Dijital Yerliler ve Dijital Göçmenler

Dijital Yerliler ve Dijital Göçmenler

1999 yılında, yeni bir asrın eşiğinde, Matrix filmi vizyona girmiş ve gündemimizi haylice meşgul etmişti. Kimine göre vurdulu kırdılı Hollywood filmlerinin etkileyici bir örneği, kimine göre subliminal gnostik/mesiyanik mesajlar içeren tehlikeli bir eser, kimine göre içinde tasavvufi mesajlar bulunabilecek ilginç bir sinema filmiydi Matrix. Üzerinde çok şey yazılıp çizildi ama Matrix’in birkaç yıl sonra hepimizi içine alacak “sosyal medya” ile ilgili müthiş bir kehanet olduğunu kimsecikler tahmin edemedi.

matrix-reality-disconnect-from-itBütün şöhretine rağmen filmi seyretmemiş olanlar için özetleyelim. Kahramanımız Thomas Anderson huzursuz bir “hacker”, yani -bu kelimeye o günlerde bulunan karşılıkla ifade edersek- bilgisayar korsanıdır. Kendisine ulaşan kanun dışı bir grubun yöneticisi olan Morpheus ona “gerçek” bir hayat sürmediğini, bütün yaşadıklarının sadece zihninde tetiklenen elektriksel etkileşimlerden ibaret olduğunu, gerçekte bir küvette bir tür koma halinde yatarken makinelere ihtiyaç duydukları enerjiyi sağlayan bir tür “pil” olarak kullanıldığını anlatır ve gösterir. Bunun üzerine Morpheus’un ekibine katılmaya karar veren kahramanımızın yeni hedefi, kendisi gibi farkında olmadan köleleştirilen, sömürülen ve an be an takip edilen insanları kurtarmak haline gelir.

Bugün birçok insan için hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelen Facebook bu filmden sadece beş sene sonra 2004’te kuruldu. 2006’da genel kullanıma açıldı. Facebook, filmde tasvir edilen “Matrix” ile müthiş benzerlikler taşıyordu.

fb-matrixDaha önce de bir takım sosyal medya mecraları vardı ama bu yeni “toprakların” geniş kitlelerce asıl keşfi facebook ile oldu denilebilir. Yeni teknolojilere adapte olmakta zorluk çekmeyen gençler hızla bu yeni mecrada yerlerini almaya başladılar. Arkadaşlıklar, şakalaşmalar, aşklar, fikir kavgaları hatta “dürtmeler” olanca hızıyla gerçek dünyadan sanal dünyalara taşınmaya başlandı. Onları önce mütereddit orta yaşlılar, sonra torunlarının yardımıyla meraklı ihtiyarlarlar takip etti.

İnsanlar hayatlarını -hem de gönüllü olarak- yavaş yavaş Facebook Matrix’ine taşıyorlardı.

Gerçekten sanala, şimdiye kadar benzeri görülmemiş çapta ve hızda bir göç hareketi başlamıştı. Sanal dünyanın cansız silisyum damarları “sosyalleşme” aşısıyla canlanıyordu. Bu yeni dünyanın bu zamana kadar göç edilen topraklardan farkı, kaşiflerinin değil ama mucitlerinin olmasıydı. Bir avuç mucidin yanısıra ilk “yerleşimciler”, bir müddet sonra “yerli” muamelesi görmeye başlayacaklardı.

Western filmlerinde resmedilen kanunsuz “vahşi batıdan” çok daha “vahşi”, çok daha “kuralsız”, çok daha “acımasız” bir mecraydı bu yeni mecra. İnsanların ardlarında bıraktıkları gerçekliğin hemen hiçbir kuralı bu alemde geçerli değildi. Bu yeni “topraklarda” temel adab-ı muaşeret kurallarına uymak şöyle dursun, çocuk pornosundan, kiralık katil tutmaya, bomba imalatından uyuşturucu satışına kadar her şey yapılabiliyordu.

agent_smith_by_tep0senMatrix filminin yapımcıları olan Wachowski Biraderlerin “Ajan Smith” ismiyle müşahhas hale getirdikleri karakterle de hiç geç olmadan tanıştık. Onlar da işin devlet ve güvenlik tarafında duruyorlar, gizliden gizliye sanal dünyanın tüm sakinlerini izliyorlar, bu zamana kadar en kudretli krallara, tiranlara, diktatörlere bile nasip olmamış bir gücü avuçlarında tutuyorlardı.

