Soytarı ve Kızı (5)

Elimde imkân olsa, bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim!

Sinekli Bakkal romanı hakkındaki mütalaalarımızın son bölümüne gelmiş bulunuyoruz.

Sinekli BakkalHalide Edip Adıvar’ın insanı sürükleyen, harikulade bir üslupla anlattığı hikâyede zaman zaman “kültür”, “medeniyet” ve hatta “inanç” gibi “zor” konulara bu kadar mahirane bir şekilde girmesi ve akışı bozmadan, didaktik anlatım tuzaklarına düşmeden bu tür meseleleri, hadiseler örgüsü içinde tartışabilmesi takdire şayan. Mesela avamın, cahil halkın inanışları ile Rabia’nın inanışını inceden inceye mukayese edip aradaki benzerlikleri ve farkları gösterdiği şu satırlar çok dikkat çekici:

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene’nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah’tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah’tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah’a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığını temin ediyor. Penbe’nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu.

Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe’ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar hâlbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkâr, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. “İyi saatte olsunlar” derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede’ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti.

— Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia’yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız.

Penbe’ye göre, Rabia’nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia’nın harekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl “İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver” der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için. (s.229)

Sinekli Bakkal romanından bahsederken unutulmaması gereken hususlardan biri de arz ettiği müthiş edebi lezzet. Halide Edip romanında öylesine tasvirler yapıyor ki adeta sizi koltuğunuzdan havalandırıp muhteşem bir manzaranın karşısına taşıyıveriyor. Bir misal verelim:

Kafes kalkık. Camın ötesi Boğaziçi. Odanın üstünde rüzgâr saçakları, su borularını birbirine katıyor. Siyah bulut yığınları bir karanlık akıntısı gibi havadan geçiyorlar; barut renginde sular azgın azgın akıyor; karşı yakanın zarif kıvrıntıları, nemli ve kurşunî bir duman içinde hayal meyal seçiliyor. Kızın gözleri ve kulakları bunları takip ediyor, fakat kafası başka yerde. (s.247)

Bizi bir öğlen vaktinde İstanbul’da dolaştıran başka bir misal:

Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtiler. Tepelerinde İstanbul’un öz göğü bir Bizans mozaiği, bir tavus gibi mavi, bir tek bulut yok. Gökyüzünde kaynayan sarı ışık kazanı yere altın şua akıtıyor. Her şeyin üstünde bu altın aydınlık. Sol taraflarında Haliç. Üstünde yelkenler, direkler sarı ışıkta titreşiyorlar. Sağ taraflarında Boğaziçi vapurları, kayıklar, salapuryalar yeşil suların üstünde oynaşıyor. Köprü’nün üstünden askerî bir bando geçiyor. Bütün halk ayağını uydurmuş arkasından yürüyor.(s.312)

İstanbul’da, adeta sayfalardan süzülerek yükselen, gümüş sisli bir sabah rüyası:

Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu, uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik. Suların kurşunî yüzü uykuda. İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor.

Galata rıhtımı… Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar. Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarının açtılar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu, çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve Mevlevî dedesi çıkardılar. Arabalardan çıkanlar birbirine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar elele, birbirine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler.

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayıldı, açıldı… Selimiye önünde demirleyen şevket-i derya’ya doğru yol aldılar. (s.204)

Elimde bir imkân olsa bu romanı okuyup anlamayı liseden mezuniyetin bir şartı haline getirirdim. Belki edebiyat derslerinde bir okul dönemi boyunca talebelere romanda tartışılan mevzuları konuşturur, bu meseleler ekseninde münazaralar tertip ederdim.

Ben bahsettiğim işaret fişeğini yolladım. Bu romanı okumadıysanız mutlaka okunacak kitaplar listenize alın. Edebiyatımızın kıymeti yeterince bilinememiş bir şaheserinden habersiz kalmayın.

Twitter: @salihcenap

Soytarı ve Kızı (4)

Kafamızdaki, kalbimizdeki cehennem kargaşalığı

İster roman olsun ister bir film senaryosu, beğenilen kurgularda karakterler mutlaka ruhî veya zihnî bir dönüşüm geçirirler. Anlatılan hadiselerin üzerinde hiçbir tesir yapmadığı karakterler biraz karikatür gibi kalır. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eseri de bu altın kurala uyuyor ve romanın ana karakterlerinden piyanist Peregrini, Müslüman olmasıyla bile neticelenmeyecek müthiş bir dönüşüm geçiriyor. Tabi bu tür bir “dönüşüm” yavaş ve sancılı oluyor. Güzel tahlil edilip anlatılan bu dönüşüm Sinekli Bakkal’a adeta can veriyor. Hemen misallendirelim. Müslümanlığı seçen piyanist Müslüman Rabia’yı, bizim fikir ve his dünyamızı kavramakta epeyce zorlanır:

— Bu dalgaları martta görmeli, Rabia. Kudurmuş gibi kafalarını kayalarda parçalarlar. Öyle yaman bir saldırışları, ahenkleri vardır.

