Dövüş Kulübünde Paralellikler

Dövüş Kulübünde Paralellikler

İki günde iki kitap okudum. Algıda seçicilik dedikleri sanırım böyle bir şey: okuduklarınız zihninizde patikalar oluşturuyor. Her okuduğunuz cümle bir şekilde, az önce okuduklarınızla irtibatlanıyor. Başka zaman olsa dikkat etmeyeceğiniz bazı desenler yakalamaya başlıyorsunuz.

Bir anda okuduğunuz, seyrettiğiniz, dinlediğiniz her şeyde, o sırada beyninizi meşgul eden düşüncenin parçalarını görmeye başlıyorsunuz.

Okuduğum kitaplardan ilki Chuck Palahniuk isimli yazarın, daha sonra çekilen unutulmaz filmiyle iyice şöhret kazanmış “Dövüş Kulübü” isimli romanıydı. Bir şizofreni hastasının ağzından anlatılan müthiş hikâye, hem kapitalizmin insanoğlunu sürüklediği bataklığa dikkat çekiyor hem de kendi zihnimizin bizi aldatma potansiyelini çok sarsıcı bir şekilde ortaya koyuyordu.

FightClub01Romanı okurken, önümüze “basit, küçük hayatlarımızın” nihai gayeleri diye koyulan  “örnek vatandaş hayatının” boşluğunu ve sıkıcılığını anlatan “birkaç yara izim olmadan ölmek istemiyorum” cümlesinin altını çizdim.

Şizofreni hastasının kendi kendisine telkin ettiği “sonsuza kadar yaşamak istiyorsan, ilk adım olarak ölmek zorundasın” cümlesini oldukça dikkat çekici buldum.

Romanda, farkında bile olmadan gizli bir terör örgütü kuran şizofren karakter Tyler Durden’ın “insanların dövüş kulübündeki kimliği gerçek dünyadaki kimliklerinden farklıdır” deyişi çok enteresan geldi.

Yazarın Tyler Durden’a söylettiği, “Güzel ve emsalsiz bir kar tanesi değilsin. Herkes gibi sen de çürüyen o organik maddeden yapılmasın. Hepimiz aynı pürenin parçasıyız. Kültürümüz hepimizi aynı yaptı. Artık kimse gerçek anlamda beyaz ya da siyah, zengin ya da yoksul değil. Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Teker teker hiçbirimiz, hiçbir şey değiliz.” cümlelerini bir kenara not ettim.

fight_club_quote_by_julianmadesomething-d6kp0fmUğrunda yaşama ve ölmeye değer bir gaye arayışının fıtratımızın derinliklerinde var olduğuna inanıyorum. Bu arayışı istismar etmek içi hazırda bekleyen kötü niyetli yahut hasta insanların mevcudiyeti de bu hayatın başka bir gerçeği.

Tüm kırılganlığı ve manipülasyonlara açıklığına rağmen muhkem kaleler sandığımız zihinlerimiz belki de en zayıf noktalarımız. Yumuşak karnımız. Hislerimiz ise bizi mahir kuklacıların parmaklarına bağlayan ipler.

inOkuduğum ikinci kitap, emekli istihbarat daire başkanı Sabri Uzun’un bugünlerde çok tartışılan “İn” isimli kitabıydı.

Sanki dövüş kulübünün ikinci cildine devam ediyormuşum gibi hissettim kendimi.

Bir sürü “sıradan” insana, uğrunda yaşanıp, uğrunda ölünecek bir “gaye-i hayâl” sunan karizmatik bir lider. Kasaba kasaba, şehir şehir, yeraltında örgütlenerek genişleyen örgüt ağı. Üyelere verilen zorlu “ödevler”. Ve kargaşa projesi… Belirlenen yüce hedef uğruna bir yanda “dövüş kulübünün” daha da büyümesi için en fedakârâne hislerle gecesini gündüzüne katıp kendisini adeta parçalayan, bir yanda “dövüş kulübüne” zarar gelmesin diye yalandan iftiraya, şantajdan kumpasa her komploya balıklama dalan “adanmışlar”.

fightclub-jacks-6Tyler Durden Ankara’da, emniyet ve yargı kurumlarında şöyle bir gezinse, eminim birçok polis, savcı ve hâkim ona büyük bir saygı, derin bir sevgi, sonsuz itaat ve teslimiyet hisleriyle dolu gözlerle bakarak “hoşgeldiniz efendim” derlerdi. Ve Durden onlara dövüş kulübünü sorsa, hep bir ağızdan “dövüş kulübünün ilk kuralı” derlerdi, “dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır”.

