memurGeçtiğimiz hafta Orta Vadeli Program (OVP) sunumu için düzenlenen basın toplantısında konuşan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Bu yıl ek öğretmen alımı nedeniyle kamuda 104bin personel alımı gerçekleşti, 2015 yılı için 74 bin kişi alma hedefimiz söz konusu” dedi.

Aynı toplantıda konuşan başbakan yardımcımız Ali Babacan, beklentilerinin ve tahminlerinin ötesinde bir başarı elde ettiklerini bunun da başarılı özelleştirme performansından kaynaklandığını anlattı.

Salonda bulunan onca ekonomi muhabirinden çok basit bir soru sormalarını bekledim. Anlaşılan sorunun cevabı o kadar aşikârdı ki kimse sorup vakit kaybetmek istemedi! Beklediğim soru şuydu:

“Özelleştirmede en temel motivasyonlardan birisi kamunun sırtındaki verimsiz iş gücünden kurtulmak olduğu halde bu kadar yeni insanı kamuda istihdam etmenin mantığı nedir? Çocuklara sorulan garip havuz problemlerindeki gibi, bir muslukla havuzu doldurmaya çalışırken, havuzun dibinde bir başka musluk açıp havuzu boşaltmış olmuyor musunuz?”

Madem bu sorunun cevabı bizden gayrı herkese ayan, kendi cevabımızı kendimiz arayalım…

Kamuda çalışan yaklaşık üç milyon civarında memurumuz var. Her sene bu orduya on binlerce yeni memur katılıyor. Memurlar bu kadar geniş bir kitle teşkil ettikleri halde memurlar üzerine, memur psikolojisi ve sosyolojisi üzerine düşünen, araştırma yapan, yazan çizen pek az insanın var olmasının da hayret verici olduğunu vurgulamak lazım.

Aslında memurlar ve bürokrasi aynı zamanda siyaset biliminin de konusu.

Osmanlı’dan tevarüs ettiğimiz bürokrasimiz, tüm müesseseleriyle son yıllara dek ülkemizin en güçlü iktidar ortaklarından biri oldu. Şimdilerde eski “parlak” günlerini arayan bürokrasi nihayet kontrol altına alınmış, yüksek memurların kılık değiştirmiş iktidar hırsları “dizginlenmiş” görünüyor.

“Dizginlenmek” demişken azıcık komplo kokan ama büyük ölçüde doğru olduğuna inandığım bir argümanı not düşmeden geçmek istemem. Derler ki memuriyet aslında çok sayıda insana devlet tarafından verilmiş bir rüşvet, bir sus payıdır. Pek çok kimse için nasıl okullar çocukların gün içinde sağda solda, kahvede, oyun salonlarında sürtmesinler diye gönderildikleri güvenli bölgelerden ibaretse, memuriyet de insanlar huzursuzluk çıkartıp sokak gösterileri yapmasınlar, düşük profilli de olsa sağlam bir işim var deyip gidip gelsinler, ailelerine de bu vesileyle ekmek götürebilsinler diye oluşturulmuş bir meşguliyettir. Nasıl bir şirkette çalışan, o şirketten düzenli maaş alan kişi patronunu sert bir şekilde eleştiremezse, memurlar da patronlarını, işverenlerini, yani devleti eleştiremezler. Bir manada “dizginlenmiş” olurlar.

Bürokrasinin iktidara ortak çıktığı dönemlerde yukarıdaki argümanı zayıflatmak için devlet ve hükümetin farklı şeyler olduğu iddiası çok dillendirilirdi. Aslında güçlendikçe “zincirlerinden” daha da rahatsız olan bürokrasi “hükümetin” karşısında “devlete” sahip çıkarken kendi iktidar ortaklığı arayışını kastetmekteydi. Hükümetler geçicidir, yolcudur, devlet kalıcıdır, hancıdır sözünde “devlet” yerine “bürokrasi” kolayca ikame edilebilir.

Yine bürokrasinin mutlak iktidarından emin ve o iktidarı kimselere kaptırmama konusunda kararlı olduğu yıllarda, devlet kadrolarının “yandaşlarca” doldurulması, yani “kadrolaşma” iddialarının gündemde daha çok yer alması bir tesadüf değildi. Bürokrasi, elindeki tüm imkânlarla, kendi gücünü törpülemeye, nihayet o gücü elinden almaya yönelik bir taarruz girişimi saydığı siyasi hamlelerle mücadele ediyordu.

