körpe zihnimle ne kadar sevmiştim. Beyaz sakalı, bol beyaz cüppesi, kuşağı ve kuşağından asılı duran kılıcıyla görünüşünü “Çağrı” filminde heyecanla seyerttiğim sahabelerin görünüşlerine benzetmiştim.

Karanlığın bütün kâinatı kaplar gibi olduğu bir anda ihtiyar Obi Van kendine bir talebe bulup yetiştirmeye başlamıştı. İşin garibi, gücün karanlık tarafında da sadece bir karanlık Jedi kalmıştı. Yani büyük kitleleri karanlığa sevk edenler de onların karşısında durmaya çalışanlar da sayıca fazla değillerdi. Sayıca eksiklikleri, üstün nitelikleri kapatıyordu.

Sıradan insanlar ve uzaylı yaratıklar “gücü” anlamaktan da dönen kavganın mahiyetini kavramaktan da fersah fersah uzaktaydılar. Bir tür dolgu maddesiydiler sanki.

ObiWanHS-SWEŞimdi düşünüyorum da bugünkü halimizi izah için bu mazmun kullanılabilir. Alan, satan, kavga veren, yükselen, düşen, oynayan, eğlenen, kızan, hesap yapan, tuzak kuran, tuzağa düşen, aldatan, aldatılan insanlar olarak aslında kartondan bir hayatın içinde oyalandığımızı fark edemiyoruz. Daha kötüsü, ömür sermayesini hayatın mahiyetini kavramak için çalışarak tüketen büyük adamları, sayılı nefeslerini kendilerini neredeyse cinnetin eşiğine taşıyan bir tecessüsle peşine düştükleri arayışlarda harcayan ârifleri anlayamıyoruz. Kendimize o kadar güveniyoruz ki, bırakın bir üstad aramayı, ariflerin asırlar ötesinden yankılanan seslerine kulak vermeyi bile lüzumsuz görüyoruz.

Yıldız savaşları filminin kuru kalabalığı, isimsiz figüranlarıyız.

Üstelik kendi halimizden öylesine habersiziz ki, iletişim imkânlarının gelişmesiyle artık hepimiz kendi başımıza bir “ârif” müsveddesi, plastik bir “Jedi” olma yolunda ilerliyoruz…

Tekerlek her ferdin şahsında yeniden keşfolunuyor. Bütün bir kavramlar dünyasını kendimize göre yeniden inşa ettiğimizi düşünüyoruz ve yanılıyoruz. Böylesine büyük bir inşanın altından kalkmamız mümkün olmadığından bize fark ettirmeden sunulan kavramlara razı oluyoruz. Bu süreçte o çok güvendiğimiz aklımızı, muhakememizi hiç devreye sokmuyoruz bile. Bize “lego setleri” misali sunulan kavramlar dünyası alternatifleri arasındaki seçimimizi çocukça hislerimize bırakıveriyoruz.

George Lucas’ın kurgusunda, hayır tarafında da şer tarafında da olsa, gücün tek kaynağı önünde saygıyla eğilen Jedi’lar var. Bizim “gerçek” dünyamızda ise vaziyet biraz farklı. Şer tarafında faaliyet gösteren efendiler kendilerini iyice tanrı yerine koyuyorlar. Belki de gerçek rakiplerini tamamen tasfiye ettiklerini düşündüklerinden, dünya üzerinde gönüllerince at oynatıyorlar. Her geçen gün dünyayı biraz daha kendi karanlıklarına çekiyorlar.

sw_cutout_obi-wanPeki, biz “sıradan” insanlar ne yapabiliriz bu sürükleniş karşısında?

Belki aramızdan kabiliyetli olanlar, talebe Luke Skywalker misali, gücün iyi tarafında kalabilmiş bir Jedi ustasından ders almalı. Bu tür arayışa girenler için üstadın hayatta olmasının önemi olmayacaktır. Filmde hologramlar olarak görünen ölmüş üstadlar, gerçek hayatta bizi kitap sayfaları arasında beklemektedirler.

