Joker’in Ahlakı!

Joker’in Ahlakı!

2019 yılının Ekim ayında vizyona giren Joker filmi çok büyük ilgi gördü.

Zamanın ruhuna uygun bir film çekmiş Todd Phillips. Kötülükle iyiliğin arasındaki sınırların flulaştırıldığı bir zamanın…

Joker, bir çizgi romandan beyaz perdeye taşınan bir karakter.

Bizde yaygın olan umumi kanaatin aksine çizgi romanlar (ve çizgi romanlardan hareketle çekilen filmler) sadece çocuklar için üretilmez.

Özellikle de Joker’in yer aldığı Batman için bu böyledir.

Joker karakteri 1940 yılında yayımlanan ilk Batman hikayesinde ortaya çıkmış.

Zaman içinde çok farklı şekillerde yeniden yeniden üretilmiş.

Son film, Joker’in ortaya çıkışını, bir yandan çocuklukta yaşadığı travmalardan kaynaklanan psikolojik sorunlarıyla uğraşırken durmadan zulme uğrayan, aşağılanan, haksızlığa uğrayan ve ne toplumdan ne çevresinden destek bulabilen “zavallı” bir adamın elinde olmadan psikopatlaşması şeklinde anlatıyor.

Yani hikâyeyi kötünün perspektifinden aktararak “kötünün aslında pek de kötü olmadığını” düşündürüyor!

Neticede süper kahraman Batman de “yanlış” yapanları cezalandırıyor Joker de!..

Film seyircisini, “birini iyi diğerini kötü yapan nedir” sorgulamasına itiyor.

İyiyi iyi (ve haklı) yapan zenginliği, yakışıklılığı ya da pahalı, şık kıyafetler giymesi mi?

Kötüyü kötü (ve haksız) yapan çirkinliği, zevksizliği, kabalığı, fakirliği mi?

Eski çizgi romanları okuyanlar, önceki filmleri seyretmiş olanlar bilir: Aslında Joker’in ortaya çıkışının orijinal hikâyesi son filmde anlatıldığı gibi değildir.

Hikâye tamamen endüstrileşmiş, karanlık, gotik, sevgisiz ve soğuk Gotham şehrinde başlar. Joker aslında kimya mühendisliğinde ileri derecede uzmanlaşmış suça meyilli bir sanayi işçisidir. Bir gün tehlikeli kimyasallarla dolu bir kazana düşer. (Hikâyenin 1951’deki versiyonunda hamile karısını desteklemek amacıyla yeterli para bulamadığından küçük suçlara bulaşmak zorunda kalan Arthur Fleck’in kazana düşmesinin sebebi kendisini kovalayan Batman’in bizzat kendisidir.) Kimyasalların etkisiyle derisinin rengi bembeyaz, saçları yeşil, dudakları kıpkırmızı olur ve çıldırır. Ağzının çevresini yakarak deforme eden asit, yüzünde onu sürekli gülüyormuş gibi gösteren derin çizgiler oluşturur. Artık istese de kurtulamayacağı bir palyaço görünümüne mahkûm olmuştur. Etrafına topladığı kimselerle beraber, engel olamadığı kahkahaları eşliğinde vandallığa başlar. Hedefi para kazanmak ya da güç devşirmek değil müesses nizamı yıkmaktır. Devleti karşısına almış, bir anarşiste dönüşmüştür Joker!

Düzenin “patronlarından”, zengin kapitalist Bruce Wayne, parasının ve “bilimin” sunduğu imkânlarla Batman kostümüne bürünüp bu “teröristi” hizaya getirecektir!

Hikâyedeki “sanayileşmenin” psikopatlaştırdığı (yabancılaştırdığı) sanayi işçisi motifi tanıdık geldi mi?

Aslında ilk çıktığından bu yana, sosyolojik bir tezi (ve anti tezini) geniş kitlelere basitleştirerek anlatmanın bir aracı olarak kullanılmıştır Joker karakteri.

Son filmde de benzer bir niyet seziliyor.

Post modern çağın ve post truth devrinin sosyolojisi yapılıyor.

Nasıl mı?

Önce aşırı basitleştirilmiş bir özet verelim:

Modern – Post Modern – Post Truth

Modernliğin gelişiyle birlikte tanrısızlaştıkları ve “dinsel dogmalara’ inançlarını yitirdikleri için insanlar giderek bireysel düşünmeye, kendilerine aşırı odaklanmaya başladı.

“Bilimin ışığı ile aydınlanan” kitleler artık birilerinin kendilerini Allah ile aldatmasına müsaade etmeyeceklerdi.

En önde gelen sosyal yapılardan biri olan “din” aydınlanma, sanayileşme ve şehirleşmeyle etkisini yitirdi.

Din zayıfladıkça toplumsallık da zayıfladı. Bireysellik, bencillik ön plana çıktı.

İnancını yitiren toplumun ahlâkî bir boşluğa düşmesine nasıl engel olunacaktı?

“Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” bireylerin bir arada yaşayabilmesini nasıl temin edeceklerine kafa yoran modern düşünürler, büyük dinlerinkine benzer kapsayıcılıkta bir düşünce olarak “bilimi” oluşan boşluğa yerleştirebileceklerini düşündüler.

Zygmunt Bauman’ın sözleriyle aktaracak olursak, “Kilisenin, şimdi tükenmiş ya da etkisiz kalmış olan ahlâki gözetiminin bıraktığı boşluğun, dikkatle ve ustalıkla uyumlulaştırılmış bir dizi rasyonel kuralla doldurulabileceğine ve doldurulması gerektiğine; inancın artık yapmadığını aklın yapabileceğine; gözlerini dört açar ve tutkularını bastırırlarsa insanların karşılıklı ilişkilerini, inançla ‘körleştikleri’, yabani ve evcilleştirilmemiş duygularının başıboş bırakıldığı dönemlerde olduğu kadar, hatta belki de o dönemlerde olduğundan daha çok ve daha iyi (daha ‘uygar’, barışçıl ve rasyonel bir şekilde) düzenleyebileceklerine içtenlikle inandılar. Bu inanca paralel olarak, artık Tanrı’nın emirlerinin ardına gizlenmeden “insan yapımı” kökenini yüksek sesle ve utanmadan ilan edecek ve buna rağmen (ya da daha doğrusu bu sayede) “tüm rasyonel insanlar’ın benimseyeceği ve boyun eğeceği ahlâki bir kod oluşturmak için durmaksızın çaba gösterildi.” (Postmodern Etik, Zygmunt Bauman)

Modern insana “her şey” düzeltilebilir geliyordu. Ama kazın ayağının öyle olmadığı anlaşıldı.

Max Weber, rasyonel bir etik üretme iddiasının başarılı örnekleri olarak gösterilen kapitalist tecrübelerinin aslında Protestan ahlakına (yani esas itibarıyla yine dine) dayandığını gösterdi.

Dini tamamen dışlayarak ilerlemek isteyen birçok ülkede korkunç acılara sahne olacak totaliter rejimler kuruldu.

Rasyonel bilim de dertlere deva olmuyordu. Hayatta en hakiki mürşidin ilim falan olmadığı ortaya çıktı. Eski devirlerde din nasıl muktedirlerin elinde bir sömürü aracına dönüşmüşse modern zamanların bilimi de güç sahiplerinin elinde bir tahakküm aracına dönüşüyordu.

Tanrı fikri kaybedilince her kul tanrı sayılır oldu. Bu nevzuhur “tanrılar” arası çatışmanın nasıl giderileceği sorusuna cevap üretilemedi. Çünkü yeni tanrılar eşitti ama bazıları “daha eşitti”.

Bizim üstümüzde bir irade yoksa “neden ahlaklı olmalıyız?” sorusuna tatmin edici bir cevap verilemedi.

Bauman “hümanist projenin uygulanabilirliğine ve nihai zaferine duyulan inancın” boş bir inanç olduğunu, müphem ya da çelişkili olmayan bir ahlâkın, evrensel olan ve “nesnel temellere dayanan” bir etiğin pratik olarak imkânsız olduğunu, post modernitenin böyle bir ihtimali reddetmek üzerine kurulu olduğunu söylüyor.

Bu iddia insan topluluklarını karanlığın, ayazın ortasında bırakan ürkütücü bir iddia…

Batman ve Joker’in ahlaken birbirlerine üstün olmadıklarını teslim eden ama bunu yaparken aslında “ahlâkî” diye, “iyi” diye bir şeyin var olamayacağını ileri süren bir iddia.

Dostoyevski, “Tanrı yoksa her şey mubahtır” derken bu noktaya dikkat çekiyordu.

Tanrıyı insanın hayatından çıkartmanın cehennemin kapılarını açtığını düşünüyorum. Hem de daha yeryüzündeyken…

Yıldızların koyu bulutlar ardına saklandığı bir gece tasavvur edelim. Okyanusun ıssızlıklarında, zifiri karanlıkta yapayalnız ve pusulasız kalan bir geminin sakinleri istikametlerini tayin edemezler. Çünkü -hangi gelişmiş teknolojiyi kullanırsa kullansın- hiçbir gemi kendi dışında bir referans noktası olmadan istikamet belirleyemez.

Ahmet Hamdi Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde bu konu ile ilgili olarak kahramanına şunları söyletir:

“Cenab-ı Hak insanı kendi sureti üzere yarattı; insan da saati kendine benzer icat etti… İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur! Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur! ../.. Maden, kendiliğinden ayar kabul etmez. İnsan da böyledir. Salâh, iyilik, Hakk’ın bize lütufla bakışı sayesinde olur. Saat de böyledir.”

Bauman özetle “evrensel iyi ve kötü diye bir şey yok, boşuna aramayalım, olursa ancak parçalanmış, göreceli, geçici, konjonktürel iyilikler olabilir, bunu kabul edelim” derken aslında tanrıyı hayattan çıkartan insanoğlunun başarısızlığını ilan eden teslim bayrağını göndere çekmiş oluyor.

Joker’in yönetmeni Todd Phillips de Bauman’ın iddiasını vülgarize ederek kitlelere taşıyor.

Bence yanılıyorlar…

Evrensel iyi ve kötüler, doğru ve yanlışlar VAR ve hiçbir dünyevi güç bunu değiştiremez.

Çok güçlü, çok zengin, çok kurnaz, çok karizmatik kimseler peşlerine taktıkları milyonları kandırıp kötülüklerini “iyilik” gibi sunmayı başarsalar da asıl “geçici” olan onların bu başarısıdır.

Ahlaklı olmanın ne demek olduğunu Batman’den de Joker’den de, onların “kolpalığını” fark ve itiraf eden Bauman’dan da, ıslah ediyoruz derken fesada uğrattıkları kitlelerin omuzunda yükselen “liderlerden” de öğrenecek değiliz…

Çünkü isteyen istediği kadar inkâr etsin, Allah var!

Hangi coğrafyada, hangi zamanda, kim tarafından yapılırsa yapılsın masumları öldürmek, çocukları taciz etmek, çalmak, yalan söylemek, emanete hıyanet etmek hep kötü, hep yanlış olacak.

Hangi coğrafyada, hangi zamanda, kim tarafından yapılırsa yapılsın merhamet göstermek, doğru sözlü olmak, hastanın, fakirin, yetimin, öksüzün, düşkünün yardımına koşmak hep iyi, hep doğru olacak.

Çünkü Allah var ve bize lütufla bakıyor…


Yararlanılan kaynaklar:
https://www.the-philosophy.com/god-exist-permitted-dostoevsky
https://en.wikipedi0.org/wiki/Joker_(character)
https://www.alticizilisatirlar.net/node/2


Bu yazı ilk olarak 20 Ekim 2019 tarhinde fikircografyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.

Payitaht Abdülhamid!

Payitaht Abdülhamid!

Geçenlerde ilk defa TRT’nin “Payitaht Abdülhamid” dizisinin bir bölümünü seyrettim. Bir müddet seyrettikten sonra maruz kaldım da denebilir…

Bu meşhur dizinin bir bölümünü seyrettim seyretmesine ama gördüklerime, işittiklerime inanamadım! Aman yarabbi!  Ne facia! Ne rezalet! Ne pespayelik!..

Abartıyor muyum? Neden böyle feveran ediyorum? İzah etmeye çalışayım:

“Payitaht Abdülhamid” çok zayıf bir propaganda dizisi olmanın ötesinde diziyi üreteninden kabul edip yayınlayanına kadar birçok insanın ne kadar problemli bir zihin yapısına, nasıl marazi bir yakın tarih tasavvuruna sahip olduklarını gözler önüne seriyor.