Demokrasinin yumuşak karnı belli: Bir parti uzun yıllar boyunca istikrarla iktidarı elinde tutmayı başarınca bırakın devlet ve hükümet arasındaki farkları, parti ile devlet arasındaki çizgiler bile flulaşmaya başlıyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde devlet, hükümet, parti, adına ne derseniz deyin mutlak iktidarını derinleştirdiğinde, kamu hizmeti vermek üzere istihdam edilenler adım adım daha değersizleşiyor, ifa ettikleri vazifelerin de önemleri azalıyor. Çünkü aynı vazifeyi yapmaya talip on binlerce insan kapının önünde beklerken devlet tarafından “seçilme lûtfuna erişmiş” bir memura, lütuf sahibine çokça minnettar olmaktan ve zamanı gelince oy atmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor.

Liyakat, bilgi, beceri ve tecrübeyi dikkate almayan lütuf sahiplerinin de istihdam ettikleri memurlardan beklentileri minnet ve sadakatten öteye geçemiyor.

Neticede elimizde üç milyon civarında, önemli bir kısmı kamuda “lütfen” istihdam edilmiş, son derece verimsiz, ekonominin sırtında ağır bir yük teşkil eden memur var. Hemen her kamu kurumunda “bankamatik memur” denilen, devletle ilişkisi sadece bankamatikten maaşını çekmekten ibaret olan, atıl, işe gitmeyen, işe gitse oturacak yer bulamayan çok sayıda insan mevcut.

Hangi yönetim sistemini benimserseniz benimseyin, tek merkezden yönetilmesi, çekilip çevrilmesi imkânsız bir heyula!

Ve kamu tarafından atılacak her adım, her proje maalesef bu verimsiz, bu yönetilemez iş gücü ile kotarılmak zorunda.

Belli bir kısmını bir kenara ayırırsak, aslında her birinden en fazla sekreterlik yapması beklenen yüz binlerce insandan bahsediyorum.

Ülke çapında kamunun giriştiği devasa yazılım-bilişim projelerini, “çılgın” inşaat projelerini, eğitim-sağlık reformlarını “bu insanlara” yaptırmaya, olmadı özel sektöre ihale edip, yapılan işleri “bu insanlara” denetlettirmeye çalışıyoruz.

Olmuyor… Olamıyor…

Bu vahim tabloyu başta hükümet olmak üzere herkes görüyor aslında. Hükümetin iş başına ilk geldiği yıllarda gündeme getirdiği “Kamu Reformu” yasa tasarısı, bu sıkıntının farkında olunduğunun açık bir göstergesiydi. Ancak bu girişim, aynı zamanda bürokrasinin son cumhurbaşkanı olan zat tarafından engellendikten sonra bir daha gündeme gelmedi. Açıklanan “Orta Vadeli Programda” da vaat edilen reformlar arasında “kamu reformunu” göremedik.

Hükümet maalesef verimsiz memur istihdamını, milyonlarca insanı maaşa bağlayarak şirin görünmeyi genel bir politika olarak benimsemiş vaziyette. Bir yandan perhiz yapmak iddiasındayken bir yandan lahana turşularını mideye indiriyor. Belki bu verimsizliği finanse etmekte zorlanmayan bir ekonomimiz olabilir ama insanımızı “memurlaştıran” anlayıştan uzun vadede hayırlı neticeler beklemek hiç mantıklı görünmüyor.

Düğümlenen Kamu, Tıkanan Devlet ve Lahana Turşusu” üzerine bir yorum

  1. Kavramlar tek başlarına bir anlam ifade etmez. Memurluk olgusu üzerine analizler yapıp hüküm üretmeye çalışmakta böyledir. Ahkem’l hâkimin olan Yüce Yaratıcı “Ölümü ve hayatı kimin daha iyi amel işleyeceğinin bilinmesi için yarattım” buyuruyor. Ve yine “İnsan için çalışıp çabalamasından gayrisi yoktur” diyen de o zül celâldir.Çalışıp çabalayanlar üç ana gruba ayrılabilir:
    1.Bir güç odağının emirlerini yerine getirmeğe çalışanlar
    2.Güç odağına çalışırken fırsat buldukça da kendine çalışanlar
    3.Sadece kendine çalışanlar (yer altında-yer üstünde ve nehir-göl-denizlerde üretenler / sanat, estetik, müzik, moda ilh. alanlardaki üretici sınıflar..)
    Dikkat edilirse tefekkürün yapılacağı alan memurluğun ufuklarının çok ötesinde.Eğer yer yüzü maceranızda vardığınız dereceyi ölçmek istiyorsanız işleriniz için harcadığınız ve Allah indinde makbul olan amelerinizin muhasebesini yapabilirsiniz.
    Allah u âlem bi’s sevap.
    Mustafa Çetin Baydar

    Beğen

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.