Bu kadar büyük iddiası olmayanlar ise en azından şu paket ideolojilerden yakalarını kurtarmaya çalışabilirler. Birilerinin milyon kez tekrarlanmış klişelerini çöpe atarak işe başlayabiliriz. Belki de cesur olanlar “bugüne kadar tekrarladıklarım arasında yanlışlar olabilir mi” sorusunu sormalılar kendilerine. Acaba dünyaya bakayım diye bana sunulan daracık pencere aslında görüşümü sınırlıyor olabilir mi diye merak etmeliler. Cemil Meriç’in kendine has üslubuyla ifade ettiği gibi “ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir”. Bu deli gömleklerini yırtıp atmak elimizdedir. Gereken biraz cesaret, biraz delikanlılık, biraz tecessüs, belki biraz da isyandır…

Twitter: @salihcenap

Sosyal Mutantlar – 2

Mutant-Cell-Pearl-l[1]

Genetik mühendisleri işe “kötü geni” tespit etmekle başlarlar. “Kötü gen” tespit edildikten sonra etkisiz hâle getirilmeye yahut devre dışı bırakılmaya çalışılır. Tabi onun yerini alacak “iyi gen” de tespit edilir ve değiştirme operasyonu başlar. Mesela domatesin renginin kırmızıya dönmesini geciktiren yahut engelleyen gen tespit edilir ve domatese kan kırmızısı bir renk verecek genle değiştirilir.

İnsanı dehşete düşürse de “sosyal genetik mühendislerinin” de benzer bir yol takip ettikleri söylenebilir.

Domatesin yerini, düşünen, hisseden, hareket eden insanlar almıştır. “Kötü” genler tespit edilir.

Mesela Avrupalılar gibi giyin(e)meyen doğuluların bu “eksiklikleri” hedef alınabilir. Hedefin mahiyetine göre önce “cerrahi” bir müdahale gerekebilir. Çıkarılan kanunlarla, silahlı güçlerin zoruyla “kötü sosyal genlere” savaş açılır. İstimal edilen usulün tabiatı gereği cemiyetin terörize edilmesi icap edebilir. Ancak bütün bunlar operasyonun sadece ilk adımlarıdır. Asıl faaliyet, gizli ve açık telkinlerle sürdürülür. Kâh dinî sebeplerle, kâh alışkanlıktan dolayı otantik kıyafetleri taşımakta ısrar edenler çağdışı ilan edilir ve mütemadiyen hakarete uğratılır. Eldeki tüm iletişim imkânları seferber edilir. Cemiyetin itibar ettiği kişilere “iyi genlerin” propagandası yaptırılır. Kitle iletişim araçlarındaki “kötü genlerden arındırılmış prototipler” işe koşulur. Kâh kurgu eserlerde, -dizilerde, oyunlarda, filmlerde- kâh haber programlarında, belgesellerde “yanlış” kıyafetleri taşıyanlar hem gizlice hem açıktan zemmedilir. Hatta tahkir edilir. Hayattan kovulmaya çalışılan kıyafetleri taşıyanlar dizilerde, filmlerde cahil, köylü ve zavallı olarak canlandırılırlar. Onların “yanlış” kıyafetlerden sıyrılarak nasıl bir saygınlık ve zenginlik elde ettiklerine dair klişeler birçok yapımda tekrarlanır.

Bu müthiş faaliyet kısa zamanda meyvelerini verir. Telkine en açık olan ve en çok maruz kalan bölgelerde “kötü genlerden” arınmış kimseler türemeye başlar. Bunlar artık “maya” vazifesi göreceklerdir. Daha büyük kitleleri arındırmak için mikrofonlar, kameralar, objektifler bu “ucubelere” döner. Tesettürden kurtulup “güzelliğini cesurca sergilemekten” kaçınmayan genç kızların “doğru yolu” (!) buluş hikâyeleri gazete sütunlarını kaplar. Tesir süratle yayılır. Gerçekten arzulanana yakın neticeler de elde edilebilir ama insan tabiatı üç-dört bilinmeyenli bir denklemden çok daha karmaşık olduğu için sosyal mühendislik çabaları mühendisler açısından hemen her seferinde hüsranla neticelenmeye mahkûmdur. Öyle olsa da acı gerçek şudur: tabii olan artık bozulmuştur. Verilen telkinle dönüşmeye başlayan insanlar asıl sosyal genlerinin tesirinden de tam sıyrılamazlar. İstenen karakteri istenen ölçüde hazmedemezler. Barlarda, meyhanelerde tesettürlü kızlar görülmeye, pop yıldızlarının konserlerinde dans eden, başı örtülü ama göbeği açık kızlar boy göstermeye başlar. O kızlar gibi sosyal mutant olan ama bunu fark etmekten aciz köşe yazarları bu garip sahneye alkış tutar. Müdahalenin selameti için, her karşı telkin tehlikesi takip edilir.  Her “düzelme/düzeltme” gayretinin başarısız olması için her şey yapılır.