Filmdeki esas unsur olan, insanların içinde uyutuldukları sanal mecrada sömürülmelerinin de sosyal medya zeminindeki karşılığı aşikârdı: sosyal medya siteleri bizlerden para istemiyor oldukları halde dünyanın en büyük kârlarını elde ediyorlardı. Sanal çağın, dijital düzenin “aforizması” ortaya çıkmıştı:

“Eğer ürün için bir ödeme yapmıyorsan, o zaman üzerinden kâr edilen ürün bizzat sensin demektir.”

* * *

facebookFacebook bizim Matrix’imiz. Öylesine renkli, canlı, hareketli bir sanal gerçeklik ki bu, ondan mahrum geçirdiğimiz saatlerde kendimizi -bu filme de ilham veren- Jean Baudrillard’ın deyimiyle “gerçekliğin çölünde” hissediyoruz.

Gelişen teknolojinin insanların ceplerine yerleştirdiği, bir zamanların casusuluk filmlerinde bile fantezi sayılan dijital kameralar, dünyamızda yaşanan kanlı savaşların en acı enstantanelerini sosyal medya vasıtasıyla evlerimizin içine kadar taşıyor. Şiddetin pornografisi en muhafazakâr hayatları bile ucundan köşesinden işgal emeye başlıyor. Yanmış bedenler, kopmuş vücut parçaları, hatta kafa kesme videoları, zihnimizle “sörf yaparken” sağımızda solumuzda “görüverdiğimiz” alelâde manzaralara dönüşüyor.

Normal hayatta asla sosyalleşemeyeceğimiz, fiziken bir arada bulunmayacağımız gerçek insanların sanal âlemdeki versiyonlarıyla zihnen bir araya gelip, kâh dost kâh düşman oluyoruz.

İsimlerimizin başına T.C. yazarak, siyasilerin birbirleriyle çelişen sözlerinin yanyana koyup yayınlayarak, ya da profil resmimizi değiştirerek büyük bir siyasi mücadelenin bayraktarlığını yaptığımıza inandırıyoruz kendimizi.

Meşhur bir simânın yanına yazılmış uydurma lafları beğenip paylaşarak kültüre/irfana kendi “naçizâne” katkımızı yaptığımızı, sanal dünyadaki arkadaşlarımıza derin mesajlar verdiğimizi düşünüp mutlu oluyoruz.

Tamamen uydurma bir metni kopyalayıp çoğaltarak hukukî bir görevi yerine getirdiğimize, sırf bunu yaptığımız için “sanal topraklarda” yaptıklarımızdan gerçek hayatta kanunen sorumlu tutulmayacağımıza inanıyoruz.

Bir tekerlekli sandalye yahut ameliyat masasında yatan bir çocuk resminin yanına yazılmış sözlerin doğruluğuna hiç şüphesiz inanıp o mesajı paylaşarak bir çocuğa tekerlekli sandalye kazandırdığımızı sanıyoruz.

“Peygamber efendimizin ayak izini kaç kişi beğenir” ya da “kahraman komandomuzun resmini paylaş hainler çatlasın” türünden kâh aptalca, kâh artniyetli provakasyonların gönüllü yayıcıları oluyoruz.

Suriye’de çekilmiş bir savaş fotoğrafını Şırnak’a aitmiş gibi, aslında hiç varolmamış, dijital olarak üretilmiş bir savaş aracı fotoğrafını ülkemizin ürettiği gizli bir silahmış gibi paylaşıyoruz.