Twitter: @salihcenap

Yeni Distopyamız: Anarko Kapitalizm

Yeni Distopyamız: Anarko Kapitalizm

Devletin hantallığı, verimsizliği ve zorbalık üretme potansiyeli, sıradan vatandaşların gözünde liberal tezlerin her geçen gün daha çok kabul görmesi neticesini doğuruyor. Devlet kurumlarının ve devleti idare edenlerin sebep olduğu tüm olumsuzluklar, bu konuda zaten hassas olan liberal görüş sahiplerini “anarko kapitalizm”, “liberteryen anarşizm”, “özel mülkiyet anarşizmi”, “piyasa anarşizmi” veya “serbest piyasa anarşizmi” gibi isimler altında daha radikal söylemlere itiyor. Anarko kapitalistlerin yaklaşımı Vikipedi’de şöyle tanımlanıyor:

“Anarko kapitalist toplumda; serbest piyasa işleyişini, toplumsal kurumları, yasa uygulamalarını, güvenliği ve altyapıyı, devlet yerine kâr amaçlı rekabete dayalı şirketlerin, yardım derneklerinin veya gönüllülüğe dayanan birliklerin düzenlemesi öngörülür.”

Anarchocapitalismflag-620x413Kapitalizmi neredeyse bütün hücreleriyle benimseyen bir toplum olma yolunda ilerlediğimiz inkâr edilemez bir gerçek. Televizyonlarımızı açtığımızda bir zamanlar kapitalizmin karşısına dikilmiş ideolojiler de dâhil olmak üzere her türlü “alternatif” dünya görüşü sahiplerinin çoktan teslim bayrağını çektiklerini müşahede ediyoruz.  Sadece teslim bayrağını çekmiş olsalar yine iyi, -bir zamanlar- kutsal gördükleri kendi sembollerine varıncaya dek herşeylerini kapitalist piyasada pazarlama peşinde koşuyorlar.  Kemalist kapitalistler “Atatürk resmi”, “bayrak”, “kalpak”, “Nutuk”, “rozet” satma peşinde. Alevi kapitalistler Hz. Ali’nin “Zülfikar’ını” pazarlıyorlar. İslamcı kapitalistler ise uydurma dua kitaplarından tutun, zemzem suyu katılmış kremlere, misvaktan, çörek otuna kadar dinle ilişkilendirdikleri nesneleri geniş toplum kesimlerine satma derdindeler.

İnsanımız kapitalizmi öyle hızla içselleştiriyor ki, alış veriş merkezleri her kesimden insanın hayatının ayrılmaz bir parçası haline gelirken çok değil on sene önce yapılsa kıyamet koparacak satış kampanyaları artık en ufak bir tepki bile görmüyor.

Maalesef bir yandan da devletin hem yolsuzluk hem haksızlık üretmesinin önüne geçemiyoruz.

Böyle bir vasatta anarko kapitalizm konusunun geniş toplum kesimlerinin gündemine girmemesi enteresan! Keşke günlük siyasi tartışmalar yerine bu gibi meseleler üzerinde dikkatle çalışan ve fikir üreten aydınlarımızın tartışmaları gündemimizde yer bulabilseydi…

Liberallerin, mümkün olan her yerde devletlerin yerine şirketleri ikame etmeyi telkin edişlerine daima şüpheyle baktım. Önceleri sebebini bir garip altıncı hisse atfedebileceğim bu antipati, bilfiil dev bir uluslararası şirkette çalışma tecrübesini yaşadıktan sonra sağlam temellere kavuştu. Hislerimin beni yanıltmadığını görmüş oldum.