Neticede dev bir boşluk hissiyle bunalan, şuur altında bir yanlışın fakında olan ama yanlışı izah etmekten çok uzakta, dile getirilemeyen hafakanlarıyla, bunalımlarıyla yaşamaya mecbur yeni “sosyal mutantlar” elde edilmiş olur.

İtiraf etmemiz gerekir ki bu coğrafyada sosyo-kültürel genleriyle az yahut çok oynanmamış hiçbir fert kalmamıştır artık.

Bir medeniyet kendini yeniden üretemediği anda çürümeye başlar. Dünyanın birçok yerinde hâkim kültür, kadim medeniyetlerin can damarlarını kesmektedir.

Mesela sosyal mutantlar artık kendi kültürlerinin müziğini üretemez hale getirilmişlerdir. Hasbelkader üretseler bile ürünleri makbul sayılmaz, sessiz sansürün sağır derinliklerinde boğulur. Ancak “sentez” adı altında “etnik müzik” adı altında popüler tüketime sunulurlar ki bu da başka türlü bir “mutantlaştırma” ameliyatıdır.

Bu model diğer sahalara kolaylıkla teşmil edilir. Sosyal mutantlar kendi sosyo-kültürel zeminlerinde ademe mahkûm edilmişlerdir.

Kendi lisanlarını tekâmül ettiremezler. Budanmış lisanlarında yürüttükleri ilmî çalışmalar güdük kalmaya mahkûmdur. Onlara mütemadiyen lisanlarının ilim yapmaya müsait olmadığı telkini verilir.

Kendi ilimlerini tabîi mecra’ında akıtamazlar. Ancak hâkim bilim mahfillerinin –ki onlar da “iyi” sosyo kültürel genlerin taşıyıcılarınca teşkil edilir- müsaade ettiği ve uygun bulduğu çalışmaların “ilmî” sayılacağı belletilmiştir.

Kendi edebiyatlarını üretemezler. Kendi edebiyatlarının çağdışı, işe yaramaz, modası geçmiş bir alay boş laf olduğu telkininin altındadırlar.

Twitter: @salihcenap

Maturid’den çıkıp The 99’a uzanan yol

Son yazılarımda, bizdeki bazı tabiatüstü, harikulade menkıbeleri anlatılan evliyalarla, batı zihninin ürettiği Superman, Batman, Spiderman gibi süper kahramanlar arasında bir benzerlik olduğu üzerinde durmaya çalıştım.

Nasıl oluyor da “Tanrısal” güçlere sahip, (mesela depremlere sebep olabilen ya da tabi afetleri durdurabilen) insanların inanılmaz hikâyeleri, tevhidi her şeyin önüne koyan İslam inancının içinde kendisine yer bulabiliyor sualine cevap arıyorum.

Bu basit gibi görünen meselenin kaynağı, aslında İslam dünyasındaki kadim kelam tartışmalardan birine gidip dayanıyor.

Pek çoğumuz bize daha çocukken ezberletilen “itikatta imamız İmam Maturidir” sözünü ya hayal meyal hatırlarız ya hiç hatırlamayız. İmam Maturidi’nin kim olduğu ve neden itikat konusunda onun takipçisi olduğumuzu kimseler pek merak etmez. Onu tercih ettiğimizi söylediğimize göre İmam Maturidi ile aynı görüşte olmayan başka kimselerin de olması gerektiğini çıkarabiliriz ama ne o kimselerin kimler olduğunu ne de hangi noktalarda Maturidi’den ayrıldıklarını merak ederiz.

Kabul etmek gerekir ki bu kelam tartışmaları çok derin felsefi tartışmalardır ve avamın, sıradan hak kitlelerinin bu derin meselelere ilgi duymaması ve onları anlayamaması normaldir. Öte yandan ta dokuzuncu asırda tartışılmış derin mevzuların bugün “havas” arasında hak ettiği şekilde tanınıp bilinmediği, yeterince tartışılmadığı da bir gerçektir.

Her ne kadar çetin meseleler de olsa bu teorik tartışmaların doğrudan pratik hayatımıza tekabül eden, gayet can yakıcı sonuçları bulunmaktadır.

Allah’ın zatı ile sıfatlarının birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı konusu bunlardan birisidir.

Esma-ül Hüsna olarak günlük hayatımızın içinde yer eden, Allah’ın güzel isimleri diye bildiğimiz, ezberlememiz, her gün belli sayılarda tekrar etmemiz öğütlenen isimler aslında Allah’ın sıfatlarıdır.