Her şeyden önce bu televizyon dizisinin, sinema-tv tekniği açısından berbat bir iş olduğunu söylemek lazım. Oyunculuk kalitesi sıfıra yakın. İlkokul müsameresi tadında. Seyrettiğimiz şeye dizi film demek zor. Zira iki buçuk saat sürüyor. Böyle olunca Türk dizilerinin klişeleri olan uzun uzun bakışmalarla, kimi anlamsız, kimi gereksiz diyaloglarla zaman dolduruluyor.

 

Genel olarak Türk dizilerindeki maluliyet burada da derhal kendini gösteriyor. Dizideki karakterler karşı karşıya gelip uzun uzun konuşuyorlar. Ama sadece konuşuyorlar. Halbuki gerçek hayatta nadiren “sadece” konuşuruz. Hemen herkes konuşurken bir yandan başka bir işle uğraşır. Çevrenizi inceleyin. Günlük hayatta insanlar araba sürerken, yürürken, bir yerleri temizlerken, bir şeyleri tamir ederken, gözleriyle bir şeyleri takip ederken, sigaralarını tüttürürken, gözlüklerini temizlerken, en azından ellerinde bir şeyle oynarken konuşurlar. Payitaht Abdülhamid’in oyuncuların konuşmaktan başka yapacak hiçbir şeyleri yok! Sadece ve sadece birbirlerinin yüzlerine bakıp konuşuyorlar.

Bütün dizi boyunca -nedense- mütemadiyen oturduğu yerde âsâsına tutunarak konuşan, huzuruna gelen yerli yabancı herkese ayar veren asık suratlı, şişman, mafya babası kılıklı bir Abdülhamit tipi var. Alman imparatoru Wilhelm onun en büyük hayranı. Abdülhamit’e yağ çekip duruyor. “Siz bütün dünya için büyük bir talihsiniz!” yahut “her şeyi kuşatan dehanıza teslim oluyorum”, “sömürgeci devletlerin önünde durabilecek tek siyasi zekâ sizsiniz” falan diye tiradlar atıyor. Ne zaman “Padişahım öl de ölelim, emrindeyiz” diyecek diye bekliyorsunuz.

Tarihi dizi çekmek gibi bir iddianın sahibiyseniz bundan çok daha fazla çaba göstermeniz gerekir. Kurgunuzu gerçekçi bir zemine oturtmak için, devrin insanları nasıl konuşurdu, ne yerdi, ne içerdi, nerede nasıl giyinir, nasıl vakit geçirirlerdi araştırmanız gerekir.

Konuşmaların içine “lakin”, “âlâ”, “havadis”, “temin ederim”, “mesele”, “tedbir”, “tertip” gibi birkaç kelime karıştırmayı dönemin atmosferini yansıtmak için yeterli gören yapımcılar maalesef bu konuda da fena halde çuvallıyorlar.

Kostümler, zaten eğreti duran karakterleri iyice karikatürleştiriyor. Tüm Osmanlı bürokratları garip bir şekilde her daim tören kıyafetleri içinde geziyorlar. Başka kıyafetleri yok gariplerin. Evde bile tören kıyafetlerini çıkartmıyor paşalar. Kadınların kıyafetleri zaten ayrı bir hikâye. Bu diziyi izleyenler 1880’lerde hizmetçisinden sultanına kadar tüm Osmanlı kadınlarını Parisli modacıların giydirdiğini sanır. İster bir çiftlikte çamur içinde gezsinler ister yataktan yeni kalkmış olsunlar tüm kadınlar inanılmaz süslü kaftanlar içinde süzülüyorlar. İsterse çocuklarıyla evlerinde yemek yiyor olsunlar, ister yatmaya hazırlanıyor olsunlar her daim başları örtülü. Kimsenin “ev hali” yok anlayacağınız. Bir de kapalı ortamlarda bile şapkalarıyla oturan İngilizler var. Onları da unutmamak lazım.

Dizide devlet-i âliye, adeta mafya gibi tasavvur ediliyor. Padişah bir mafya babası, paşalar tetikçiler! Mesela Abdülhamit Han, bir paşasını gizlice, diplomatik dokunulmazlığı olan duyun-u umumiye şefini tartaklaması için görevlendiriyor! Görevlendirilen paşanın ismi Kemalettin. Polat Alemdar’ın dedesi olması pek muhtemel olan bu Kemalettin paşa, duyun-u umumiye şefini tek başına dolaşırken yakalayıp bir tenhaya çekerek (!) “devlete ihanet eden böyle cezalandırılır” diye sokak arasında dövüyor. O anda diplomasi sanatının zirvesini(!) yakalıyor, tüm dünyaya bu iş nasıl yapılır gösteriyoruz! Paşa, dövdüğü yabancı devlet adamına “Eğer ki hünkarımız senin ölmeni isteseydi o an o dakika bir it gibi geberirdin lakin kendisi öyle merhametli ki ahhh ister istemez bize de sirayet ediyor.” diyor. Adam giderken arkasından “Söylediklerimi ezber ettin mi, devlet unutmaz, ihanet edenin cezasını keser.” diye seslenmeyi de ihmal etmiyor. Tabi burada seyircilerin kafası biraz karışsa da sonunda anlıyoruz: Devletimize ihanet etmek için devletimizin vatandaşı olmaya gerek yokmuş demek! İngiliz olsun, Fransız olsun, her milletten her fâni bizim için hain olabilirmiş!

Kurtlar Vadisi’nin hayli etkisinde kalmış olduğu anlaşılan senaristlerimiz burada dursalar iyi! Bakın daha ne fanteziler kuruyorlar:  Yapılan zorbalık kendisine şikâyet edilince Abdülhamit paşasını bizzat kendi sorguluyor. Paşa -hem de kendisini şikâyet eden yabancı diplomatın önünde- yaptıklarını gururla itiraf ediyor. Abdülhamit o anda yabancı diplomatın karşısında bir tiyatro oyunu sergiliyor. Kendi gizli talimatıyla bu işi yapan paşanın rütbelerini söküp adamı sürgüne gönderiyor. Sonra kendisi de paşa olan Kemalettin paşanın babası padişaha gelip niye öyle yaptığını sorunca padişah, mahsustan öyle yaptığını, aslında onu başka bir yere halktan zorbalıkla vergi toplayan düyun-u umumiye kolcularına -elbetteki gayri nizami yöntemlerle- hadlerini bildirmek için gönderdiğini anlatıyor. Şikâyet ettiklerinde, onların yanında azlettiğimiz bir adamın işinden mesul olamayacağımızı söyleyeceğiz diyor.

Bayağılık, sahtekârlık, yalancılık, ilkesizlik, şark kurnazlığı, köylü hilebazlığı yüksek siyaset veya diplomasi mucizesi gibi sunuluyor.

Bu zırvalara, bu yavanlığa, bu kalitesizliğe, bu berbat müsamereye çuvallar dolusu paralar dökerek tarihimize, kültürümüze hizmet ettiğini düşünen var mıdır bilemiyorum. Güçlü siyasetçilerin takdirini kazanmak motivasyonu kendisini daha çok hissettiriyor. Danışmanıyla, senaristiyle, yönetmeniyle, oyuncusuyla, iyi kötü okumuş yazmış bunca insanın kafasından böylesine korkunç bir Osmanlı tasavvuru çıkması ve bu tasavvurun geniş halk kitlelerine aktarılması insana dehşet veriyor.

Denilecek tek bir şey var…

Yazık bu millete…

 

Duvarın arkasını hayalle tamamlamak

Duvarın arkasını hayalle tamamlamak

Şiiri şiir yapan, “imgeler” ve onların derin çağrışımlarıdır. Divan edebiyatında bu imgeler “mazmun” ismini alırlar. Mazmun, kelime anlamı olarak “anlam, kavram” demektir. Bir fikrin, nesnenin, şahsın özelliklerini, onu çağrıştıracak kelime grupları içinde sunmaktır. Sanatkârane bir benzetmedir.

Şiir gibi, nitelikli sinema da sembolik anlatımlarıyla kendini gösterir.

İyi filmler, güzel ve yakışıklı oyuncularından, özel efektlerinden, çarpıcı müziklerinden ziyade vurucu semboller kullanmalarıyla klasikleşmeye aday olurlar.

almanya-afis

Kendisi de bir “Almancı” ailenin çocuğu olan Yasemin Samdereli’nin yönetmenliğini yaptığı 2011 yapımı “Almanya – Willkommen in Deutschland” filminde işte aynen böyle, çok hoş bir sembol kullanımına rastladım.

Almanya’ya giden ilk nesilden olan Hüseyin artık yaşlanmış, emekli olmuştur. Bir yandan gurbetin sıkıntılarını ve memleket hasretini yaşarken evlatlarını orada büyütmüştür. Artık Türkçe konuşmakta güçlük çeken torunuyla Almanca iletişim kurmak zorunda kalan bir dededir. Biraz da istemeye istemeye Alman pasaportu alarak tam bir Alman vatandaşı olmuştur.

Hüseyin dede, tüm ailesini, üç oğlu, kızı ve torununu davet ederek onlara bir sürprizi olduğunu söyler. Türkiye’de, memleketinde, köyünde bir ev satın almıştır. Tüm ailenin kendisiyle beraber bu evi görmek üzere Türkiye’ye gelmesini istemektedir.

Aile üyeleri biraz mızmızlansalar da bu öneriyi kabul ederler. Dedenin, “tabi biraz bakıma muhtaç” dediği evi ve o güne kadar uzak ve tatlı hatıralar olarak dinledikleri memleketlerini görmek için yola çıkarlar.

Bütün filmi anlatmayacağım. Yol boyunca flashback’lerle sevimli toruna dedenin Almanya macerası anlatılıyor. Filmin, beni “çarpan” finalinden bahsetmek istiyorum.

Memleketlerine varamadan, dede yolda aniden vefat eder. Aile, dedenin son arzusunu gerçekleştirip onu köyünde defnetmeye karar verir. Köylerine vardıklarında onları gerçek bir sürpriz beklemektedir.

Dede gerçekten bir ev satın almıştır ama “ev” üzerinde kapı olan bir duvardan ibarettir. Kapıdan girdiklerinde aslında “evin” birkaç yıkıntıdan ibaret olduğunu görürler. Dedenin “helvasını” evinin içinde ama açık havada ikram ederler. Çünkü evin ne çatısı vardır ne de kapının üzerinde olduğu duvarın dışındaki diğer duvarları.

Ev, yalnızca dede ve ninenin hayallerinde var olan bir şeydir aslında. Fiziksel gerçekliği bir duvar ve bir kapıdan ibaret kalmıştır. Ailenin “evi” burada değil Almanya’dadır artık. Dedeyi “evine” defnedip dönüş yoluna çıkmak üzereyken Almanya’ya hiçbir zaman intibak edememiş olan evin küçük oğlu Muhammet onlara kararını açıklar. Onlarla Almanya’ya dönmeyecektir. Kalıp babasının viran olmuş evini imar etmeye ve artık burada yaşamaya karar vermiştir.

Bu sembolik anlatımın filmde verdiği mesaj açık ama doğrusu bu “mazmun” bende filmin ötesinde bazı çağrışımlara da sebep oldu.

Siyasi bir çalkantı içindeyiz. Yıllar süren zoraki bir “batılılaşma” sürecinden sonra kafamızda eski zamanlara dair muazzam hayallerle “memlekete” döndük.

Ama sadece birazcık tamire muhtaç saraylar bulmayı beklerken bulduğumuz duvarsız, çatısız bir virane oldu.

Dedelerimizin hayallerinde yaşayan “cennetin” artık var olmadığını kabul etmekte zorlanıyoruz.

Bir tanecik kapı ve duvarı ne kadar süslersek süsleyelim yetmiyor. Bu evin yaşanabilir bir yer olabilmesi için, görünmeyen diğer duvarların ve çatısının imarına ihtiyaç var.

Hamaset, hayaller, tatlı hatıralar başımızı sokacak bir yuva sağlamıyor.

Çöken ahlak, dürüstlük, disiplin, çalışkanlık, hoşgörü duvarlarını yeniden yükseltmemiz lazım mesela.

Hukuk ve adâlet çatısını örtmeden bir ev olmayacak bu virane.

Bu binayı yeniden imar etmekten başka seçeneğimiz yok.

Çünkü burayı beğenmezsek dönüp gideceğimiz bir Almanya’mız yok bizim.


Bu yazı ilk olarak fikircografyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.