Jean Baudrillard’ın “bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin, modeller aracılığıyla türetilmesi” şeklinde tanımladığı “hipergerçek” yani simülasyon tam da bu.

Ve biz sosyal medya sakinleri olarak -tıpkı Matrix sakinleri gibi- bir hipergerçeklikte yaşıyoruz.

* * *

TwitterSanal dünya her geçen gün genişliyor ve gerçek dünyadan mütemadiyen göç alıyor. Gerçek dünyadan neredeyse tamamen elini ayağını çekip sosyal medyada yaşamaya başlayan insan sayısı azımsanamayacak kadar artmış vaziyette. Sosyal medya denilen yeni mecraya neredeyse o mecrayı icad edenlerle eş zamanlı olarak taşındık denilebilir. 2015 yılında ülkemiz nüfusunun neredeyse yarısının Facebook kullanıcısı olduğu açıklandı. Daha 2011 yılında Twitter’da en çok kullanıcısı olan beşinci ülke olmuştuk bile.

Bu yeni mecraların, bu acayip sanal toprakların yeni bir dili, yeni kuralları, yeni problemleri var. Asırlardır süren inkırazın çocukları olarak nasıl sanayi devriminin getirdiği yeniliklere intibak sıkıntısı yaşadıysak, dijital devrim karşısında da elimiz ayağımız birbirine dolaşıyor.

Yaşadığımız süreç pasif ama yoğun bir maruz kalma şeklinde tezahür ediyor. Üretemediğimiz, doğru düzgün katkı sağlayamadığımız ama öte yandan uzak da kalamadığımız teknolojiye çoğunlukla sadece “maruz” kalıyoruz. Böyle olunca da, tam kavrayamadığımız, elimize bir haritasını geçiremediğimiz dijital sularda avare avare dolaşmaktan, itilip kakılmaktan kurtulamıyoruz. Bunun yanında kuralları henüz teşekkül eden sanal dünyada “haydutluk” yapmaktan da geri duramıyoruz. Sosyal medya uzmanı denildiğinde Facebook için sahte “like”, Twitter için sahte “bot” hesapları satan kimselerin akla geldiği başka ülke var mıdır bilmiyorum.

Sosyal medyayı çok hızlı haber alınacak, tepki geliştirilecek yahut geniş kitlelerin yönelişlerini anlamak üzere analiz edilecek yeni bir sanal hayat sahası gibi değil, manipüle edilecek, karıştırılacak, istismar edilecek bir mecra gibi anlıyoruz.

Big DataTeknoloji üreticilerinin sosyal medyada üretilen devasa veriyi analiz edebilmek için boğuştukları “big data” konseptiyle henüz dedikodu seviyesinde alâkadar oluyoruz.

Yeni sanal topraklara diğer ülkelerin insanları gibi yerleşemiyoruz. Sanal dünyanın illegal, işsiz, niteliksiz ve yaramaz göçmenleriyiz sanki. Halbuki bu yeni dünyada şerefimizle, haysiyetimizle, özgül ağırlığımızla var olmak gibi bir derdimiz olmalıydı.

Zararın neresinden dönülse kârdır diyerek derhâl işe koyulmamız gerekiyor. Bu alemde “zaman”, bildiğimiz tüm konvansiyonel topraklardakinden daha hızlı akıyor. Sanal alemde hukukumuzu oluşturmak ve işletmek atılacak adımlardan ilki sayılmalı. Tüketici pozisyonundan kendimizi çıkartamadığımız müddetçe bu “Matrix’e” enerji sağlayan bir bataryadan öte fonksiyonumuz olamayacağı ortada. Bu şekilde “büyük biraderin” tarassuttundan âzâde olamayacağımız da aşikâr. Bu noktadan hareketle kendi “milli” alternatif sosyal medyalarımızı oluşturmak için stratejiler üretmek mecburiyetindeyiz.