Tartışma şudur: Allah’ın zatı ile sıfatları birbirinden ayrılabilir mi?

Eğer ayrılamaz diyorsanız zaten bunları sıfat değil, “isim” olarak tanımanız gerekiyor. Mesela ikram eden, nimet veren anlamındaki “kerim” sıfatının sadece Allah’ı tanımlayan ve ondan ayrılamayacak isimlerinden birisi olduğunu benimsiyorsunuz.

Peki, bunun pratik hayatımızda karşılığı ne? Bu hassasiyeti taşıyan ve bu meseleden haberdar olan Müslümanlar, çocuklarına nasıl asla “Allah” ismini vermiyorlar, ama kolayca “Abdullah” (Allah’ın kulu) ismini veriyorlarsa, aynı sebepten “Kerim” yerine de “Abdülkerim” yani (Kerim’in kulu) ismini verirler. Çünkü Kerim olan sadece Allah’tır ve çocuğu o isimle çağırmak, Allah diye çağırmak gibi yanlış görülür.

Ama Allah’ın bazı sıfatlarının bazı insanlarda olduğu gerçeğini ne yapacaksınız? Mesela bolca ikram eden, “kerim” kullar vardır dünyada. Kendisine kolayca “çok kuvvetli, çok dayanıklı, âcizliği, za’fiyeti ve gevşekliği olmayan” anlamında hakikaten “metin” veya çok çok zengin anlamında “gani” diyebileceğiniz kişiler tanırsınız. Çok affedici anlamında “gaffar”, sıfatını hak eden dostlarınız olur.

İşte burada Allah’ın zatı ile sıfatları birbirlerinden ayrılmaz diyenlerin iddiaları “vahdet-i vücud” düşüncesine doğru evirilmeye başlıyor. Allah’ın sıfatı kendisinden ayrılamayacağına göre –haşa- yeryüzünde yürüyen sayısız Allah fikrinden kaçınmanın tek yolu olarak, Allah’ın sıfatlarını yeryüzünde sergileyen kimselerin aslında Allah’ın yeryüzündeki hayli eksik birer tecellisi/yansıması oldukları düşüncesi ileri sürülüyor. Bu düşüncenin sahipleri, nihayet her varlık kategorisi, her sıfat bir şekilde Allah’a nispet edilebileceği için “la mevcude illallah” yani aslında Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur diyerek kendi varlıklarını bile inkâr etme noktasına ulaşıyorlar.

Hilmi-YavuzHilmi Yavuz “İslam’ın Zihin Tarihi” isimli eserinde, aslında Maturidî ve Eşarî kelamları arasında bu konuda tartışma olmadığını, Allah’ın zatı ve sıfatlarının ayrılamaz oluşu konusunda, “fuzzy-kırçıl” bir noktada konsensus olduğunu iddia ediyor:

Maturidîler fiili sıfatların Allah’ın zatıyla kaim, kadim sıfatlardan olduğunu; Eş’arilerse bu sıfatların (fiili sıfatların) nisbi ve hadis sıfatlar olduğunu ifade ederler. Ebu’I Muin El-Nesefi’nin Tebsiret el-Edille’sinde bu fark, Maturidilik açısından şöyle izah edilmektedir: “Bizce fiili sıfatlar dahi zati sıfatlar gibi kadimdir (…) Eş’arilerce fiili sıfatlar kadim değildir, hadistir. Bizce “Tekvin’ sıfatı kadim olup, hadis olan ‘Mükevven’dir, yani bunların (Eş’arilerin, H.Y.) kail oldukları gibi, “Tekvin’ ile ‘Mükevven’ yekdiğerinin aynı değildir. Binaenaleyh ‘Mükevven’ hadis ise de, ‘Tekvin’ hadis değildir.”