Muhammed: Allah’ın Elçisi Filmi Üzerine

Mecid Mecidi’nin “Muhammed: Allah’ın Elçisi” ismini verdiği filmini seyrettim. Günlerdir bu film hakkında yazılıp çizilenleri, film etrafında dönen tartışmaları yakından takip eden birisi olarak zihnimde ister istemez bazı peşin hükümler oluşmuştu. Filmi seyrettikten sonra yazılıp çizilenlerin çoğunun ciddiye alınacak şeyler olmadığını hayretle gördüm. O yüzden bu filmle ilgili en öncelikli tavsiyem şudur: Kimin ne dediğine sakın aldırmayın ve gidip filmi kendi gözlerinizle görün. Zira tabiri caizse “ağzı olanın konuştuğu” sığ entelektüel zeminimizde yapılan yorumlar isabetli olmaktan çok uzak.

Peygamberimizi anlatan, tarihi ve dini muhtevalı bir filmle ilgili dişe dokunur yorumlar yapabilmek için çok farklı disiplinlerde az da olsa bilgi sahibi olmak gerekiyor. İlahiyatçı olmak bile tek başına yeterli değil. Çünkü “siyer”, “hadis”, “kelam” yahut “fıkıh” gibi ilahiyatta gayet özel alanlara dokunan bir mevzu bu. Öte yandan bir “sinema” eleştirisi yapacaksanız, en azından “Çağrı”, “Ömer Muhtar” ve “Minyeli Abdullah” filmlerinden başka filmler seyretmiş olmanız beklenir.

Bir sinema filmini değerlendirirken senaryo, alt metinler, göndermeler, sembollerin kullanımı, oyunculuk, kostüm tasarımı, müzikler, özel efektler, ışık ve kamera kullanımı, görsel zaman ve mekan kurgusu vs. gibi çok sayıda noktaya dikkat etmek lazım. Bu açılardan ele alındığında Mecid Mecidi’nin filmini oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim. Sadece bazı devamlılık problemlerinin olduğunu ve filmin süresinin gereğinden uzun tutulduğunu düşünüyorum.

Çağrı’nın yönetmeni Mustafa Akad, hikâyesinin merkezine Anthony Queen’in canlandırdığı peygamberimizin amcası Hz. Hamza’yı yerleştirmişti. Mecid Mecidi hikâyesini peygamberimizin diğer bir amcası olan Ebu Talip üzerinden anlatmayı tercih ediyor. Ebu Talip aynı zamanda Hz. Ali’nin de babası ve tarihsel açıdan bir tartışmanın odak noktasında bulunuyor. Şii alimleri Ebu Talip’in müslüman olduğuna inanırken sünni alimleri peygamber efendimizi çok himaye etmiş olmasına rağmen onun iman etmeden öldüğü görüşüne daha yakın duruyorlar.

Ebu Talip’in imanı ile ilgili tarihsel tartışmanın itikadi olmaktan çok siyasi bir tartışma olduğu aşikâr. Bu tartışmanın günümüze dönük yansımalarıyla çok da mühim bir tartışma olduğunu söylemek zor. Ebu Talip iman etmiş olsa ne olur, etmemiş olsa ne olur? Doğrusu Ebu Talip’in imanlı bir insan olarak resmedilmesinden şahsen hiçbir rahatsızlık duymadım. Zaten filmin “şii” bir yönetmen tarafından çekilmesinden dolayı rahatsızlık duyanların filmde yakalayabilecekleri yegâne “şii perspektifi” de budur sanıyorum. Bunun dışında geleneksel sünni perspektifi ile çelişen bir şeyler görünmüyor.

Film, ihtiyar Ebu Talip’in peygamberimizin bir tepede bulunan, pencerelerinden nurlar taşan evine doğru yürüyüşü ile başlıyor. Filmin hikayesini de Ebu Talip anlatıyor. Bu seçim akıllıca bir seçim. Çünkü Ebu Talip, peygamberimizin doğuş hikayesini ve ondan da önce vuku bulan filmin önemli kısımlarından biri olan fil hadisesini hatırlayıp anlatabilecek bir karakter. Film tam başladığı yerde, yine Ebu Talip’in bulunduğu bir sahneyle bitiyor. Buradan tüm hadiseyi Ebu Talip’in gözünden görüp, dilinden dinlediğimizi daha iyi anlıyoruz. Yani fillerin saldırısı da, peygamberimizin doğumu da, Taif seyahati de birer “flashback”.

Film hakkında birşeyler yazan herkes ashab-ı fil sahnesinin etkileyiciliğinden bahsediyor. Bu sahne, dozunda ve güzel kullanılmış bilgisayar grafikleri ile gerçekten etkileyici. Ancak bir sinemasever olarak Halime’nin devesinin kaçıp Mekke sokaklarını birbirine kattığı sahne beni daha çok etkiledi. Yönetmenin ustalığını gösteren bir sahneydi bu. Bir de Mekke’yi göstermek üzere kurulan film platosunu çok gerçekçi buldum. Sadece 3-4 metre yüksekliğinde olan Kabe ve duvarlarına asılan örtülerle beraber çöl rüzgarında salınan şiir yazılı levhaları çok estetikti.

Müslüman gruplar arasında bu filmle ilgili olarak en çok tartışılan mevzulardan birisi de peygamberin ellerinin, arkadan başının, saçlarının gösterilmesi. Açıkçası bana bu tartışmalar çok da anlamlı gelmiyor. İslam’daki resim ve heykel yasağının maksadı çok açık: cahillerin yeni insan-tanrılar edinmesine mani olmak! Peygamberimizin bir filmde bir oyuncu tarafından canlandırılıp kısmen de olsa görülmesi konusunda en çok sesi çıkanların, bir sürü aslı faslı olmayan mitolojik hikaye ile peygamberimizi neredeyse tanrılaştırıp Allah’la aynı ontolojik düzleme taşımaya kalkanlar olması ibretlik bir durum.

Peygamberimiz tıpkı bizim gibi beşerdi. Onu normal bir insan gibi değil de, göz kamaştırıcı bir ışık parçası gibi tasvir etmeyi garipsemeyen kimselerin peygamber algısında bir problem olduğunu düşünüyorum. Belki de onu bizim gibi bir beşer olarak görmek, onunla ilgili ürettikleri mistik hezeyanlarının önünü kestiği için gösteriyorlar bu ölçüsüz tepkiyi, bilemiyorum.

Mecidi’nin bu filminden bahsederken atlanmaması gereken en önemli hususlardan biri de “oyunculuk”. Filmin İranlı oyuncuları harika bir performans sergilemişler. Oyunculuğu sırıtan, anlatılan döneme ait değilmiş hissini veren hiçbir oyuncu göremedim. Özellikle Ebu Leheb karakterini oynayan oyuncunun performansı parmak ısırttıran cinsten.

Filmin müzikleri, Çağrı filminin akıllarımıza adeta kazınan o müthiş melodisi ayarında olmasa da başarılı sayılır. Batı müziğinde yücelik hissini vermek için sıkça başvurulan çocuk korosu sesleri kullanılmış. Tabi bu tür müziği daha çok yabancı filmlerin kilise sahnelerinden tanıyan ortalama Türk seyircisinde bu rahatsızlık yaratabiliyor. Filmin müziklerini genç yaşlarında müslüman olarak A.R. Rahman ismini alan Hintli A. S. Dileep Kumar yapmış. (Bu arada Slumdog Millionare filminin müziklerinden de tanıdığımız bu sanatçının adının başındaki A’nın Allah olduğunu hayretle öğrendiğimi ve garipsediğimi not düşmüş olayım.)

Gelelim yönetmenin peygamberimizi anlatmayı seçtiği dini perspektife…

Peygamberimiz ne zaman “peygamber” olmuştur? Ruhlar ilk yaratıldığında mı, doğar doğmaz mı yoksa Allah’ın elçisi olarak ilk vahyi alıp tebliğe başladığında mı? Bu filmle ilgili temel tartışmaların odağında bu soru var sanıyorum. Bize intikal eden rivayetlerde peygamberimizin vahiy almaya başladığı 40 yaşından önceki hayatıyla ilgili kısıtlı bilgiler var. Bu rivayetler içinde bize diğer peygamberlerinkileri hatırlatan olağanüstü haller de yok değil. Peygamberimizin doğduğu gece, benzerine rastlanmamış parlaklıkta bir yıldızın görülmesi, Kabe’de putların devrilmesi, Mecusilerin bin seneden beri aralıksız yanmakta olan ateşlerinin sönüvermesi, daha sonra büyüdüğünde ziyaret ettiği yerlerin bereketlenmesi, içinde bulunduğu kervanı bir bulutun gölgelemesi gibi hadislerin yaşandığı anlatılır.  Mecidi, bunların hiçbirini atlamadan, hatta benim daha önce hiç işitmediğim, ölüm döşeğindeki sütannesi Halime’yi bir dokunuşuyla iyileştirmek gibi “ekstra” mucizeleri de ekleyerek filme yansıtmış. Hatta film için bir “mucizeler geçidi” demek bile mümkün. Ancak naçizane kanaatimce bu “anlatı” İsra suresinin 59. ayetiyle çelişiyor:

“Bizi, mucizeleri göndermekten, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu.”

İçinde yetiştiğimiz sosyo-kültürel zemin bize aksini öğretmiş olsa da Allah, bu ayet-i kerime ile peygamberimize bir mucize vermediğini açıkça bildiriyor.

Kaldı ki filmin anlattığı dönemde henüz vahiy almadığı için Hz. Muhammed henüz peygamber bile değil!

Ama Allah’tan başka tanrılarını terketmekte zorlanan, ne kadar basit olsa da “tevhid” mesajını almamak için direnen insanlar, özellikle de İslam’la sonradan tanışan İranlılar, Türkler ve Hint alt kıtası halkları, soyut bir tek tanrıya inanma zorluğuyla başetmek yerine olağanüstü halleri olan bir peygamberin hikâyelerini işitmeyi tercih ediyorlar.

Peygamberimizin insanüstü, fizikötesi, süper güçlere sahip bir “yarı tanrı” gibi algılanmaması için Allah’ın açıkça ayetler göndererek söylemesini emrettiği cümleyi de bu bağlamda hatırlamakta fayda var.

“De ki: ‘Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın bir ilah olduğu vahyolunuyor. Şu halde O’na yönelin, ve O’ndan bağışlanma dileyin. Ortak koşanların vay hallerine!” (Fussilet, 6)

De ki: “Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın. (Kehf, 110)

Filmi seyrederken zihnimden, “bu filmi biz Türkler çeksek aynen böyle çekerdik” cümlesi geçti durdu. Eğer yönetmen koltuğunda, “Bu filmi asla seyretmeyin! Dinden çıkarsınız!” naralarıyla kendilerini ortaya atan sözüm ona “ehl-i sünnet müdafiileri” olsaydı onlar da aynen böyle çekerlerdi. Arap bir yönetmenin elinden çıkan “Çağrı” filmindeki mitolojiden mümkün olduğunca arındırılmış anlatım Mecidi’nin anlatımıyla bir tezat teşkil ediyor.

Hulasa, hollywood standartlarında çekilmiş bu filmi seyrettiğimde, bahsettiğim maluliyetleri bir kenara koyarak, “iyi ki Müslümanlar olarak bizim de bu ayarda film çekebilen bir yönetmenimiz ve sanatçılarımız var” diye sevindiğimi itiraf etmem lazım. Film genelde dünyadaki müslümanların ilgisini çekecek, ama özellikle ortalama Türk, İran ve Hint müslümanlarına hitap edecektir. Bu film, hem teknik tarafıyla, hem senaryosuyla, hem de yarattığı tartışmalarla çıtamızı yükselten, ufkumuzu genişleten bir film olacak gibi görünüyor.


(*) Bu yazı ilk olarak Fikir Coğrafyası web sitesinde yayınlanmıştır.

Boyumuzun Ölçüsünü Alan Şişman Sarışın Kadın

Boyumuzun Ölçüsünü Alan Şişman Sarışın Kadın

Snowpiercer isimli filmle ilgili analizlerimizi paylaşmaya devam ediyoruz.

Filmde yöneticilerin lokomotifte, zenginlerin ön vagonlarda, fakirlerin ise sefalet içinde arka vagonlarda yaşadıkları bir tren tasavvur edilmiş.

snowpiercer2

Zenginlerin fakir sınıflara iki sebepten ihtiyaçları var. Öncelikle lokomotifin yürümeye devam etmesini sağlayacak “kritik insan kaynağını” bulmak için arka vagon sakinlerini taşımak zorundalar. Kendileri öldükten sonra, kurdukları sistemin yeniden üretimini sağlayacak kitleler de “arka vagondalar”.