— Bir gün sakin, telâşsız bir şeyden hoşlandığını işitmedim, Osman.

— Sükûn? Sükûnun denizde ne işi var? Düşün, kim bilir üstünde kaç milyon adam ölmüştür! Kim bilir şimdi üstünde kaç milyon avare cesetsiz ruh dolaşıyor…

Osman’ın elleriyle havayı göstererek, sırf şairane bir lâf diye söylediği bu sözler, Rabia’nın muhayyilesini harekete getirdi.

— Buraya geleli perşembe, pazartesi ölülere Yasin okumayı bile unutuyorum.

— Ölülerle senin ne alış verişin var, Rabia. Sen diriler için okuyorsun… Sen…

— Her sabah namazından sonra inşallah denizde ölenler için ayrı bir Yasin okuyacağım.

— Rabia, Rabia, bu eski, bu ölü şeylere gene dalma… Fakat Rabia onu artık işitmiyordu. Hafızasında solan eski sevgililer, eski şeyler dirilmiş, ona sitem ediyorlardı. Etrafını sevmek, etrafını düşünmek, bu Dede’nin bilerek, Tevfik’in bilmeyerek ona öğrettiği biricik hakikat… Biricik, insana sükûn veren, haz veren şey. Hâlbuki o, tam bir aydır hep kendisiyle, kendi saadetleriyle meşguldü. Bu sabah o saadet, Rabia’ya biraz bayat, biraz tatsız geldi. (s.340)

Halide Edip’in, bir müddet sonra kafası ve kalbinde ahenk ve sükûnu, “Osman” olduğunda yakaladığını anlayan piyaniste söylettikleri de hayli şaşırtıcı:

Karanlıkta uzun uzun bir ses inledi. Sırtın üstündeki taş binadan geliyordu. Bütün pencerelerinde aydınlık var.

— Bu ne, Osman?

— Org, Robert Kolej’de çalıyorlar.

Rabia, ilk defa org sesi işitiyordu. Ve bu ses içini kavradı. Şimdiye kadar dinlediği, hatta en çok sevdiği Garp musikisinde bile ekseri o staccato, o birbirinden ayrılan sesleri azıcık yadırgardı. Hâlbuki bunda, bir perdenin ötekine geçişi hissedilmiyor. Birbirine örülmüş gibi bağlanan mütemadi sesler… Kendi Kuran okuyuşunu hatırlatıyor.

— Eğer oğlumuz olursa ben bu mektebe veririm.

— Allah esirgesin!

— Niçin Osman?

— Oğlunu Sinekli Bakkal olmayan her şeyden esirge, uzak tut, Rabia. Esasen damarlarında karışık kan olanların içlerindeki daimi didişme, çarpışma kendilerine yetişir!

— Fakat sen bizim tarihimizi okumadın mı, Osman? Hepimizin damarlarında o kadar başka başka kanlar var ki… Hâlbuki hiç birimizin içinde öyle bir didişme yok.

— Yalnız kan değil, iki gözümün nuru… Bir de hars, medeniyet başkalığı vardır. Belki o, kandan çok insanları birbirinden ayırır. İnsanların kafasında, kalbinde bir cehennem kargaşalığı yapar…

Sustu. Rabia onun içindeki kıyameti teskin etmek istiyormuş gibi omuzuna dokundu, okşadı.

Ben oğlumun kafasında, kalbinde ahenk, sükûn isterim. Başka başka taraflara çeken tesirlerden onu muhafaza etmek isterim. (s.336)

Burada anlatılan kafa sükûneti, kalp ahengi, bugün bile pek çoğumuzun peşinde koşup yakalayamadığı bir büyük nimet. İç huzuru, kendimizle ve hayatla barışıklık, tevekkül gibi kavramlar çoğumuz için uzak ve tatlı çocukluk hayalleri haline gelmedi mi? Peregrini’in kaçıp kurtulmak için çırpındığı ruhi maraz, kafamızdaki, kalbimizdeki cehennem kargaşalığı, belki de batılılaşma gayretlerimiz esnasında bozulan zihinsel-kültürel genetiğimizin bir tezahürü.

Twitter: @salihcenap