İnsanların vücut verdiği bütün kurumlar, özellikle belli büyüklükleri aştıkları andan itibaren birer “yabancılaştırma” merkezi haline geliyorlar. İnsanları her sabah karanlık bir ağız gibi açılan kapılarından yutup, akşam oluncaya kadar insanlıklarından sıyırma operasyonlarından geçiriyorlar. Devlet dairelerinin hâli herkesçe malum. Ama ya devletin yerine ikamesi adeta bir tür kurtuluş reçetesi gibi sunulan diğer müesseseler? Özellikle yeni dünya düzeninin ibadethaneleri gibi lanse edilen devasa özel şirketler?

Burada bahsettiğim türden dev bir uluslararası şirketin iç yapısına, “corporate culture” yani “şirket kültürü” denilen meseleye ilk defa muttali olunca, sorularıma bazı cevaplar bulmam mümkün oldu.

Maalesef, insanlığın yakın gelecekte macerasını üzerine inşa etmeyi planladığı temeller hiç de sağlam görünmedi bana.

Herşeyden evvel, şirket hayatının, “makyajı silinmiş korkunç yüzüyle” doğrudan karşı karşıya kalınca, devlette temel şikâyet mevzuu olan verimsizliğin de, yozlaşmanın da hatta zorbalaşmanın da âlâsının aynen orada da mevcut olduğunu gözlemledim. Adam Smith’in ortaya attığı “piyasanın görünmez eli” hiç de iddia edildiği gibi, kâr amacı gütmeyen, varlık sebebi özellikle kâr etmenin dışında bir takım bilimsel, dini yahut ahlaki esaslara dayandırılmış devlet otoritesinin vazifesini yerine getiremiyordu.

Peki, “şirket kültürünün” insan psikolojisi üzerindeki tesirleri nasıldı? Bu noktada “şirket kültürünün”, devletin “kurumsal kültürünün” sebep olduğu yaralara da bir merhem sunamadığını ayan beyan gördüm. “Yabancılaşma problemi” şirketlerde de onulmaz bir yara olarak ortada duruyordu.

Uluslararası bir şirketin kapısından girerken, derhal gerçek kişiliğinizden ayrılmanız gerekiyor. Çünkü orada kimse sizi siz olduğunuz için selamlamıyor. Orada, şirket denilen makinanın bir çarkı olduğunuz için tebessümleri hak ediyorsunuz. Karşılığında sizin de gülücükler dağıtmanız bekleniyor. Rol yapmaya, olduğunuzdan farklı görünmeye ve davranmaya mecbur ediliyorsunuz. İnsanı dehşete düşüren korkunç bir illüzyonun, kollektif bir yalanın parçası olmanız bekleniyor sizden.

Mesela şirketin insan kaynakları temsilcisi size geçen ay işe başlayan iş arkadaşlarının ne kadar “hoş” insanlar olduğunu anlatıyor. Onları ne kadar tanımış olabileceğini sormanız söz konusu olamıyor tabi. Sizden sonra gelenlere de sizin ne kadar hoş insanlar olduğunuzu anlatacağını düşünüyorsunuz. Bu çalışanın açıkça rol yaptığını anlıyorsunuz. Aslına onun insanlara “hoş” demesi, kendisinden beklenen bir “hoşluk”, o kadar…

Daracık ofislere tıkıştırılmış insanlar, kâğıttan tepeler yahut dev ekranlar arkasında yazıyorlar, çiziyorlar, telefonlara cevap veriyorlar. İnsanın durup, “Hey! Bütün bu yaptıklarınızla birkaç patrona ciddi servetler kazandırıp, mevcut halinizden sadece azıcık daha iyi şartları elde etme peşinde kısacık ömrünüzü harcayacaksınız farkında mısınız?” diye sorası geliyor. Ama soramıyorsunuz. Çünkü binalar dolusu insanlarla oynadığınız saçma oyunun kurallarını bozmamanız icabediyor.