Düzenli olarak arka vagonlarda yapılan toplu sayımlar, fakir yolcuları acımasızca terörize etmeler, hatta adeta dini bir hüviyete büründürülen ideolojik diskurlar lokomotifdekilerin alt sınıftakiler üzerindeki ince hesaplarını gösteriyor.

Toplu sayımlar, “öndekilerin”  sadece “arkadakilerin” sayısı ile ilgilendiklerini gösteriyor. O da nüfus planlaması yapılabilmesi için gösterilen bir ilgi. Kendi vagonlarında ihtiyaç duydukları bir hizmet için öne geçmedikleri müddetçe alt sınıfların nitelikleri yönetici sınıfları ilgilendirmiyor. Buna en güzel örnek ihtiyar bir keman virtüözü oluyor. Kemancı karısını da kendisiyle birlikte ön vagonlara aldırmak için ikimiz de mi gelelim dediğinde askerler ikisine de ihtiyacımız var diyorlar ama bunu derken adamın ellerini kastettiklerini anlıyoruz. Aile ilişkileri umurlarında olmadığı gibi aslında kemancının şahsiyeti, duyguları, aklı da umurlarında değil. Sadece kulaklarına hoş melodiler üretecek elleriyle, yani kendilerine sunulacak hizmetle ilgileniyorlar.

snowpiercer3Arada bir ön vagonlardan gelen sarışın ve şişman bir kadının elinde mezurayla çocukların boylarını ölçtüğünü, uygun bulduklarını anne babalarından kopartarak yanında götürdüğünü görüyoruz. Bu sahneler bana kitlesel çapta uygulanan sınavları çağrıştırdı. Bugün yaşadığımız dünyada, geniş –ve fakir- halk kitlelerin çocukları genç yaştan itibaren sayısız sınavlarla “ölçülüyorlar”. Hatta onlara “kefeni yırtmanın” yegâne yolunun bu sınavlardan çok yüksek notlar almak olduğunu anlatıp duruyoruz. Gerçekten bu sınavlarda en parlak sonuçları alanlar kendilerine ya uluslararası ya da ulusal şirketlerde yer buluyor. Bir anlamda “devşirilmiş“, sınıf atlamış oluyorlar.

snowpiercer1Filmin sonunda, devşirilen çocukların en iyilerinin, sıkı bir beyin yıkama sürecinden geçirildikten sonra lokomotifin motoruna yerleştirildiklerini öğreniyoruz. Aklımıza uzun süre Coca Cola’nın kalbinde çalıştıktan sonra CEO’luğa yükselen Türk Muhtar Kent ya da Google’da yıllarca kritik görevler yaptıktan sonra CEO koltuğuna oturan Hintli Sundar Pichai geliyor.

Kaldır Şu İşe Yaramaz Silahını

Arka vagondaki “devrim”, kahramanımızın bir keşfi ile başlıyor: Onları korkutmak için ön vagonlardan gelen askerlerin silahları aslında boş! Kaynakların sınırlı olduğu, sık sık çatışmaların yaşandığı trende “mermiler” çoktan tükenmiş görünüyor. Fakat devrimcilerin kendileri için kurgulanan senaryonun dışına çıkıp “çizmeyi aştıklarında” karşılarında buldukları silahlar gayet gerçek, dolu ve öldürücü oluyor.

snowpiercer5Bu motif bana “arap baharını” çağrıştırdı. Özellikle Mısır’da Hüsnü Mübarek’in senelerce demir yumruğu altında ezdiği halk, bir gün isyan edip meydanları doldurduğunda karşısında yıllardır korktuğu demir yumruğu bulamadı. Şarkılar, türküler eşliğinde diktatörün posterleri yakıldı, heykelleri yıkıldı, kendisi yakalanıp parmaklıklar ardına atıldı. Ama çok kısa süre sonra kendi seçtikleri liderin de tarihin derinliklerine gömdüklerini sandıkları güç tarafından hapse tıkıldığını gören “devrimciler” Tahrir meydanını tekrar doldurduklarında karşılarında “dolu silahlar” buldular. Rejim beşbinin üzerinde insanı göz kırpmadan katletti. Devrim “düdüklü tencerenin sibobu” misali, içerideki basıncı kontrol etmek için kurgulanmış bir araçtı sadece.

Mısır’da insanlar yeni bir doğuşa inandırıldılar. Filmin ilerleyen sahnelerinden birinde yeniden doğuşu, tazeliği, ümidi simgeleyen yumurtaların altından çıkartılan taramalı tüfeklerle öldürülen “fakirler” Tahrir meydanında can veren binlerce insana çok benzemiyor mu?

Filmde birçok sembol var. Analizimize devam edeceğiz inşallah.

Twitter: @salihcenap

Biz Ancak Islah Edicileriz Diyenlerin Hikayesi

Biz Ancak Islah Edicileriz Diyenlerin Hikayesi

Dünyada yaşayan son canlıları taşıyan devasa bir tren. Dışarıda hava o kadar soğuk ki hiçbir canlının yaşamasına imkân olmadığı söyleniyor. Gündüz yok. Gece yok. Sadece kar ve buz var. Zaman yerini mekâna terk etmiş. Sabit bir hızla, hiç durmaksızın dünyanın çevresini turlayan trenin tam bir yılda tamamladığı turda geçtiği yerlere göre zaman ölçülüyor.

Trenin yolcuları iktisadi sınıflarına göre yerleştirilmişler. İdareci sınıf en önde, lokomotifte seyahat ediyor. Zenginler hemen lokomotifi takip eden modellerde gayet lüks şartlarda bir yolculuk sürdürüyorlar. Sonra orta sınıflar geliyor. Trende ön vagonlara hizmet sağlayan sınıfların vagonları takip ediyor. Nihayet fakirlerin vagonları katarın kuyruğunda yer alıyor. Açlığın, sefaletin, kirin pasın hüküm sürdüğü ışıksız bir hayatın yaşandığı balık istifi yoksulluk vagonları…

Bu distopik kurgu, il olarak Jacques Lob ve Jean-Marc Rochette isimli iki sanatçının 1982 yılında yayınladıkları “Le Transperceneige” isimli bir çizgi romanda hayat bulmuş. Hikâyeyi dünya çapında tanınır hale getiren ise 2013’te Güney Kore’li yönetmen Bong Joon Ho’nun çektiği Snowpiercer isimli filmi olmuş.

Filmde ihtiyar bir akıl hocasının yönlendirmesiyle ön vagonlara karşı bir yürüyüş, başka bir deyişle devrim başlatan kuyruktaki fakir vagon insanlarının hikâyesi anlatılıyor.

Devrim çok kanlı bir şekilde de olsa başarıya ulaştığında kahramanımız bütün yaşadıklarının bir senaryo olduğunu ve mevcut sistemin hayatiyetini sürdürmesi için kurgulanmış bir hikâyenin figüranı değilse bile oyuncusu olduğunu farkediyor.

Bong Joon Ho, filminde seyirciye pek kolay anlaşılır, pek aşikâr bir analoji sunuyor.

Aslında Matrix ve The Road gibi filmlerden, Animatrix serisindeki İkinci Rönesans bölümünden, “tabiata insanlarca yapılan müdahalenin getirdiği felaket” temasına oldukça aşinayız.

Fakat filmde anlatılan iki felaket var.

Güya küresel ısınmayı durduracağız diye göğe yaydıkları gazlarla dünyayı felakete sürükleyip hemen hemen tüm canlıların neslini tüketen insanoğlu, kalan bir avuç insanın varlığını devam ettirmek için olmasını kaçınılmaz gibi gösterdiği bir sosyal düzen kurmuştur.

İşte ikinci felaket budur.

Tabiatı ıslah edeceğim derken altüst eden insan, sosyal düzeni en güzel şekilde tasarlayacağım diye yola çıkıp zalimane ve ahlaksız bir düzen kurmuştur ki bunlar insanın aklına Bakara suresinin 11 ve 12. Ayetlerini getirir:

Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.

Bu “kötü” düzenin mütemadiyen yeniden üretilmesi gerekir.

Filmde trenin hayatı, dünyayı, ülkeleri sembolize ettiğini görmek zor değil. Trendeki minyatür dünyada kurulan iktisadi-beşeri sistemin da cari kapitalist sisteme işaret ettiği açık.

Son vagonlarda kendilerine yer bulan “fakirlerin” zihinlerini şekillendiren bir fikir var: “Lokomotifi kontrol edersek dünyayı kontrol ederiz. Dünyayı kontrol edersek kendimizi bu açlıktan, fakirlikten kurtarabiliriz.”

Gerçek dünyada bu “idealin” iki versiyonu var. Bunlardan birincisi çok çalışarak, çok gayret ederek, hem iktisadi hem teknolojik hem de beşeri sahalar da teker teker sınıf (yahut vagon) atlayarak “lokomotife” ulaşma fikri.

Filmde bu naif “ham hayalin” önüne kalın bir çizgi çekilmiş. Böyle bir yol olduğuna dair illüzyona bile gerek görülmemiş. Geriye o ideali gerçekleştirmenin sadece kanlı versiyonu kalıyor: Şiddet, kan, terör yoluyla lokomotifi ele geçirmek.

Peki, bu kanlı alternatifi adeta empoze eden idareciler neden bu riski alıyorlar?

Hiçbir işlerine yaramayan, üstelik bir de kendileri için tehlike arz eden “fakirleri” taşımaya ve beslemeye neden devam ediyorlar?

Filmde bu soruya verilen cevapları incelemeye devam edeceğiz.

Twitter: @salihcenap

“Pi’nin Yaşamı”: Agnostisizmden mistisizme bir yol arayışı ve tasavvufî bir yamyamlık hikâyesi

“Pi’nin Yaşamı”: Agnostisizmden mistisizme bir yol arayışı ve tasavvufî bir yamyamlık hikâyesi

life-of-pi-4

Yönetmen Ang Lee’ye en iyi yönetmen oskarını kazandıran “Pi’nin Yaşamı” isimli 2012 yapımı sinema filmi, gerçeğinden ayırdedilemeyecek kadar başarılı kaplan animasyonlarıyla, adeta birer görsel şölene dönüşen sahneleriyle çok konuşulmuş olsa da, filmin verdiği mesajların ve alegorik senaryosunun yeterince tartışılmadığı kanaatindeyim.

Filmi seyreden edebiyat meraklılarının aklına mutlaka Ernest Hemingway’in Nobel edebiyat ödüllü eseri “İhtiyar Adam ve Deniz” gelmiştir. Bir filikada hayat mücadelesi veren ihtiyar denizcinin hikâyesi ile filmdeki hikâye arasında paralellikler kurmak hayli kolay. Tabi koyu bir Katolik ailede yetiştiği halde dinden uzaklaştığı ve nihayet intihar ederek hayatına son verdiği bilinen Hemingway’in romanında işlediği konunun sembolik olduğunu ve dînî bir mesaj taşıdığını biliyorsanız “başka” paralellikleri yakalamanız da zor olmayacaktır.

life-of-pi-6Aslında film de Yann Martel isimli yazarın çok satan bir romanından sinemaya uyarlanmış. Filmde verilen mesajları daha iyi anlayabilmek için yazar hakkında biraz bilgi sahibi olmanın faydası var. Filmin senaryosuna kaynak teşkil eden meşhur kitabın yazarı Yann Martel aslen Kanadalı. 1963’te İspanya’da doğmuş. Alaska, Kolombiya, Kosta Rica, Fransa, Ontario ve Mexico’da büyümüş, İran, Türkiye ve Hindistan’da zaman geçirmiş ve belli ki bu ülkelerde müşahede ettiği mistik anlayışlardan hayli etkilenmiş. Herhangi bir dine mensup olmadığını söylüyor.

Filmde genel olarak yola agnostisizmden yola çıkıp, panteizme, politeizme hatta monoteist dinler de dâhil olmak üzere tüm inançlara post modern sayılacak bir hoşgörüyle bakan mistik bir kavrayışa varılıyor. Filmde, bu varılan inanışın propagandasını görmek mümkün.