(..) Gazali, El İktisad’da ‘zatî’ sıfatlar ile ‘fiili’ sıfatların, birbirlerine bilkuvve ve bilfiil nisbetleri olduğunu belirtir. Bir başka deyişle zatî ve fiili sıfatlar arasında var olduğu iddia edilen fark, aslında, bilkuvve olan ile bilfiil olan arasındaki farktan öte bir şey değildir. Fark, ilahi bir sıfatın bilkuvve veya bilfiil mevcud oluşuna göre, zati veya fiili sıfat adını almasındadır. Yani, Eş’ari kelamında da zât ile sıfat, tıpkı Maturıdî kelamında olduğu gibi, ne aynıdır, ne gayrı. Kısaca, bir sıfatın bilfiil veya bilkuvve mevcut olması, ‘zatî’ ve ‘fiili’ ayrımını meşru göstermez. El İktisad’da Gazali’nin verdiği örnek yeterince açıklayıcıdır: “Mesela, kılıç daha kınında iken ‘keskin’ dendiği gibi, kılıç ile herhangi bir kesme eylemi hasıl olduğu zaman da, fiile iktiranından dolayı ‘keskin’ denir. (…) Kılıç kınında iken bilkuvve ve kesme eylemi hasıl olduğu zaman da bilfiil keskindir. (…) İşte bunun gibi, daha kınında iken kılıca ‘keskindir’ denmesine sebep olan manaya uygun olarak Yüce Allah da ‘ezelde Halık’dır’ denmesi doğru olur.”

http://www.alticizilisatirlar.net/acs/esari-maturidi

Günümüzde Müslümanların önemli bir kesimi, bu itikadi çizgiyi benimseyerek, bir mürşid-i kâmil elinde, isleri silip temizlenen bir cam gibi temizlendikçe Allah’ın nurunu daha çok yansıtacaklarına, nihayet bir noktada asıllarına rücu ederek Allah’da yok olacaklarına (fena fillah) inanıyorlar.

Eğer zaten tüm insanların Allah’ın yeryüzündeki eksik yansımaları olduğuna inanıyorsanız, bazı kimselerin “insanüstü” fiiller gerçekleştirmesi sizin için sıradanlaşıyor.

Ağırlaşan yazımın bu noktasına kadar tahammül edebilenler oldu mu bilmiyorum ama bu uzun girizgâhı bağlayacağım bir yer var!

OpenerBahsettiğim düşünce sistemi, çoktan bir “İslami süper kahramanlar” çizgi romanına ilham vermiş!

Naif El Mutava isimli Kuveytli bir psikolog her biri Allah’ın 99 ismine tekabül eden 99 “İslami” süper kahraman karakteri yaratmış. Ürününün ismi “The 99”. Ülkemizde hem çizgi romanı yayınlanıyor hem de çizgi filmi. Mutava’nın karakterlerinden bazılarından örnek verelim:

Alim (herşeyi bilen) sıfatının temsilcisi Nasır Ali. Süper kahraman hüneri: akıl okuma.

Baki (hiç ölmeyen) sıfatının temsilcisi Hatem El Cahari.  Süper kahraman hüneri: hiç bitmeyen enerji, ölümsüzlük potansiyeli

Bari (şifa veren) sıfatının temsilcisi Harun Ahrens. Hüneri: iyileştirme kabiliyeti.

Batın (gizli, saklı) sıfatının temsilcisi Rola Hadrami. Hüneri: kendini ve başkalarını görünmez yapabilme ya da görünmez olanları görünür kılma (gizli bilgisayar dosyaları da dâhil (!))

Fettah (açıcı) sıfatının temsilcisi Toro Rıdvan. Kabiliyeti: ışınlanma.

Hadi (rehber) sıfatının temsilcisi Amire Han. Hüneri: izcilik ve yön buluculuk.

 T99_Jabbar_1920x1200[1]Cabbar (güçlü) sıfatının temsilcisi Navaf el-Bilal. Süper güçlü kasların sahibi.

Nur (ışık) sıfatının temsilcisi Dana İbrahim süper gücüyle her yeri ve herşeyi aydınlatabiliyor.

Rafi (kaldırıcı) sıfatının temsilcisi bir Türk! Adı Murat Uyaroğlu ve yerçekimi üzerinde kontrol sahibi!

Daha böyle çok karakter var ama şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.

Son derece teorik ve soyut bir felsefi tartışma nasıl da insanların hayatlarını şekillendiriyor. Bugün IŞİD böyle düşünen insanları şirke girmekle, Allah’a ortak koşmakla suçlayıp kafalarını kesiyor. Ülkemizde bu anlayış iliklerimize kadar işlediği için biz de özellikle Eşari itikadını benimseyen bazı Arapları Vehhabi falan diyerek aşağılıyor hatta yer yer tekfir ediyoruz.

the-99İnsan düşünmeden edemiyor.

Acaba bu meseleleri ne zaman kafa kesmeden, kavga etmeden tartışabilir hale geleceğiz?

Dokuzuncu, onuncu asırda yakaladığımız entelektüel derinliğe ne zaman tekrar kavuşacağız?

Twitter: @salihcenap