Labirent misali koridorlarda bir yerden bir yere koşuşup duran insanlar görüyorsunuz. Herkes meşgul, herkesin işi başından aşkın. Kimsenin gözü pencerenin hemen ardında kovalamaca oynayan yaramaz bulutlara takılmıyor sanki. Takılanlar oluyorsa da hemen kendilerini toplayıp küçük kaçamaklarının –yahut gizli günahlarının- fark edilip edilmediğini anlamaya çalışıyorlar.

Kimse aslında gerçekten istediği gibi hareket edemiyor, giyinemiyor, konuşamıyor. Belli hareket kalıpları içinde hareket etmeyene kısa sürede şirketin kapısı gösteriliyor. Ama bu uygulama için “faşizan” sıfatını kullanmak mümkün değil! Çünkü herkes gönül rızasıyla burada bulunuyor.

Batı Descartes’in öncülüğünde din ve günlük hayatın yollarını ayırdı. Şimdi sıra, zevk alınan, istekle, dolu dolu, insan gibi yaşanan gerçek hayatla, o hayatı kazanmak uğruna kabullenilen renksiz, kokusuz, insanlığın rızayla rafa kaldırıldığı sahte bir hayatın yollarını ayırmaya gelmişe benziyor. Peki, bu biraz daha yabancılaştırmayacak mı insanları? İnsanlığımızdan biraz daha uzaklaştırmayacak mı bizleri? Düşünüyorum da, muasır medeniyetler seviyesine gelmek için gayret göstermek, dehşetli bir uçurumdan dökülmek üzere çılgınca akan bir nehirde sürüklenirken akıntı yönünde kürek çekmeye benziyor.

İdeal, Ülkü, Mefkûre, Ümniyye

Uçsuz bucaksız bir okyanus düşünün. Ortasında su üstüne kalmak için çabalayan kalabalık bir insan topluluğu… Ve ne tarafa, hangi vasıtayla gideceğini tayin etmeye çalışan kalabalıkları davet eden, insanlara -sanki kendileri bilirmiş gibi- “doğru yolu” göstermeye çalışan, bunun için onları hararetle gemilerine davet eden gemi kaptanları… Bu kaptanlardan kimisi çok akıllı. Kurtuluş rotasını aklî delillerle, rüzgârların istikametiyle, akıntıların sıcaklıklarıyla, yıldızların pozisyonuyla mânâlandırıyor. Gemisinin birinci kalite malzemesinden, suya dayanıklı boyasından bahsediyor. Kimisi çok cerbezeli. İnsanların hislerine hitap ediyor. Doğru rotanın yüreğine dolan mistik bir ilhamla kendisine bildirildiğini iddia ediyor. Dinleyenleri öylesine tesir altındalar ki rotayı falan umursamıyor, önderlerinin gemisine atlayıp o hangi istikameti gösterse o tarafa doğru deli gibi kürek çekmeye hazırlanıyorlar. Kimisi pek meyus. Gidecek bir yön falan olmadığına, bir istikamet belirlemeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğuna  ikna etmeye çalışıyor dinleyenleri… Ama o meyus kaptan bile gemisine davetten geri kalmıyor insanları…

Tüm kaptanların ortak noktaları birer zan ve temenni sahibi olmaları. Benimsedikleri, kendilerini inandırdıkları, mutlak zannettikleri “hedefin” kitlelerce kabulünü temenni ediyorlar. Takipçileri, onların “zanlarını” içselleştirdikçe hakikâte daha çok yaklaştıklarına inanıyorlar.

Nihayet çoğu insan teklif edilen vasıtalardan bir vasıta seçiyor kendisi için.

Aslında çoğu insanın istikamet endişesi falan yok. Tek dertleri su üzerinde kalmak ve tanıdıklarıyla sevdikleriyle aynı gemiye kapağı atmak. Kendilerini “kuru” ve “yakınlarıyla bir arada” tuttukça bindikleri vasıtanın nereye gittiği umurlarında değil.

Bazıları için “doğru istikamette” olmak önemli ama “doğru istikameti”, sözlerine inanıp davetini kabul ettikleri kaptanın tanımladığına inanıyorlar. Kaptan zaman içinde dümeni, birbirine taban tabana zıt istikametlere çevirse de “önemli değil” diyorlar. “Bizi selamet sahiline çıkartacağına iman etmiş olduğumuz kaptanımız ne tarafa dönerse doğru istikamet orasıdır!”