Agnostisizm, bilinmezcilik ya da bilinemezcilik olarak Türkçe ’ye tercüme ediliyor. Rasyonel bakışla Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun ve evrenin nasıl ortaya çıktığının bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akım. Agnostikler Tanrı’nın varlığını reddetmezler ama bu kabul ettikleri anlamına da gelmez. Bunu bilemeyeceğimizi ileri sürerler. Tanrı’nın varlığı konusunda bu şüpheleri taşıyanların tabiatları itibariyle bir dini benimsemeleri beklenemez.

Filmde güya bir ateisti tanrının varlığına ikna edecek hikâye anlatılırken ileri sürülen argüman şu:

Dünyaya nasıl geldiğimiz konusunda ateistlerin ileri sürdükleri teoriler de, bir tanrı (veya tanrılar) tarafından yaratıldığımızı ileri sürenlerin iddiaları da aynı derecede “ispatlanmaz” iddialardır. Yani ne olduğu asla “bilinemez”. Neticede herkes bu iki “hikâye” arasında bir tercihte bulunur ve tanrısız “hikâyeyi” tercih etmek, aynı derecede şüpheli iki hikâyeden kötü ve karanlık olanı tercih etmektir. O yüzden Tanrı’ya inanmak gerekir!

Kendisi de bir dine inanmadığını açıklayan Yann Martel kitabında kahramanı Pi’ye agnostiklerle ilgili olarak şunları söyletiyor:

“Bu konuda dürüst olacağım. Asıl hoşlanmadıklarım Tanrıtanımazlar değil, bilinemezcilerdir. Kuşku bir süre için iyidir. Hepimiz, Gethsemane Bahçesi’nden geçmeliyiz. İsa kuşku duymuşsa eğer, biz de duymalıyız. İsa dualar ederek, acı dolu bir gece geçirdiyse, çarmıha geriliyken, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye yakardıysa eğer, bizim de kuşku duyabileceğimiz bir gerçek. Ama yolumuzda ilerlememiz gerekir. Kuşkuyu bir hayat felsefesi olarak seçmek hareketsizliği bir taşıma biçimi olarak seçmeye benzer.”

Bu satırlardan da açıkça anlaşıldığı gibi yazar, agnostik şüpheden yola çıkmayı makul görmekle beraber sürekli şüphe içinde yaşamayı kabul edilemez buluyor. Ancak yazarın nefesi, “hakikat arayışı” için çıktığı yolda, tanrı tarafından yaratılmış olduğumuz inancını benimsediği noktada kesiliyor, yazar daha ileri gidemiyor. Tanrı fikrini kabul ettiği anda karşılaştığı dinleri lüzumsuz saymakla beraber, reddetmiyor da.

BRAY_PI_2702.CR2

Filmin/romanın kahramanı Hristiyanlık, İslam, Yahudilik ve Hinduizm’i aynı anda benimseyen ve her birinin dini ritüellerini yerine getirmeye kalkan bir çocuk. Hinduların milyonlarca tanrısı arasında öne çıkan Krishna’nın bilgeliğini, Vishnu’nun kötülükten kaçıran güç ve okyanustaki hayat enerjisi oluşunu, hıristiyanların acı çekmeyi sonsuz sevgi ve “aşk’la” izah edişlerini ve Müslümanların tek bir tanrı önündeki teslimiyetlerini kafasında “telif” ediyor. Kitabın yazara Yann Martel’e göre “çözüm” mükemmel! Ama bu dinleri bir arada kabul etmek gerçekten mümkün mü?

life-of-pi-8

İslam dinine girebilmenin bir numaralı ve olmazsa olmaz şartı Allah’tan başka ilah olmadığını kabul edip ondan gayrı her türlü “ilahı” reddetmek iken Vishnu’yu, Krishna’yı ve otuz milyon Hint tanrısının yanında Hıristiyanların iddia ettikleri üçlü tanrı tasavvurunu İslam’la nasıl bir araya getirebilirsiniz?

life-of-pi-7

El cevap: mistisizmle!

Belki filmin ülkemizde hüsnükabul görmesinin en temel sebeplerinden birisi de teklif ettiği tasavvufi hayat kavrayışı. Mevlana’nın mıdır yoksa Ebu Said Ebu’l Hayr’a mı aittir tartışıladursun, şu şiiri hepimiz işitmişizdir:

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel, ,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz…
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.

Niyazi-i Mısri’nin şu şiirinde de meyhaneden, hatta put haneden bile Allah’a ulaşan bir yolun varlığını ileri sürülürken, ancak “kafesleri” parçalayan “o” olgunluk seviyesine ulaşanlarca anlaşılabilecek bir “mistik genişlikten” yahut  “tasavvufi hoşgörüden” dem vurulmaktadır:

Derya olunca nefes
Parelenince kafes
Ta kesilince bu ses
Çağırırım: Dost! Dost!

Mescid ü meyhanede
Hanede viranede
Kabede puthanede
Çağırırım: Dost! Dost!

Şeyh-i Ekber diye anılan İbn-i Arabi’nin Kur’an’ın son derece açık bildirimine rağmen Firavun’u mümin sayması, ölürken gusül abdesti alıp cennette gittiğini iddia etmesi de yine bu konuda güzel bir örnek olarak verilebilir.

life-of-pi-3Pi’nin Yaşamı, işte tam da bu mistik kavrayışların tüm kırmızıçizgileri silip, sevgi, aşk gibi “sihirli” kelimelerin buğusu içinde ilahi kuralları, güya yine tanrı adına ve onun isteğiyle ortadan kaldırdığı sisli atmosferin tebcil edildiği bir film.

Görüldüğü üzere aslında agnostik bir anlayıştan yola çıkıp, mistiklerin tüm sınırları, kuralları flulaştıran, tüm inançları bir potada eritip birbirine karıştıran kavrayışına varan bir yol bu.

Bütün bunların yanında filmin, anlatılan alegorik hikâyenin ardına başarıyla sakladığı, iddiasını da kısmen dayandırdığı, iç kaldıran başka bir hikâye var ki onu da fark edememiş olanlar için açıklayalım:

Romanın ve filmin hikâyesi 1884 yılında yaşanmış gerçek bir trajediden hareketle kurgulanmış. O sene Mignonette isimli bir yat, kaptan Dudley, kılavuz Stephens, denizci Brooks ve miço Richard Parker’dan müteşekkil dört kişilik mürettebatı ile Southampton-Avustralya seferini yaparken, Ümit Burnu’na 1600 mil mesafede şiddetli bir fırtınaya tutulmuş ve mürettebat gemi batarken bir sandala sığınmış. Susuz ve geride kalmış bir kaç balık konservesiyle on sekiz gün yaşadıktan sonra 5 Temmuz 1884’te açlık ve susuzluktan ölmek üzere iken miçoyu öldürmeye karar vermişler. Kaptan 17 yaşındaki miço Richard Parker’ı öldürmüş. Diğer üç kişi ölmemek için miçonun etini yiyip, kanını içmişler ve geminin batmasından yirmi dört gün sonra bir Alman gemisi tarafından kurtarılarak İngiltere’ye götürülmüşler. Çıkartıldıkları mahkemede yamyamlık yaptıkları için önce İngiliz jürisince ölüm cezasına çarptırılmışlar. Fakat daha sonra İngiliz kraliçesi cezalarını altı ay hapse çevirmiş. Bu hadise hukukçular arasında zaruretlerin bazı cezaların uygulanmamasının meşru sebebi sayılabileceğine dair tartışmalarda sıkça gönderme yapılan bir hadiseymiş.

Hemen görüldüğü gibi filmdeki kaplanın ismi olan Richard Parker doğrudan bu hadiseden alınmış.  Kurtulan kişi sayısının dört kişi olması da filme aynen yansıtılmış. Kaplan, sırtlan, zebra ve orangutan doğrudan dört kişiyi sembolize ediyor. Aslında çocuk ve kaplan aynı kişi. Kaplan iyi yürekli bir insanı zaruret halinde başka bir insanın etini yiyebilecek hale getiren “nefsini” yahut insanın hayvâni tarafını temsil ediyor.

Filmde daha üstü kapalı geçilse de romanda Pi hikâyenin “gerçek” versiyonunu bütün açıklığıyla anlatıyor. Normal hayatında vejetaryen olmasına rağmen, önce balık ve daha sonra deniz kaplumbağası yemek zorunda kalıyor. Hatta onun tuzsuz kanını içiyor. Yavaş yavaş inandığı tüm kuralları çiğnemeye başlayan Pi daha sonra katil olmakla kalmayacak, insan eti bile yiyecektir.

Fırtınadan sonra hayatta kalanlar arasında sırtlanla sembolize edilen aşçı korkunç birisi. Aslında ihtiyaç olmadığı halde, daha ilk günlerde bulduğu bir fareyi yiyor, filikanın yiyecek ve su erzakını yağmalıyor. Aşçı daha sonra zebra olarak tasavvur edilen ve kırılan bacağı yüzünden enfeksiyon kapan ve öleceği kesinleşen Japon denizciyi biraz da acı çekmesin bahanesiyle öldürüyor, kestiği bacağının etinden balık yemi yapıyor hatta küçük parçalar yiyor. Orangutan olarak sembolize edilen Pi’nin annesini defalarca bıçaklayıp öldürüyor, kafasını kesiyor ve annesinin cesedini yemeye başlamadan önce Pi’ye fırlatıyor. Kısa süre sonra bir kaplumbağa yakalıyor ve Pi’ye en güzel etlerini ve kanını veriyor. Daha sonra Pi ile kavga ediyorlar. Pi aşçıyı öldürüyor ve cesedini ve hayati organlarını yiyor:

“Onu defalarca bıçakladım. Kanı, çatlak ellerimin acısını azalttı. Yüreği tam bir karmaşaydı – ona bağlı onca boru vardı ki. Sonunda onu çıkartmayı başardım. Tadı harikaydı, kaplumbağadan çok daha lezzetliydi. Karaciğerini yedim. Etinden büyük parçalar kestim. Şeytanın ta kendisiydi. İşin kötüsü, beni içimdeki şeytanla -bencillik, hiddet, acımasızlıkla- tanıştırmıştı. Artık bununla yaşamak zorundaydım. Yalnızlık başladı. Tanrı’ya yöneldim. Hayatta kaldım.”

Romanda Pi’nin aşçıya karşı sürekli değişen bakışı dikkat çekiyor:

“İğrenç bir adamdı, Vahşi biriydi” (337-38). Fakat “Bazen… ona sevgiyle baktım. Arkadaş olduğumuzu hayal ettim” (343). “Çok kötü bir adamdı. Daha da kötüsü, benim içindeki kötülüğü ortaya çıkardı – bencillik, öfke, acımasızlık. Bununla yaşamam gerekiyor” (345).

life-of-pi-9 life-of-pi-10

Pi’nin bulduğu, kozmik okyanusta yatan Vishnu görüntüsünde olan ada aslında açlık neticesi görülen bir halüsinasyon ya da yaşanan korkunç travma neticesi beynin uydurduğu bir hayal. Adanın gerçekteki karşılığı aslında aşçının çürüyen cesedi. Pi’nin nefsini, hayvani tarafını temsil eden kaplanın adadaki mirketleri yemesi ve hikâyeyi anlatan Pi’nin “ada etoburdu” lafı aslında adanın aşçının cesedi olduğunu ve Pi’nin hayatta kalmak için cesetten yediğini gösteriyor. Pi’nin karnını doyurduktan sonra adada bulduğu diş, adamı yiyip kendine geldiği anda gördüğü bir azı dişi aslında. O andan sonra adadan ardına bakmadan, kaçarcasına ayrılması ise duyduğu tiksintiden. Adadan ayrılmadan önce bir miktar yiyecek depolaması ise cesedi denize atmadan önce bir kısmını yemek için tutması anlamına geliyor. Kitapta burası şöyle anlatılıyor: “…artık daha fazlasını midem almayana kadar deniz yosunu yedim……ve Richard Parker için kapaklı bölmelere sığdırabildiğim kadar mirket aldım.”

life-of-pi-1“Ve sen, kaplan oluyorsun…” Kaplanın Pi’nin karanlık yanı yahut ‘nefsi’ olduğunu söylemiştik. Filmin kahramanı iyi yürekli, barışçıl, vejetaryen iken, kaplan ise acımasız, vahşi ve etobur. Hayatta kalmasını kaplana borçlu olduğunu bir kaç yerde söylüyor: “Ve sonrasında Richard Parker, yani benim vahşi refakatçim… beni hayatta tutan dehşetli varlık…” Zira eğer nefsi onu zorlamasa hayatta kalmak için mecbur olduğu iğrenç şeyleri yapamayacaktı.

life-of-pi-2Yazar, romanda Pi’ye, yaşadığı bu süreç boyunca Tanrı ile olan ilişkisini şöyle anlattırıyor:

“Tüm koşullara uyarladığım, dini alışkanlıklar geliştirdim. Papazsız ve kendilerini mezheplerine adamış bir cemaat olmadan, tek başına yapılan ayinler, murtisiz darshanlar, tanrılara kaplumbağa eti adamalar, Mekke’nin nerede olduğunu bilmeden Allah’a dua etmeler ve yanlış kullanılan Arapça sözcükler. Beni rahatlattıkları kesindi. Ama zordu, gerçekten çok zordu. Tanrı’ya bağlılık bir açıklık, bir deliliktir, derin bir inançtır, özgür bir sevgi gösterisidir, ama bazen sevmek öyle güçleşir ki. Bazen öyle bir ümitsizlik, terk edilmişlik ve bıkkınlık hissine kapılıyordum ki, yüreğimin Pasifik’in dibine batacağından ve onu geri alamayacağımdan korkuyordum. Böylesi anlarda moralimi yükseltmeye çalışıyordum. Gömleğimden geriye kalanlarla yaptığım sarığı elleyip yüksek sesle, “Bu Tanrı’nın Şapkası” diyordum.”