Dijital dünyada iletişim etiğimizi oluşturmak hatta bu konunun dinî vechesini dahî ihmal etmemek de diğer mühim bir husus. Belki de daha hiç gecikmeden bir “internet ilmihali” üretmemiz lazım. Ferdlerin ahlaki terbiyesi için sanal irfan merkezleri, “dijital seyr-i sülûklar” tasarlamamız lazım. Sahih kaynaklara -ikinci üçüncü elden değil- doğrudan erişim imkânı ile mücehhez, yeni toprakların dilinden ve usullerinden haberdar “internet vaizleri” yetiştirmemiz lazım.

Sanal topraklar zihinlerin birbiriyle doğrudan etkileşime geçtiği bir zemin. O yüzden toplumların asırlara yayılan zihinsel ve duygusal değişimleri artık çok daha kısa süreler içerisinde yaşanabilir hale geliyor. Tarihin görmediği hızda dönüşümlere kapı açan bu vaziyet aynı anda hem büyük bir tehdit oluşturuyor hem müthiş bir fırsat sunuyor. Eğer bu fırsatı kullanabilirsek belki kaçırdığımızı sandığımız trenleri yeniden yakalama imkânını bulabiliriz.

Atalar “insan düştüğü yerden ayağa kalkar” demişler ama idrak ettiğimiz bu “acayip zamanlarda” belki işler biraz değişmiş olabilir. Belki gerçek hayatta düştüğümüz yerden bu sefer sanal topraklarda ayağa kalkabiliriz. Kim bilir!


Bu yazı Hece Dergisi’nin “DİJİTAL/SAYISAL KÜLTÜR ÖZEL SAYISI’nda yayınlanmıştır.

Mutluluk

Mutluluk

İnsan psikolojisi, bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bizim için hâlâ kocaman bir muamma. Bütün hayat kalitemizi etkileyen ruh halimiz neye göre şekilleniyor? Neden bazılarımız kolayca mutlu olabiliyor da, bazılarımız neredeyse sürekli depresif hissediyor gibi sorulara bir türlü tatmin edici bir cevap bulamıyoruz. Ruh halimize tesir eden bir takım biyolojik, kimyasal, hormonal boyutlar keşfettik ama bu keşifler -cevaplar sağlamaktan ziyade- yeni sorular üretti:

Hislerimizi kontrol eden hormonlar neye göre salgılanıyor?

Bağırsaklarımızdaki bakterilerin kendimizi huzurlu yahu heyecanlı hissetmemizle ne alakası var?

İnsan psikolojisi, kısmen de olsa genetik olarak belirleniyor olabilir mi?

Neden bazı günler yataktan dünyanın en meyus insanı olarak kalkarken bazı günlere neşeli kelebekler gibi uyanıyoruz?

Dış etkenlerin, yaşadığımız hayatın, tecrübelerimizin, sahip olduklarımızın ve olamadıklarımızın psikolojimiz üzerine etkileri ne kadar?

Kendi gözlemlerimizle de görebileceğimiz üzere oldukça yoksul ama mutlu hayatlar yaşayanlar olduğu gibi adeta depresyon ilaçlarıyla beslenmeye mecbur kalan zenginler var.

Kapitalizm, bilinç altlarımıza, mutlu olmak için elde ettiklerimizde daha fazlasına sahip olmamız gerektiğini işleyip dursa da son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar bunun pek de doğru olmadığını ortaya koyuyor.

Barbara Lee FredricksonNorth Carolina at Chapel Hill üniversitesinin psikoloji sahasında meşhur profesörü Barbara Lee Fredrickson, 2013 yılında mutlulukla genler arasındaki ilişkiye dair bulgularını Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America isimli dergide yayınladı.

Fredrickson, California Üniversitesinden bir grup doktor, psikiyatr ve davranışsal bilim uzmanı ile birlikte çalışarak oldukça enteresan sonuçlara ulaşmıştı.

İnsanın kendisinin iyi hissetmesinin, mutlu olmasının iki basit formu yahut formülü olduğu zaten bilinen bir konu.

İnsanlar basitçe alarak ya da vererek mutlu oluyorlar.