Neticede milyonlar, hayat yolculuklarını akıllarına yahut hislerine hitap etmeyi bilen birkaç zeki ve cerbezeli insanın idealize edilmiş zanlarının peşinde koşarak tamamlıyorlar.

İdeolojiler, ülküler, idealler, mefkûreler, ne kadar allanıp pullansalar da, aslında zan ve temennilerin farklı elbiseler giymiş hallerinden başka bir şey değiller. Hepsinde şeytanın Adem’i cennetten kovdurmak için kullandığı ağacın cazibesi ve zehri var.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz peygamberimize şöyle sesleniyor:

Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Kuran-ı Kerim, Hac Suresi 52. ayet

Büyük mütefessir Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirini yaparken şunları söylüyor:

Temennînin asıl anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan bu tabloya “ümniyye” veya “münye” denilir ki, Fransızca “ideal” diye tabir edilir. Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli önem kazanmış ve idealizm adı ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak görevini yapmış ve sanki uydurma olduğunun belli olmaması için dilimize tercüme edilirken “mefkûre” kelimesi uydurulmuş ve her tarafa yayılmış. Şu halde “temenni“, bir ümniyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün gerçeklerin aslının “benlik” de olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist) kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak, peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Fakat Kur’ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki, peygamberlik bir arzu bir temenni işi değildir. “O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor; Kur’ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur” (Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye’ye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir, yoksa içtihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür.

Bu satırlar açıkça ortaya koyuyor ki “İslam“, peygamberler de dahil hiçbir beşerin, zannı, temennisi, yahut şahsi arzuları üzerine inşa edilmiş değildir. İslam asla bir ülkü, bir mefkûre, bir ideal veya ideoloji seviyesine indirgenemez. Bu noktadan hareketle İslamcılık da, ülkücülük de, cemaatçilik de, tarikatçılık da birer “mefkûre” olmaları hasebiyle İslam’la aynı ontolojik düzlemde bulunamazlar, zira bu “ideolojiler” bir takım akıllı/cerbezeli zevatın zan ve temennilerinden ibarettirler. Fıtratına müdahale edilmiş, genetiği ile oynanmış bir inanç sisteminin, şeytanın müdahale ettiği bir ümniyyenin mahsulüdürler. İlk bakışta köklendikleri inancın en rafine bir numunesi gibi göründükleri halde aslında içlerinde ölümcül hastalıklar taşımalarının sebebi de işte budur.

Yeri geldiğinde haramı helal saymakta tereddüt etmeyen “cihangirlerin” kalabalıkları peşleri sıra sürüklemek için kullandıkları “kızıl  elmalar”, Müslümanların peşinde koşacakları mübarek hedeflerin değil, sadece o cihangirlerin ihtiraslarının simgeleridir.

İnsanları, kafalarından uydurdukları bir takım muhayyel manevi makamlara yükseltmeyi vaadeden mistik önderlerin teklif ettikleri, nereden neşet ettiği belirsiz terbiye metotları, Allah’a yaklaşmanın sihirli reçeteleri değil, o “mürşidlerin” kendi zanlarıdır.

Allayıp pullayıp dini bir hava verdikleri, nihayet kendilerinin de ilahî bir “gâye-i hâyâl” olarak benimsedikleri “mefkûreleri” uğruna sayısız insanı sıkı bir örgüt disiplini içinde mobilize edebilen idealist hocaların gösterdikleri “ulvi” hedefler de hakikatte sadece kendi zanları, temennileri, heva ve heveslerinden ibarettir.

Müslümana düşen, yaşadığı şart ne olursa olsun iman etmek ve salih amel işlemektir. Allah bize bunu yapmayan insanların “hüsranda” olduklarını bildirmektedir. Kendi “mefkûrelerini” salih amel diye pazarlayanlara aldanmamak da kendini Müslüman olarak tanımlayan herkesin öncelikli mes’uliyetidir.