Aslında yazar bu satırlarıyla kulların, din kurallarını çiğnenmelerinin tanrı ile kurulan irtibatlarını zedelemeyebileceği ima ediyor. Çocuk fiilen kutsal bildiği bazı kesin sınırları ihlâl ederken, başka ritüellere sığınarak “kalben” tanrıya daha çok bağlanabiliyor! Yazar bu metafordan hareketle, dinlerin anlamsız olmakla beraber faydalı olabileceklerine dair fikrine kendince bir delil sunmuş oluyor!

life-of-pi-11Üzerinde durulması gereken başka bir detay da batan geminin adında gizli. Japon gemisinin ismi Tsimtsum. Bu kelime aslında 16. yüzyılda yaşamış bir kabbalist olan Isaac Luria tarafından, Tanrı’nın yaratılışta “sonsuz ışığını” sınırlayarak dünyada görünüşte bağımsız bir varlık alanı oluşturması ve özgür iradeye imkân tanıması anlamında kullanılmış. Romanda Pi yazarla konuşurken üniversitede Luria’nın yaratılış teorileri hakkında bir tez yazdığını söylüyor. Filmde ise Luria’ya değinmiyor ve sadece Kabbala üzerine bir kurs verdiğinden bahsediyor.

Vikipedya “kabbalayı”, “değişmeyen, ebedi, gizemli ve her şeyden önce olan-Tanrı ile ölümlü ve sonlu evren (ve onun yaratılışı) arasındaki ilişkiyi açıklamayı amaçlayan ezoterik Yahudi öğretileri” olarak tanımlıyor. Kabbala Yahudi mistisizmidir ve mistisizm düşüncesi filmde bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.

Mistik öğretiler, Hindistan ve uzak doğunun çok tanrılı dinlerinde akıl almaz çılgınlıklarının çekirdeğini teşkil ederken, ehli kitabın dünyasında bambaşka bir vazife ifa etmektedir. Mistisizm, ehli kitaba ulaşan ilahi mesajda gedikler açarak ilahi dinlerin içinde her türlü batıl inanca, putlara, başka ilahlara farklı kılıflar altında bir hayat alanı sunmaktadır.

Filmde dinlere nasıl bakıldığını anlamak için kullanılan hayvanat bahçesi metaforuna çok dikkat etmek gerekir:

“Hayvanların özgürlüklerini sınırlayan kafesler, onları özgür hayattan alıkoymalarından dolayı “iyi” olmasalar da hayvanları kendi adlarına vahşi doğada avlanma ve hayatta kalmaya çalışma zahmetinden kurtardıkları için büsbütün “kötü” sayılmazlar. Dinler de aslında aynı şekilde lüzumsuz ve sınırlayıcıdırlar ama inanmak isteyip de bunu nasıl yapacağını bilemeyenlere, belli bir olgunluk seviyesine varamamış insanlara çerçevesi çizilmiş kurallar, belli ibadet ritüelleri sağladıkları için büsbütün “kötü” yahut lüzumsuz sayılmazlar!” İşte bu yüzden mistik olgunluğa erişmiş (insan-ı kâmil olmuş) kimseler için kafesler (yani dinler ve dini kurallar) lüzumsuz hale gelir! Geriye kalanların o olgunluk seviyesine erişinceye dek dini pratikleri sürdürmelerinde bir mahsur yoktur!”

Filmin ana mesajı şu cümlelerle veriliyor: “Her iki hikâye de Tsimtsum’un neden battığını açıklamıyor. İşte bu Tanrı için de böyledir”. Filmde anlatılan iki hikâye de, nasıl var olduğumuza dair iki “hikâye” de aklımızı tatmin edemediğine göre bunlardan “güzel” olanı tercih etmenin gerektiği ileri sürülüyor. O zaman bize şu soruyu sormak düşüyor:

“Hakikat arayışı” sadece estetik bir tercih seviyesine indirgenebilir mi? Bu görüş bütün derin görüntüsüne rağmen oldukça sığ bir bakış değil mi?

Twitter: @salihcenap

İnkârın gücünü asla küçümseme!

Bazı film sahneleri, şiirin mazmunları misali, insana fikir inşasında yardımcı unsurlar sunuyor.

1999 yapımı “Amerikan Güzeli” isimli bir film var.

Filmin bahsetmek istediğim “mazmunu” şöyle: Amerikan deniz piyadesi emeklisi, sert ve disiplinli bir babanın oğlu, örnek bir evlat gibi göründüğü halde, aslında babasının sahip olduğu değerleri, inançları umursamaz bir tutum içerisindedir. Bir yandan sureta bu örnek askerin kanunlara bağlı, vatansever, ahlaklı, dindar “örnek” evladı rollerini oynamakta, bir yandan da -elbette babasından gizli- uyuşturucu satıcılığı yaparak para kazanmaktadır. Görünüşte bir hamburgercide tezgahtar olarak çalışmaktadır. Delikanlı bir gün evindeki odasında bir müşterisine yüksek meblağlar karşılığı uyuşturucu satışı yaparken, müşterisi çocuğun plazma televizyonunu ve pahalı ses sistemlerini görünce aralarında şöyle bir konuşma geçer:

– Bu sistemleri nasıl alabildiğini anlıyorum..

– Babam bütün bunları hamburgercide çalışarak aldığımı sanıyor. (Gülümseyerek) İnkarın gücünü asla küçümseme.

İfade hoşuma gittiği için İngilizce’sini de yazmak istiyorum. Çocuk tam olarak şöyle diyordu:

american-beauty

“Never underestimate the power of denial!”

Baba, o pahalı eşyaların hamburgercide çalışmak suretiyle kazanılan paralarla alınamayacağını bilmez mi? Mümkün mü böyle bir şey? Değil elbet. Ama baba, kafasındaki ideali hakikat saymak için hakikatin bir kısmını inkâr ediyordu.

İnkar gerçekten küçümsenecek bir parçası değil insan dimağının…

Bizler de aynı şekilde birçok mevzuda inkar yolunu tutuyoruz. Hemen her konuda hakikati inançlarımız çerçevesinde “çarpıtıyoruz”. İnançlarımızda yanıldığımızı haykıran gün gibi açık bir takım delilleri görmezden gelirken, gayet ehemmiyetsiz, harcı alem argümanları sırf inandığımız yönde oldukları için baş tacı ediyoruz. Hakikati kendi inançlarımız, dünya görüşümüz ve bunların deforme ettiği algımız çerçevesinde yorumluyoruz.

Fikrimiz ne kadar saçma, ne kadar yanlış, ne kadar hakikatle çelişkili olursa olsun, öyle kolay ki fikirlerimizi destekleyecek “deliller” bulmak!

Bilinçli yaptığımız bir şey değil bu. İnsan beyni böyle çalışıyor: Adeta kendi kendimize telkin vererek mazide gözlerimizin önünde vuku bulmuş hadiselerin bugünkü inançlarımızla ters düşen bazı mühim kısımlarını, hafızamızın karanlık ve tozlu mahzenlerine tepiyoruz! Öte taraftan, hayli ehemmiyetsiz meseleleri, sırf kafamızdaki dünya tasavvuruna uyuyor diye abartıyoruz.

Hiçbir insanın aklını bahsettiğim maluliyetten, yani hakikati belli ölçüde çarpıtmadan algılayamama sıkıntısından “temizlemesi” mümkün değil belki ama bu maluliyetin şuurunda olmak “hasarı” asgari seviyeye çekme noktasında işe yarayabilir belki.

Bu söylediklerim ışığında cemaat tartışmalarına bakınca şöyle bir tablo görüyorum:

Cemaatin içinde olan arkadaşlarım hakikatin, -cemaatin kollektif zihninde- son derece çarpıtılmış bir versiyonuna adeta iman ediyorlar. Cemaatin tenkid edildiği, bir kısmını kendilerinin de bizzat yaşadıkları tecrübeleri ya inkâr ediyor ya küçümsüyorlar. Misaller vereyim:

 “Hocaefendi, yaşanan konjonktürde Allah’ın açık emirlerini, uygulamamayı tercih etmenin mümkün olduğunu söyledi. Hatta bu istikamette yönlendirmelerde bulundu. Misal cemaatteki bayanlara okumak için, çalışmak için başlarını açmalarını telkin etti.”

argümanına karşı,

“Ne hocaefendi, ne cemaat hiçbir zaman böyle bir telkinde bulunmadı, bu iftiradır”

cevabını veriyorlar.

Fethullah Gülen tercih ettiği o grift, dolambaçlı, demek istediğini asla doğrudan söylemeyen, yorucu üslubuyla bu inkârın zeminini hazırlasa da sözleri internetin hafızasında ve kitaplarda hala duruyor:

Tesettür meselesi, farziyetinin gereği tartışılmaz olmasının yanında iman ve imanî hakikatlerin önüne geçirilmemelidir. (…) yanlış bir anlayışın tesirinde kalan bazı kesimler -mâalesef- bazı kılık ve kıyafetler karşısında, kelimelerle ifade edilemeyecek ölçülerde tahrik olmaktadırlar. Dini bilmeyen kimseleri tahrik etmeme, dinde çok önemli bir esastır. (…) Netice itibarıyla; usûle ait meselelerin anlatılması ve hayatın her ünitesine girilip, imanla gönüllerin itmi’nâna kavuşturulmasına şiddetle ihtiyaç duyulduğu günümüzde, yukarıda arzettiğimiz ölçüler içinde, usûl sayılmayan meselelerde takılıp kalmak, bırakın inanmayanları, inanan insanların bile cephe almasına vesile olabilir. Onun için günümüz şartlarını idrak edip realitelere sırtımızı dönmeden, İslâmî hakikatleri anlama, yaşama ve anlatma zorunda olduğumuzu bir kere daha hatırlama mecburiyetindeyiz.

http://tr.fgulen.com/content/view/11665/3/

Bizzat tecrübe ettiğimiz “buz gibi” hakikât, cemaate bağlı kızların Fethullah Gülen’in bu yönlendirmeleriyle, okullarda, hastanelerde, devlet dairelerinde, hatta bir devlet memurunun eşi ise her yerde toplu halde başlarını açmış oldukları gerçeğidir.

Cemaatin ve hocaefendinin bu konuda müntesiblerine müdahale etmediği, bu konuyu insanların vicdanına bıraktığı hilaf-ı hakîkâttir. Bunu iddia edenler gerçeği inkâr etmektedirler.

Ne olursa olsun, hakîkâti inkâr için cemaatin istihsal edip müntesiblerine sunduğu argümanları buradan okuyabilirsiniz.

Başka bir misale geçelim…

Bugün cemaatin sözcülüğünü yapanlar, kendi mensuplarının, hakikati inkâr noktasında “cemaatin kollektif zihin yapısını” içselleştirdiklerinden o kadar eminler ki propagandayı “ötekilere” yapıyorlar. Sanki cemaat mahiyeti yalnız kendileri tarafından bilinen, sadece belli kimselerin erişebildiği yüksek güvenlikli bir kasada saklanan bir şeymiş gibi her itiraza, “hayır siz bilmiyorsunuz, cemaat böyle değil, bu iftiradır” diye cevap verirken son 35-40 senede bu toplumda yaşayan milyonların cemaatle doğrudan temas ettiğini, cemaatin yaptıklarına az veya çok maruz kaldığını gözardı ediyorlar.