Bunlardan ilkine, yani alarak, tüketerek, daha fazlasına sahip olarak, vücudun ihtiyaçlarını, arzularını tatmin ederek ulaşılan mutluluğa “hedonik” iyi olma hali deniyor.

İkinci mutluluk hali ilkinden daha derin. Kişisel isteklerin karşılanmasının ötesinde anlamlı bir hedefe, yüce ve asil bir amaca hizmet etmiş olma neticesi elde edilen mutluluğa ise “eudaimonic” (yudimonik) mutluluk deniliyor.

Almak yerine vermek, yetimlere, muhtaçlara yardım etmek, imkânsızlıklarla savaşan ailelerin çocuklarını okutmak, savaş mağdurlarına barınak sağlamak, susuzluktan kavrulan Afrika’da su kuyuları açtırmak, lösemili çocuklar yahut savaş gazileri için bağışta bulunmak, zalim bir devletin mağdur ettiği çaresiz insanların yanında tankların karşısına dikilmek gibi “fedakârlıklar” insanlara “yudimonik” mutluluk sağlıyor.

Fredrickson ve arkadaşları bu iki tür mutluluğun insan biyolojiisi ve özellikle genleri üzerinde farklı tesirler gösterip göstermediğini merak ettiler.

Hücrelerimizdeki gen ifadelerinin stres, hastalık gibi durumlarda belli bir şekilde oluştuğu biliniyordu. İster hedonik ister yudimonik olsun, bu durumların tersi olan iyilik, mutluluk halinin de moleküler seviyede karşıt tepkileri üretmesi bekenebilir miydi?

Yani alarak ya da vererek olsun mutlu olduğumuzda gen ifadelerimiz aynı şekilde mi teşekkül ediyorlardı?

Araştırmacılar yaklaşık on sene süren çalışmalardan sonra öyle olmadığını tespit ettiler.

Yudimonik, yani yüce bir amaç için fedakârlık neticesi elde edilen mutlulukta, beklendiği gibi, stres ve hastalık durumunda ortaya çıkan gen profilinde azalma tespit edilildi. Ancak hedonik, yani alarak tüketerek elde edilen mutluluk halinde tam tersi bir durum olduğu, vücudun arzuların tatmini neticesi mutlu olduğu anlarda bile genetik seviyede stres ve hastalığa tepki verir gibi hareket ettiği ortaya konuldu.

Hayatımızı bir yüce gaye uğruna yaşamamız, hücrelerimizde bulunan ama kronik stres anlarında aktif olan genleri büyük ölçüde pasifleştiriyor, kısa vadeli tatminlere dayalı mutluluklar ise, tam tersi bir etki yaratarak, romatizma, kalp hastalıklarına kapı aralarken bağışıklık sistemimizi de zayıflatıyor.

dna

Bu perspektiften bakılınca, özellikle sosyal medyada yiyip içtiklerinin fotoğraflarını paylaşanların, tatil yaptıkları kumsallarda, barlarda, restoranlarda, dünyanın turistik mekânlarında “ne kadar mutlu olduklarını” göstermek için poz verenlerin “hedonik” mutluluklarının pek de sağlıklı olduğu söylenemez!

Hayatını fakir çocukların eğitimine, yetim başı okşamaya, hayatta yapayalnız kalmış çaresiz kadınların, ihtiyarların yardımına koşmaya adamış olanları mı sordunuz?

Onlar çok derinden hissettikleri o sağlıklı mutluluk hissini yaşamak için sosyal medyaya ihtiyaç duymuyorlar.


(Bu yazı http://fikircografyasi.com/makale/mutluluk adresinde yayınlanmıştır)

http://www.davinci-institute.org.tr/blog/hucreler-gercek-mutlulugu-hissediyor/

https://www.sciencedaily.com/releases/2013/07/130729192548.htm

https://www.sciencedaily.com/releases/2013/07/130729161952.htm

http://www.positivepsychology.org.uk/pp-theory/eudaimonia/34-the-concept-of-eudaimonic-well-being.html

https://tr.wikipedia.org/wiki/Gen_ifadesi