Bunun en bariz, biraz da gülünç misali, hocaefendinin avukatı vasıtasıyla yaptığı açıklama. Bu açıklama “hakîkâtin alenen inkârının” cemaatin en tepesinde bile itiyad halini aldığını, açıkça hilaf-ı hakikat olan bir şeyin söylenmesinde mahzur görülmediğini göstermektedir:

Müvekkilimin kamuoyuna bizzat defaatle açıkladığı üzere, kendisi herhangi bir isim ya da nam altında hiçbir cemaatin lideri olmayıp, bu türden faaliyetlerin içerisinde de değildir. (…)

Müvekkilim 01 Mart 2001 tarihli Radikal gazetesinde 8. sayfada yayınlanan yazıda, cemaat kelimesinin daha ziyade dini topluluklar için kullanıldığını, oysa kendisinin hizmet fikriyle yola çıktığını, farklı düşünceden insanlarla diyalogda bulunduğunu, insanları iyiye ve doğruya teşvik ettiğini, dolayısıyla her hangi bir hareketin veya dini cemaatin lideri olmadığını belirtmiştir. (http://tr.fgulen.com/content/view/21847/6/)

Son otuz-kırk senedir bu ülkenin evladı bir çok ortaokul öğrencisi, götürüldükleri “ışık evlerinde” gerçek isimleri yerine kod isimler kullanan “abilerin” telkinleriyle bir tür gizli örgüt elemanı gibi çalışmaya yönlendirildi.

Metodu tartışmalı bir tebliğ kılıfı altında, kendi sınıf arkadaşlarına bilgisayar oyunlu, karate filmli, ders çalışmalı, halı sahalı, maklubeli tuzaklar kurmaya teşvik edildi insanlar. Cemaate adam kazandırmak için ince ince tasarlanmış, uzun vadeli planlarda şuurlu yahut şuursuz rol aldı yüzbinler.

Işık evlerine düzensiz zaman aralıklarında teker teker girip çıkmak gibi, temas edilen herkesle ilgili ayrıntılı fişlemeler yapmak, insanları beş puanlık bir skalada puanlamak gibi, toplantılarda cep telefonlarının pillerini çıkartıp masa üstüne koymak gibi, telefon görüşmelerini önceden belirlenmiş şifreli kelimeler üzerinden yapmak gibi, tedbir adı altında başvurulan “istihbarata karşı koyma yöntemlerinin”, dini bir cemaate değil ancak bir gizli örgüte ait olabileceği gerçeğini kollektif cemaat zihni inkâr edebilir ama bunu doğrudan tecrübe eden yüzbinlerin zihninden çıkarıp atamaz kimse.

Cemaatin sözcüleri devlete herhangi bir “sızma” girişimlerinin asla olmadığını, olamayacağını haykırırken, ışık evlerinde abilerin askeri liselere, polis akademisine giriş sınavlarına “hazırladıkları” onbinlerin bu “alenî yalanlar karşısında” ne hissettiklerini düşünüyorlar mı acaba?

İnancımız müsaade etmez, biz asla yalan söylemez, asla takiyye yapmayız” derken askeriyede, poliste, MİT’te karısını başını açmaya, hatta dekolte giymeye zorlayan, kendini belli etmemek için alkollü içki içen “hizmet erlerinin” dine mi karanlık bir gizli örgüte mi hizmet ettikleri konusunda kafaları berrak olabilir ama o cemaat çemberi içindekilerin vaziyetlerini birinci elden bilen anne-babalarını, kardeşlerini, arkadaşlarını ne yapacağız?

Soruları çalmak mı? Asla böyle bir şey olamaz!” diye ortaya çıkanlar bu iddiaların cemaati yıpratmak için düşmanlar tarafından uydurulmuş iftiralar olduğuna kendilerini ikna etmiş olabilirler ama hakikaten evlerde, dershanelerde sınavdan bir-iki gün önce o sorular ellerine verilmiş öğrencileri ve vaziyetten haberdar olan yakınlarını ne yapacağız?

Paralel devlet mi? Asla kabul edilemez! Kimse çıkarsınlar ortaya suçunun cezasını çeksin!” diye suret-i haktan görünenlerin inandırıcı olabilmesi için, “Böyle bir niyet yoksa bunca senedir, evlerde dershanelerde devlet dairelerindeki kritik pozisyonlara yönlendirilen on binlerce, yüz binlerce insanla boşuna mı uğraştınız? Ağlaya ağlaya başını açmak zorunda bıraktığınız kızların psikolojik yükünü boşuna mı çektiniz? Tüm bu çaba, bu insanların maaşlarından kesilecek yüzde onbeş para için miydi?” sorusuna cevap verilmeli değil mi?

Misalleri arttırmak mümkün ama sanırım anlatmak istediğim anlaşılmıştır.

Son olarak hakikatin başka türlü bir inkârından bahsetmek istiyorum.

Cemaati zor vaziyete düşürecek, çok açık, reddedilemez, inkâr edilemez bir takım deliller ortaya çıktığında, cemaat mensupları bunların, cemaatin içinde hasbelkader yer almış bazı kimselerin kişisel hataları olduğunu ve bu hataların cemaate fatura edilemeyeceğini ileri sürüyorlar.

Ne kadar sıkı bir hiyerarşiyle örgütlemiş, idarecileriyle, müfettişleriyle, rotasyonlarıyla, tayinleriyle son derece iyi organize olmuş olsa da, bu kadar kalabalık bir cemaatin içinde, liderden habersiz, münferit bazı hataların olması tabi ki muhtemeldir ve anlaşılabilir. Ancak bu durumda o hatayı yapanların ikaz edilmesi, hareketlerini düzeltmezlerse cemaatten uzaklaştırılmaları beklenir. Eğer bu yapılmıyorsa cemaat bu yapılanları kurumsal olarak destekleme pozisyonuna girmiş sayılır ve artık bu hatalar “münferit” sayılamaz.

Mesela “Gayrikanuni telefon dinlemeleriyle bizim hiçbir ilgimiz yok. Kim dinliyorsa suçludur ve cezalandırılmalıdır. Bunu yapanların yanlışlarının faturası cemaate kesilemez.” argümanı, bu kayıtları savunan, yayan ve cemaatle irtibatını saklamayan kişiler, cemaatin yayın organlarında boy göstermeye, iddialarını cemaatin yayın organlarından yaymaya devam ediyorsa geçersiz olur.

Tabi “hakîkâti inkâr” noktasında olan, “acabası” olmayan, “yanılıyor olabilir miyim” sorusu aklının köşesinden geçmeyenler için tüm bu söylediklerim bir şey ifade etmeyecektir.

Vaziyet böyleyse baştaki ikazı kendim için tekrarlayayım:

“İnkârın gücünü asla küçümseme!”

Matrix Bilmecesinin Cevabı Üzerine

Matrix serisi, üçüncü bölümüyle son buldu. Önceki bölümlerden farklı olarak bu kez havalarda mânâsız tenkid denemeleri uçuşmuyor. Matrix’in insanın zihnini adeta mıncıklayan, kışkırtan kurgusu bu sefer seyircileri şaşkın bırakmışa benziyor. Sanki bir şey yahut birçok şey havada kalmış gibi görünüyor.

İşin doğrusu ilk seyredişimizde serinin sonu bizim için de sürpriz olmuştu. Hollywood kalıplarına, Amerikan sinemasının klişelerine bakarak izah etmekle zorlanacağımız bir sonla karşılaştık. İnsanlığın ümidi, “mesih” nasıl olduysa serinin başından beri mücadele verdiği, yok etmeye çalıştığı makinelere teslim olmakla kalmıyor, makineleri tehdit eden bir unsuru (Smith) onlara teslim etmek ve seyircileri hayal kırıklığına uğratmak pahasına, her yanı mağlubiyet kokan sahte bir barışa imza atıyordu.

Filmdeki kurgunun bir alegori olduğunu, sembolik olarak anlatılmak istenen bir şeylerin olduğunu sanırım alelâde bir kung-fu filmi seyretmediğinin farkında olan herkes teslim edecektir. Peki ama nedir bu sembolizm? Anlatılmak istenen nedir? Bu sorulara cevap verirken iki türlü yol tutulabilir: ya filmi kendi içinde manalı ve tutarlı ama birbirlerinden bağımsız alegorilerden müteşekkil sayacağız, yahut filmin bütününde işlenmiş tek bir alegorinin izlerini süreceğiz. Birinci yol tabi ki kolay bir seçim olacaktır. Bu yolu seçenlerin filmdeki sahnelerin zihinlerde husule getirdiği tedâilere, bir bütünün içinde yer arama zahmetine girmelerine gerek kalmayacaktır. Nitekim filmle ilgili yazan, konuşan kimselerin birçoğunun bu yolu tuttuğuna şahit olduk. Fili tarif eden körler hikayesinde olduğu gibi, kimi “aslında kaşık yok” cümlesinin geçtiği sahneye bakıp tasavvuftan bahsetti, kimisi Neo’nun rüyalarına, “mimar”ın ışıktan kapısına, sezgiyle aydınlanmanın anlatıldığı sahnelere bakıp gnostisizmden. Film serisi tamamlanana kadar bu yaklaşımları mazur görmek mümkündü. Zira bütünü görmek mümkün değildi. Ama şimdi hikayenin anlatımı tamamlandı. Artık tahlilden terkibe uzanmanın vaktidir. Önce “Matrix nedir?” sorusuna verdiğimiz cevabı, sonra da filmdeki diğer sembollerin tekabül ettiği gerçeklikler üzerine düşüncelerimizi aktaralım.

Nedir bu Matrix?

Üçüncü filmi seyrettikten sonra Matrix’in ne olduğuna dair yapmış olduğumuz akıl yürütmelerinin birer birer boşa çıktığını gördük. Serinin bitişi, filmi, “neo-gnostisizm” propagandası veya medyanın modern dünyayı getirdiği noktanın post modern tenkidi olarak basitçe izah etmemize imkân tanımıyordu. Önümüzde, mevcut yaklaşımlarla izahı mümkün olmayan bir vaziyet belirmişti. Makineler dünyası neden yok edilmemişti? Matrix’in varlığını sürdüreceği bilindiği halde neden zafer kutlamaları yapılmıştı?

Bu kez, sayıları yüzleri aşan Internet’teki tartışma grupları bize bir cevap vermekten çok uzaktı. Yardımımıza yaklaşık bir senedir külliyatını okuduğumuz büyük muharririmiz Peyami Safa’nın satırları yetişti. Üstadın “20.Asır, Avrupa ve Biz” adıyla bir araya getirilen makalelerinden birindeki şu satırlar zihnimizdeki ilk kıvılcımları yaktı:

Makine medeniyetinin aleyhinde şerefli bir kafile toplanmıştır. Wagner’den ve Nietzsche’den başlayınız, Fransa’da Georges Duhamel’e gelinceye kadar, Tagore’yi bir yana ayırınız, bu kafile içinde pek çok Avrupalı sanatkâr ve filozof sayabilirsiniz: Rathenau, Keyserling, Thomas Mann, Spengler, Huizinga… Bunların ve daha nicelerinin iddialarını şöyle hülâsa edebiliriz:

İktidarın herhangi bir şekline, herhangi bir rejime, herhangi bir içtimaî sınıfa değil, makineleşmeğe isyan etmek lâzımdır. Derdin başı orada. Çünkü endüstrileşmenin bu derecesi, insan ruhuna karşı işlenen günahların en büyüğüdür. Makine, ruha ait bütün cevherleri tüketerek, insanı iç ve öz hürriyetinden mahrum ediyor. Aklın ve hesabın bu hâkimiyeti serbest fışkırma hamlelerini kaybeden ruhun kanatlarını kırmıştır. Paraya temerküz ettirerek yarattığı sermaye tahakkümüyle çalışan insanların hepsini köleleştiren de, filân içtimaî sınıf değil, tek başına odur: Makine; otomatlaştırıcı, ahmaklaştırıcı, ırgatlaştırıcı makine. (Cumhuriyet, 1939)

Makineler medeniyeti… Ruha ait cevherlerin tüketilmesi… İnsanın hürriyetinden mahrum edilmesi, köleleştirilmesi, ahmaklaştırılması, ırgatlaştırılması… Bu ifadeler, bir arada duran kibrit çöplerinden birinin alev almasıyla hızla fışkırarak birbirine sıçrayan kıvılcımlar misali, zihnimizi aydınlatıverdi. Wachowski kardeşlerin tüm dünyaya sordukları ve yaklaşık dört senedir cevabını aradığımız bilmecenin cevabı bir anda ortaya çıktı:

Matrix

Matrix, emperyalist batının değerler sistemidir.

Bir değer-inanç sistemidir, çünkü sanaldır, maddi bir gerçekliğe doğrudan tekabül etmemektedir. Emperyalist batıya aittir çünkü içine hapsettiği insanları sömürmekte, “pile” çevirmektedir.

Bu kibritin tutuşturduğu diğer kibritlere gelince…

Makineler

Makineler dünyası, emperyalist batı medeniyetinin maddî, teknolojik, fiziksel varlığı için bir remizdir. Karşı durulmaz, askerî ve teknolojik bir gücü simgelemektedir. Kendi değerler sistemi olan Matrix’i inşâ edenler makinelerdir. Dur durak bilmez bir tekamülün, hiçbir türlü ahlâki hudut tanımayan teknolojik gelişmenin, dizginlerini koparmış bir büyüme hırsının, icabında acımasızca sömürmekten, icabında göz kırpmadan yok etmekten kaçınmayan muharip bir kuvvetin sembolü olan makineler.

Zion

Zion, şuurlu yahut şuursuz olarak batının dayattığı değerler sistemini (Matrix’i) kabul etmeye direnen insanların sembolik yurtlarıdır. Şuurlu olanlar, bir zamanlar Matrix’te bulunmuş olup kendi iradeleriyle Matrix’ten çıkanlar ve Matrix’in ne olduğundan haberdar olanlardır. Şuursuzlar (Zion’da doğan ve Matrix’i tanımayanlar) ise Matrix’e girmek için gerekli donanımdan mahrum olan üçüncü dünya vatandaşlarıdır. Zion, üçüncü dünya ülkeleridir, Afrika’nın, Çin’in, Güney Amerika’nın Rusya’nın kapitalizme direnen kesimleridir. Ama bugün en çok Afganistan dır, Iraktır.

Mimar

Mimar, özellikle Rönesans’tan sonra batının değerler sistemini, materyalizm, pozitivizm, determinizm ve emperyalizm üstüne inşa eden batı filozoflarını simgeler. On dokuz ve yirminci asırlara damgasını vuran ve teknolojik sahaya sığmayıp sosyal-psikolojik sahanın hudutlarına tecavüzde bir mahzur görmeyen mimarlık-mühendislik çabalarını çağrıştırır. Mimarın yaptığı toplum mühendisliğidir ve kendini neredeyse tanrı yerine koymaya kalkıştır.

Kahin ve kurabiyeleri

Kahin batının kanayan vicdanıdır. Matrix’in bir parçası olduğu halde, yapılan zulümleri, işlenen cinayetleri, sömürüyü “gören” ve bu duruma çâre arayan (Mimar’ın kurduğu değerler siteminin dengesini bozmaya çalışan) batılı düşünürleri simgelemektedir. Kahinin gözleri bu yüzden değerlidir. O, sistemin açıklarını, zayıf yanlarını görmektedir.

Tam burada Peyami Safa’nın bu sefer 1951 yılından gelen sesine kulak verelim:

Batı medeniyeti kendi kendinden davacıdır. Ona saldıran fikirlerin hepsi kendi tarihinin mahsulleridir. Bu bir itiraftır, pişmanlıktır, vicdan azabıdır. Ruhçularının diliyle, kendi kendine şöyle diyor:

“Ben tarihin en büyük medeniyetiyim. Hiçbir çağ ve hiçbir kıta, insanları tabiatla mücadelesinde benim kadar zaferlere koşturmadı. Her biri bir Ortaçağ adamını hayretinden boğacak kadar şaşırtıcı teknik mucizelerim insan tarihinde eşsizdir. Fakat neye yarar? En ileri asrımda bu mucizeler, birbirinin peşi sıra iki dünya harbi doğurdu, üçüncüsünü hazırlıyor. İnsanın manevî köklerini kuruttu. Bugün kıymet ideallerim buhran içindedir. Nefes alamıyorum. Bütün keşiflerim birer intihar silâhı halini aldı ve beni ölüme çağırıyor. Ruhum bu dar makine cenderesi içinde bunalıyor ve yeni iman kadroları arıyor. Tıkanmak üzereyim.”

Batı medeniyeti, sosyalistlerin diliyle, kendi kendine şöyle diyor:

“İnsanı tabiatın zulümlerinden kurtardı /fakat insanın zulümlerinden kurtaramadım. Gökyüzünü ve toprağı yendim, fakat içtimaî adaletsizliği ortadan kaldıramadım, çalışanla çalıştıran arasındaki âdil muvazeneyi kuramadım. Yaptığım endüstri inkılâbı insanı makineye ve onun sahibi olan sermayeye esir etti. Mülkiyeti iyi dağıtamadım. Bu haksızlıklar benim içtimaî metabolizma muvazenemi altüst etti. Yıkılmak üzereyim.”

Batı medeniyeti, komünistlerinin diliyle, kendi kendine şöyle diyor:

“Ortaçağdan kalan her şeyi tasfiye ettim. Fakat mülkiyeti ortadan kaldıramadım. Bilakis, buharı keşfettikten sonra, mülkiyetin imtiyazlı bir sınıf elinde daha büyük bir istismar vasıtası olmasına meydan verdim. Şimdi kendi sosyal düzenimin kökünü kendi elimle kazımak için, varlığımın gayesini yokluğumda arayacak kadar tezat içindeyim. Selâmetimi ölüp yeniden doğmakta buluyorum.”

(Ulus, 20 Ocak 1951)

Kâhin sembolünün gerçek hayatta tekabül ettiği kimselerin en güzel örneği Karl Marx’tır. Batının göbeğinde yaşadığı ve batı kaynaklarından beslendiği halde, batıyı, emperyalizmi, kapitalizmi şiddetle tenkid etmekte, onun “dengesini” bozacak komplolar, fikirler, ideolojiler (kurabiyeler) üretmektedir. Üstelik bir kahine yaraşır şekilde Matrix’in (kapitalist batının) istikbali ile alâkalı kehanetlerde de bulunmaktadır.

Seraph

Kahinin Matrix’teki güçlü koruyucusu Seraph, demokrasidir. Batının içinde olduğu halde batıyı böylesine şiddetle tenkid eden mütefekkirler, kendilerine tanınan hayat alanını, demokrasiye borçludurlar.

Merovingian

Merovingian, batı medeniyetinde sessizce yer altına inen iktidarın sahiplerinin yahut medeniyetinin temel yapıtaşlarından olan Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe yaptığı atıflarla kendine bir hakimiyet alanı açan seçkinlerin filmde tecessüm etmiş halidir. Kutsal kâsenin (holy grail) ve kutsal kanın (Hz. İsa’nın kanının) taşıyıcıları olmakla üstünlük iddiasında bulunan bu kimselerin teşkil ettiği ezoterik müesseseleri (Order de Sion?), kendilerine benzer müesseseler vasıtasıyla bağladıkları insanları (trenci), muhafız olarak ve müdahale gücü olarak kullandıkları grupları (tapınak şövalyeleri) ve Matrix ile dış dünya arasındaki alışverişi kontrol edişlerini, Merovingian karakteri etrafında müşahede ediyoruz. Bilgiyi kontrol eden ve onun üzerinde güç elde eden bu karakterin ismini, şu an ki Amerika başkanının ismiyle beraber Internet’teki arama motorlarına verince elde edilen sonuçların ne kadar ilgi çekici olduğunu deneyerek görmek mümkündür.

Trinity

Kelime manası olarak “teslis” manasına gelen Trinity, dini ve ilâhi aşkı sembolize ediyor. En zor anlarında Neo’ya direnme ve mücadele etme gücünü veren hatta onu dirilten dini ve aşkı.

Smith

Filmin bu en renkli siması neyi sembolize ediyor? Bir zamanlar Matrix’in ajanı olan, Matrix’in düşmanlarıyla mücadelesi esnasında değişime uğrayan ve kontrolden çıkan, nihayet çok güçlenerek hem Matrix’i hem Zion’u hem de makineler dünyasını tehdit eder hâle gelen Smith’in hayattaki karşılığı nedir?

Smith’in bugünün dünyasındaki karşılığı genelde “terörizm”, çok daha özelde Amerika’nın terörist olmakla suçladığı Arap-Afgan savaşçılardır. İlk başta Matrix’in ve dolayısıyla makinelerin (Amerika’nın) kontrolünde makineler dünyasını tehdit eden tehlikeye (komünist Rusya’ya) karşı (Afganistan’da) savaşmak üzere var olan bir programdı Smith (Afgan mücahitler). Sadece maddi açıdan değil her açıdan destekleniyorlardı o zamanlar. Amerikan sinema endüstrisi, yapılan işin propagandasını yapmak için film bile üretmişti. Rambo 3 filminde Afgan mücahidlerin yardımına koşan Amerikan komandosunun heyecanlı macerasını tüm dünya seyretmiş ve alkışlamıştı. Zamanla maksat hasıl oldu. Potansiyel tehlike ortadan kalktı (komünist Rusya yıkıldı) ve artık Smith’e gerek kalmadı. Amaçsız kalan programların silinmesi vakti gelmişti. İşte işlerin istikametinin değişmeye başladığı zaman bu zamandı. Smith (Ladin) kontrolden çıktı ve “sisteme” zarar vermeye başladı. Bir yandan da hızla yayılıyor (Smith’in kendini kopyalaması) ve çevresinde kendi ile aynı istikamette düşünen kalabalıklar topluyordu. Smith’ler öldürmekle tükenmiyordu. Belki de Matrix’i yeniden başlatmanın zamanı çoktan gelmişti!

Neo

Matrix serisinin üzerine en çok yoğunlaştığı karakter olan Neo, anlatılan alegorik hikayenin en iyi işlenmiş parçasıdır bizce. Önce Matrix’ten şüphelenen, Trinity (yani din) ile tanışan, Matrix’ten uzaklaşıp mücadele vermeye başlayan, ardından Kahin (yani batının çözüm arayan vicdanı) ile tanışıp onun kurabiyelerinin (yani batı içinden batıya karşı üretilen ideolojilerin) tadına bakan, sonra kahinden de kurabiyelerinden de şüpheye düşen ve en sonunda gözlerini ve Trinity’sini (yani dinini) kaybederek o zamana kadar mücadele verdiği karanlık makineler dünyasını ışıktan yapılmış görüp teslim olan sahte Mesih: Neo. Matrix’in yani sömürünün devamına razı olan Neo. Düşmanının düşmanını etkisiz hale getirmesi karşılığı kendine lütfedilen sahte “barışa” ve “kurtarıcılığa” evet diyen Neo!..

Neo’nun dünyamızda tekabül ettiği kimseler pek iyi bilinirler. Onlar değişik Matrix versiyonlarının değişik Neo’larıdır. Adları Muammer Kaddafi’dir, Saddam Hüseyin’dir, Habib Burgiba’dır, Ahmet Bokassa’dır, Rıza Pehlevi’dir. Güya ülkelerini yok etmeye yahut sömürmeye gelen makinelerle (emperyalist batı devletleriyle) ve onları üzerlerine sevk eden değerler sistemiyle (Matrix’le) savaşmışlar, hatta güya onları yenmişlerdir. Ama zaferleri Neo’nun uydurma zaferine benzer. Makineler dünyasının (batının) gerçek muhaliflerini boğazlamak, batıya yönelen gerçek tehdidi onların yerine ezmek karşılığında ülkelerinin kurtarıcısı ilan edilmişlerdir. Düne kadar savaşır göründükleri bütün değerleri, ülkelerinde bizzat kendileri zorla yerleştirmişlerdir. Makinelerin pis işlerini yapmak ve Matrix’i ülkelerinde kurup enerji hatlarını makineler şehrine enerji pompalar hâle getirmek karşılığında, ülkelerinin sahte tanrıları haline getirilmişlerdir. Kendi insanlarının beyinlerini, kendi elleriyle yatırdıkları Matrix küvetlerinde yıkamışlardır. Öyle yıkamışlardır ki, halkları bunların nasıl olup da düne kadar düşmanı göründükleri makineler dünyasının azad kabul etmez köleleri haline geldiklerini ve neden kendilerine böylesi zulmettiklerini sorgulayamaz haline gelmişlerdir.

Bütün bu anlatılanlar, mimarın zalim kurgusundaki zaferin ve zavallı Zion’un felaketinin hazin hikayesidir.

Salih Cenap Baydar
10 Aralık 2003